244
"Birkaç gün evvel başımda çerağ
uyandırdım efendim. Padişahımız efendimiz yerine beni vezir hazretleri kabul
ettiler. Şimdi de ata biner kulu oldum. Geçimim, maişetim sayelerin-dedir. Şiir
meclislerinde musahibi olacağım, devletlû insanlarla tanışacağım. Üzerimdeki
giysiler asıl o meclisler içindir."
Kara Şahin havadan sudan bahsederken hep
Yeye'nin bir yerden çıkıvereceğini ve kendisini derhal Katre-i Matem'in yanına
götüreceğini umdu. Her neredeyse Hafız Çelebi'nin onu çağırtacağını bekliyor,
beklerken de vezir sarayında başına gelenlerden bahsedip duruyordu:
"Şu sizin Bican Efendi gibi benim
de Flandır'dan gelmiş bir ressam hücre komşum var: Jean Baptiste Vanmour.
Sarayda sultanın ve hanedanın resimlerini yapıyor. Ama düzenbaz herif asıl
ecnebi elçileri dolandırıyormuş."
"Haa!.. Buraya geldi geçenlerde
senin o komşun. Tanıştık. Bican Efendi'nin arkadaşıymış. Nasıl dolandırıyormuş
bakalım elçileri?"
"Diğer komşum nakkaş Lütfî'nin
dediğine göre elçiler, kendi ülkelerine sultanın huzuruna kabul edilişlerinin
resimleriy-le dönmek isterlerse eğer, -ki hemen hepsi bunu istiyormuş-işte bu
adam onların arzularını yerine getirip kabul resimleri çizermiş."
"İyi de elçi kabulleri sultan ile
elçi arasında gizli yapılmaz mıydı!.."
"Elbette öyle, ancak sultan onları
hep aynı salonda, aynı kıyafetle kabul ettiği için bizim Vanmour Ağa'nın
mahzeninde zaten birbirine benzeyen hazır birkaç Kubbealtı resmi bulunur ve
resim isteyen elçinin portresini bunlardan birinin içine yerleştirince iş olup
bitiverirmiş."
"?!.."
Hafız Çelebi'nin keyfi yok gibiydi
sanki. Pek hüzünlü görünüyordu. O hayat ve hikmet dolu adam bu olamaz diye
geçir-
245
di içinden. İnsan hemen bir kışta başka
birisi olabilir miydi? Kendisinden bir şeyler gizliyordu ama... Başını sallayıp
ciğerlerine derin bir nefes çekerken onun yanında eskiden hep bir huzur
duyduğunu hatırladı. O sırada erken yazı müjdeleyen , bir günün tertemiz
ıtırları burnunu doldurmaktaydı. Gülümsedi. Avuç içlerini kaftanının samur
yakalı göğüslerinde gezindirdi. Nakşıgül şu halini görseydi diye içinden
geçirdi ve ayağa kalkmaya hazırlanırken sordu:
"Şimdi Topaç Yeye'yi ve Katre-i
Matem'i görebilir miyim
artık!"
"Ha evet, Katre-i Matem... Bu sene
inşallah lale mevsiminin en güzel lalesi olacak. Henüz goncası çatlamadı, ama
çok gür ve güzel yetişiyor. Zavallı Yeye bütün kış ona baktı, korudu,
kolladı."
Hafız Çelebi'nin Yeye'den bahsederken
"oğulcuğum" yerine "zavallı" sıfatıyla bahsetmesi Kara
Şahin'in içine bir ateş bıraktı. Şimdi onu tekrar sormaya cesaret edemiyordu,
duyduklarının doğru çıkmasından da endişe ediyordu. Eyüp oyuncakçılar
çarşısında olanları duymuştu. Ama oradaki çocuğun Topaç Yeye olması ihtimalini
hiç kabullenmemiş, hatta aklına bile getirmemişti. Sakın Hafız Çelebi bugün ona
kötü bir haber verecek olmasındı. Yeye kendisini görünce ne kadar sevinecekti
kim bilir? Onu çok özlemişti. Mutlaka o da kendisini özlemişti. Bir an evvel
sarılmak, elini tutmak, başını okşamak ve hasret gidermek istiyordu. Ancak
Hafız Çelebi yine ağırdan alıyor, sanki Yeye bahsini hiç gündeme getirmek
istemiyordu. Bir müddet aralarında sessizlik oldu. İkisi de sonbaharda toprağa
bıraktıkları lale soğanının, Katre-i Matem'in bulunduğu yöne doğru ilerlerken
bu sessizlik derinleşti. Katre-i Matem gerçekten de ikiz bir soğanın yarısı
gibi değil, tek ve metin bir soğan gibi boy atmıştı. Yaprakları parlak ve
canlıydı. Adının matem olduğunu unutup Kara Şahin'in gelişine seviniyor gibi
246
bir hali vardı, rüzgârda nazikçe
sallanıyor, goncasını iki yana selam verir gibi hareket ettiriyordu. Şahin'in
gözlerine yaş doldu. Bir zamanlar sevdiği kadının avucunda bulduğu bu yarım
soğan kendisine onun asaletinden izler taşıyan bir güzellik sunacaktı; mateme
varan bir güzellik...
Kara Şahin, lalesine bakarken adını
yeniden mırıldandı: "Katre-i Matem!.. Bütün hüznümü biriktirdiğim yegâne
aşkım benim." Sonra Hafız Çelebi'ye sormak istediği bir soru olduğunu
hatırladı:
"Vanmour Efendi saraydan resimlerle
döndükçe haberler, dedikodular da getiriyor bazen. Gelecek cuma günü Galata'da
kiraladığı binaya taşınacakmış. Sık sık Galata'ya sandalla gidip geliyor. Ben
önce ondan duydum, sonra velinimetim vezir efendimizden. Belki sizin de
kulağınıza çalınmıştır, Haliç'te torbalara konulmuş cesetler bulunmuş. Bir de
kadın cesedi varmış. Nakşıgül'ün mezarını bulamamıştım biliyorsunuz. Acaba
diyorum, hani Allah göstermesin?"
"Şahin -yahut Selman- evladım,
gönül bir şeye zorlandığı vakit körelir; kendini bu meseleye fazla kapatma.
Böyle devam edersen doğruları göremez olursun. Şunu aklına koy; Nakşıgül geri
gelmeyecek, illa ki onu bu dünyadan gönderenler cezasını çekmeli. Kendini
Nakşıgül'den ziyade bu hususa teksif et. Amma dikkatli ol, çok dikkatli
ol."
"Dikkatli oluyorum efendim. Bir tek
size bu sırrımı açabiliyorum zaten. Bir isim öğrendim. Bindallı Mahmut. Siz hiç
duydunuz mu?"
"Duymadım ama senin için dostlarıma
üstü kapalı sorarım. Kimmiş bu Bindallı?"
"Kim olduğunu değil lütfen nerede
olduğunu sormanızı isterim efendim. Çünkü kim olduğunu ben de, Yeye de
biliyoruz. Geçen sonbaharda beraberce Çardak Kahvesi'nde görmüş ve Etmeydanı
yeniçeri ortasına kadar takip etmiştik. Ci-
247
nayetleri işleyenler arasında adı
geçiyor. Galiba bir çete imişler. Eğer bu doğruysa çetenin diğer üyelerini Yeye
ile ben biliyoruz."
Kara Şahin bu cümleyi söylediği sırada
Hafız Çelebi'nin yüzü sarardı, renkten renge girdi. Dehşetle irkilip çırpınır
gibi
sordu:
"Yeye'nin bunu bildiğinden emin
misin?"
"Evet, neden?"
"Eyvah ki eyvah!.. Kıyacaklar
evladıma, bir şeyler yapmalıyız."
Bu sefer şaşkınlık sırası Şahin'e
geçmişti. "Yeye ile konuşup bütün bunları kendisine anlatalım."
"Keşke!.. Keşke Şahinim keşke!.. Yeye üç gündür kayıp. Her yerde
aratıyorum. Eyüp Sultan'daki helvacı dükkânında Şeh-naz'ı görüp bayıldıktan
sonra bir türlü kendisine gelememişti." Şahin, Hafız Çelebi'nin sözünü kesti:
"Şehnaz da kim?"
"Bilmiyor muydun? Meğer oğlumuzun
bir sevdiği varmış." "Buna inanamıyorum, bana hiçbir şey
söylememişti." "Şimdi inanabilirsin; adı Şehnaz. Ortadan kaybolunca
ben bunu Şehnaz'a olan kara sevdasından zannettimdi. Belki Şeh-naz'ı aramaya
gitmiştir, onu gördüğü yerlerde dolaşıyordur diye Eyüp Sultan'daki bütün
ahbaplarıma tembih ettim. Gördüğünüz vakit oyalayın ve beni çağına diye. Ama
hiç kimse gördüğünü söylemedi. Ah benim eşek kafam. Ben onu, Şeh-naz'ın babası
Veyis Ağa'nın arattığını düşünüyordum. Çünkü Şehnaz'ı görüp de naralandığı
vakit babası yanındaymış. Onun deli olduğunu, bimarhaneye kapatılması
gerektiğini, oradan kaçtığını falan söyleyip çevresindekileri ayağa kaldırmış.
Yeye kendine gelmeye başlayınca da gözyaşları içindeki kızını alıp oradan
uzaklaşmış. Veyis Ağa belki Yeye'nin izini sürer de burayı öğrenir korkusuyla
hem Bican Efendi'ye tem-
248
bih ettim, hem de evin çevresine iki
bekçi koydum. Lakin üç gün evvel Yeye ortadan kaybolduğunda ne içeri giren
birisini, ne de dışarı çıkan birisini kimsecikler görmüş değil."
"Giderken eşyalarından bir şey
almış mı?"
"Hayır, odası olduğu gibi duruyor.
Hatta yatağını hiç dağınık bırakmazdı, yatağı da dağınık."
"Yani kaçırıldığını mı
söylüyorsunuz efendim?"
"İnşallah öyle değildir. Çünkü son
günlerde aklı ile duyguları çok karışıktı. Bazen duygularına hükmedebiliyordu
ama çoğu zaman da duyguları ona hükmediyordu. Şehnaz'dan gayrı kelime söylemez
olmuştu. Gerçi bana olan saygısında hiç kusur etmedi ama bir keresinde Bican
Efendi'ye karşı gelmiş. Dere kenarında eğir köklerini yolmuş, kaplumbağalara
yedireceğim diye tutturmuş."
"Bunu neden yapsın ki?!.."
Konuşmanın bundan sonrasında Kara Şahin
sabredecek halde olmadığını hissetti. Koşarak Yeye'nin odasına vardı. Gerçekten
de her şey terk edilmiş gibiydi. Kendisini onun yatağına atıp bir müddet içinin
sızısını teskine çalıştı. Neden sonra doğrulup yatağın üzerinde oturdu. Pencere
kenarında duran düdüğü alıp okşadı.
"Kardeşim benim...
KardeşimmmL"
111
Kara Şahin Kâğıthane'den Atmeydanı'ndaki
saraya dönerken Hafız Çelebi'ye anlatmadığı ve asla anlatamayacağı yanıyla
hesaplaşıyordu: Vezir İbrahim Paşa'nın kendisine verdiği gizli görev üzerineydi
bu hesaplaşma. Çünkü paşa, halkın arasına karışıp şehirdeki çalkalanmaları ve
halk hareketlerini izlemesini arzu ediyordu. Tabii sonra da gelip haber
vermesini. Külhan günlerinden biliyordu, halk arasında böylelerine ha-tem
akrebi diyorlardı. Hafız Çelebi'ye bugün böyle pahalı giy-
249
siler içinde ve at sırtında dolaşmasının
bir görev icabı olduğunu söyleyememiş, sohbet meclisleri için pahalı giysilerle
dolaştığı yalanım uydurmuştu. Şimdi bu yalan yüreğini yakıyordu. En çok itibar
ettiği, sevdiği, saydığı insana karşı kendisini riyakâr hissetmenin ağırlığı
vardı şimdi omuzlarında. Oysa bundan böyle her gün başka kıyafetle meydanlara
ve sokaklara dalacak, birikip konuşan iki kişinin üçüncüsü, üç kişinin
dördüncüsü olacak ve yedi akşamda bir vezire bilgiler götürecekti. Altı ay
evvel, Bayezit Hamamı'nda Patrona Halil kurnası başındaki konuşmaları ve Tomruk
Emini'nin sözlerini vezire anlattığı zaman verilmişti kendisine bu görev. Kaf
Dağı'ndan gelecek yay kaşlı, servi boylu, mim dudaklı sevgilinin kim olduğunu
Paşa hazretleri de hemen çözmüş ve "kıyam" öncesi onu derin bir güven
telkiniyle sokaklara salarken bu güveni boşa çıkarmaması gerektiğini, bunun
aksini asla aklına getirmediğini yumuşak bir üslupla söylemeyi de ihmal
etmemişti. Kara Şahin, o geceye ait put kıran İbrahim ile put diken İbrahim
bahsini elbette vezire anlatmamıştı. Vezir çok zeki, zarif, iyiliksever bir
insandı, ama öfkesine muhatap olmaya da kimseciklerin dayanamayacağı belliydi.
Kendisine gizli bilgileri paylaşacak kadar güvenmişti ama öfkesinin de güveni
şidde-tince olacağını aklından çıkarmamalıydı.
Topaç Yeye can parçasıydı, onunla
alakalı bilgileri velinimeti vezir hazretleriyle paylaşsa belki bulunmasını
sağlardı, ama böyle bir durumda kendi kimliği de derhal ortaya çıkar, herhangi
bir tomruk eminine teslimi on dakika bile sürmezdi. Şimdi Nakşıgül'ün
katillerini bulmak kadar Topaç Yeye'nin de izini sürmeye mecbur olduğunu
hissetti. Sahip olduğu gizli gücü vezir hazretlerinden habersiz bu alana
yönlendirecek ve hatta vezirden aldığı bilgilerle de kendi hesabını yapıp
suçluları kendisi cezalandıracaktı. Evet, böyle yapmalıydı. Vezir hazretleri
ondan bilgi isterken daha ziyade o, vezirin ağzından
250
bilgi almalıydı. Ateş ile akrebin
ilişkisi gibi. Bunu yapabilir miydi? Bütün gece yatağında dönüp durmuş, bunu
düşünmüştü. Artık kendisini tanıyamaz olma sınırındaydı. Hafız Çelebi sanki
bütün bunları biliyor gibi arkasından bağırmıştı:
"Unutma Şahinim, azgınlıkla zafer
olmaz."
Kulağında yalnızca bu ses kaldığında
Sultan Ahmet minarelerinden sabah ezanları okunuyordu ve gözleri kapanmak
üzereydi.
251
42. Sual:
- Can Kurtaran Yok muuu?!.
Kara Şahin, geçen sonbaharda, külhanda
kalıp dilendiği günlerden birinde, Aslan Ağa'yı üzerinde balıkçılara mahsus
turuncu potur ve başında zolata, Tomruk Emini'yle birlikte gördüğünü
hatırlıyordu. Gidip Unkapanı dışındaki balık halinde onu aramak veya bilen var
mı diye sormak istedi. Burası deniz üzerinde kazıklarla kurulmuş sıra
dükkânlardan ibaret iki katlı ve geniş bir kagir yapıydı. Balık emininden
çavuşlarına, tayfalardan sandalcılara kadar bütün balıkçı esnafına hizmet
veriyordu. Tellallar balıkların isimlerini sayarak çığırıyor, toptan ve
perakende müşteriler ayrı ayrı kavga edercesine pazarlıklar ediyor, seslerini
alabildiğine yükseltiyorlardı. Bir sesi diğerinden ayırmak çok zordu. Tıpkı bir
balıkçıyı diğerinden ayırmanın zorluğu gibi. Çünkü hemen hepsi aynı renk ve
şekilde giyinmiş adamlardı. Başlarındaki zolatalar, sırtlarında-ki deri
yelekler, ayaklarında takunyalar ve çarıklar... Iğrıpçı-
252
lar, karıtyacılar, serpmeciler,
zıpkıncılar, oltacılar hepsi sıra sıra iş görüyordu. Balıkçıların çoğu Halic'in
iki sahilindeki yalıların önlerine attıkları ağ, ığrıp veya karıtyalar ile
avladıkları fıçıt, pavurya, midye, istavrit, hamsi, uskurput, tekir, gümüş,
huruşeye, tirekeş gibi İstanbul halicine has deniz mahsûlleri satıyorlardı.
Ötede daha büyük boy balıklar vardı. Bunlar da Sarayburnu'ndan itibaren
Boğaziçi ve Marmara'ya açılan balıkçı sandal ve işkampanyalarıyla avlanan
uskumru, palamut, alagöz, lüfer, levrek türü balıklar idi. Kara Şahin bunca
gürültü ve kalabalık arasında yağlı bir müşteri gibi ama yüzünü mümkün
olduğunca gizleyerek dolaşıyor, turuncu baratalı adamlara dikkatle bakıyor,
birinin altında Aslan Ağa'nın iri gözleriyle eğri burnunu, yahut ince bacaklar
üstünde tombul gövdesini görebilmek için ağır ağır pazar içinde ilerliyordu.
Yolu dalyan balıklarının bulunduğu bölüme gelince birden kalbi heyecanla
çarpmaya başladı. Aslan Ağa, işte orada, kendisine sırtı dönük vaziyette
selelerdeki balıkları sehpasının üzerine koymakla meşguldü. Yanından geçip
karşısında bir yere gizlenerek yüzünü görmek ve emin olmak istiyordu. Tedirgin
adımlarla yanına doğru yürümeye başladığı sırada sesini duydu:
"Beykoz dalyanından kılıç,
Karataşlar dalyanından kalkan, Terkos'tan kürek balığını... Canlı bunlar
canlımı..."
Kara Şahin'ın adeta omuzları çöktü. Bu
ses Aslan Ağa'nın sesi değildi. Yanılmıştı. Adam arkadan ona benziyordu, o
kadar. Ama yılmadı. Vakti vardı. Üstelik halk arasında gezerek olup bitenleri
velinimetine haber vermek değil miydi görevi!?.. Bütün gününü burada
geçirebilirdi. Bir aşçı dükkânına girdi. Dükkân üst katta, çarşıya nazır bir
köşede idi. Pazarın alt katından gelip geçeni görebileceği en müsait yere
oturdu. Buradaki aşçılar hep balık yemekleri yapıyorlardı. Kerevizli kefal
Çorbası, midye pilavı, istiridye ve yeşil salata istedi. Bir müd-
253
det kalaylı tavalarda tereyağıyla
pişirilen balıkları seyretti. Aşçıların hemen hepsinin Rum olduğunu fark etti.
Kormidya dedikleri bir tür soğan dolması getirip bırakan aşçı yamağı da güzel
yüzlü bir Rum çocuğuydu. "Nefis bir mezeliktir beğim!" demişti çocuk
giderken, sanki zuladan içki de ister misin der-cesine. Duymazdan geldi.
Akşamları bu tür yiyeceklerin çeşidinin arttırıldığını ve özellikle Galata'dan
gelen müşteriler ile balık pazarının dolup taştığını biliyordu. Çünkü akşamları
buradaki aşçı dükkânları meyhane düzeniyle çalışırdı. İstanbul'da Aslan Ağa'yı
arayacağı pek çok balıkçı olduğunu, bunları düşünürken fark etti. Çünkü meyhane
olan hemen her yerde balıkçılar vardı ve İstanbul şehri balık zengini idi.
Fener Kapısı, Cibali, Yenikapı, Kumkapısı, Narlı Kapı, Piripaşa, Kasımpaşa,
Galata bunlardandı. Eğer gerekirse bütün bu balık pazarlarını tek tek dolaşıp
Aslan Ağa'yı aramayı işte o sırada kafasına koydu. Ne ki kader onu o kadar
yormadı. Henüz çorbasını içiyordu ki bu sefer Aslan Ağa'yı yüzünden gördü. Lakin
hayret!.. Ne başında balıkçı zolatası, ne omzunda deri yelek vardı. Elinde
taşıdığı ıslak torbayı balık satıcılarından birine vermek üzere pazarlık
ediyordu. Herhalde adamcık kızının ölümünden sonra perişan olmuş, belki işi
dağılmış, kendini kaybetmiş ve şimdi denizden tuttuğu birkaç balığı satacak
hallere düşmüştü. Kara Şahin'in yüreği cız etti. Hızla yerinden kalkıp aşağıya
indi. Balıkçının önüne vardığında Aslan Ağa ile göz göze geldiler. Aslan Ağa
karşısındaki surata bakıyor, ama tanımakta zorluk çekiyordu. Şaşkındı,
kendisine bakan gözlerden tedirgin olmuştu. Neden sonra Kara Şahin'i tanıdı.
Tanımasıyla da yüzünde seğirmeler başladı. İkisi de aynı şaşkınlık içinde
hiçbir şey söylemiyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kara Şahin üzgündü.
İçini hüzün kaplamış, eski günlerdeki yakınlıklarını hatırlamış, kayınbabası
olarak ona acılar çektirmiş olmanın mahçupluğuyla elini öpmek için eğilmişti.
254
Aslan Ağa tam o sırada balık selesini
Kara Şahin'den yana devirip kaçmaya başladı. Bir yandan geçtiği yerlerdeki
tepsi, tezgâh ve seleleri devirerek takip edilmesini zorlaştırıyor, diğer
yandan bağırıyordu:
"Can kurtaran yok muuu? Katil!...
Katil!... Beni öldürecek yetişiiin!.."
Kara Şahin, Aslan Ağa'yı takip edip
etmemekte tereddüt gösterdi. Kızını öldüren biri tarafından kovalanmak bir
adama çılgınca şeyler yaptırtabilirdi. Kaçtığına göre demek ki hâlâ kendisinden
korkuyor ve kızının katili olduğuna inanıyordu. Aradan geçen sekiz aylık zaman
onun fikirlerini değiştirmemişti. Ama olanlara da bir anlam veremiyordu. Bir
önceki görüşünde, üzerinde balıkçılara mahsus kıyafetler vardı ve Tomruk Emini
ile sıkı-fıkıydılar. Ama şimdi bunları düşünmek yerine buradan başını
kurtarmalıydı. Çünkü kendisini göstererek "Katil!" diye bağırmıştı.
Birisi ona inanıp da yakasına yapışmadan sıvışması gerekiyordu. Çarşıdan ve
kalabalıktan sıyrılma-lıydı önce. Aslan Ağa'nın kaçtığı istikametin paralel
caddesine dalıp ardından kimse gelmediğini görünceye kadar koştu. Sonra birden
aklına geldi. Daha önceki karşılaşmalarında da Aslan Ağa aynı istikamete, hatta
aynı caddeden kaçmıştı. Birden kendi bulunduğu caddenin ileride onun kaçtığıyla
birleşeceğini düşündü. Yüksek olmayan bahçe duvarlarıyla çevrili evleri koşarak
geçtikten sonra iki caddeyi buluşturan köşeye vardı. Burası eski Bizans forumlarından
biri idi ve İstanbul'un başka yerinde olmayan şekilde evler burada bitişik
nizamda yapılmış olup küçük bir meydana bakıyordu. Taş döşeli bu meydana da tam
altı cadde birden açılıyordu. Kara Şahin kaftanını ters yüz ederek içini dışına
giydi. Lale desenli mavi kaftan şimdi altın tel işlemeli bordo bir kaftan
olmuştu. Başındaki sarığın da beyaz tülbentini sıyırıp yeşile dönüştürdü.
Meydanın ortasındaki dikili taşın arkasında beklemeye başladı.
255
Eğer tahmini doğru çıkarsa Aslan Ağa
birkaç dakika içinde buraya gelecekti. Eğer gelmezse bu caddede bir yere
girdiğini düşünecekti ki bu ya oturduğu ev, veya çalıştığı mekân demek
olurdu.
Tahmininde yanılmamıştı. İşte telaşla,
hızlı adımlarla ve arkasına baka baka geliyordu. Kendisini bir ağacın arkasına
iyiden iyiye gizledi. Sarığının yeşil tülbentini bir kat çözüp sanki üşüyormuş
gibi ağzına ve sakallarına örttü. Artık Aslan Ağa onu tanıyamazdı. Nitekim
meydandan geçince daha rahat yürümeye başladı. Sirkeci istikametine akan
caddede ilerliyordu. Kara Şahin uzaktan onu takibe başladı. Elli metre kadar
ardından bir yolcu gibi yürüyor, ama yine de kâh ağaçları, kâh gelip geçenleri
siper ederek fazla dikkat çekmemeye çalışıyordu.
Kara Şahin caddenin iki yanındaki bahçe
duvarlarını geçtikçe, Aslan Ağa'nın ilerideki ahşap konaklardan birine
gireceğini umuyor, böylece evini öğrenmiş olacağını zannediyordu. Bütün
istediği Nakşıgül'ün anısına biraz daha yakın olmak, en azından ailesinin
yaşadığı yeri öğrenmek, belki ileride dadısını veya evin seyisini yalnız yakalayıp
ondan haberler sorabilmekti. Bir sabah ansızın kopanldığı konakta daha sonra
neler olmuştu, konak nereye gitmişti, Nakşıgül'ün mezarı neredeydi, şimdi
ailesi ve bilhassa kayınvalidesi ne yapıyordu, kızlarının acısına tahammül
ederken neler yaşamışlardı?.. Bunun gibi daha bir yığın soru aklını devamlı
meşgul ediyor, sanki başını heyecanla dinlediği bir hikâyenin sonu kadar
meraklandırıyor, hikâyenin içinde olmaktan ıstırap duyuyordu.
Aslan Ağa yürüyor, yürüyordu. Hiçbir
kapıda durmuyor, hiçbir eve girmiyordu. Yeniçeri neferlerine ait Çardak
Kahve-hanesi'nde Tomruk Emini ile buluşup kucaklaştıkları ana kadar Kara Şahin
onun hakkında hâlâ masum düşünceler içindeydi. Kara Şahin kesif çubuklar,
tömbeki ve nargile dumanlarının bir tabaka gibi kapladığı kahvehanenin kapısına
yakın
256
bir peykenin kenarına ilişerek kendisine
bir kahve söylediğinde aslında onların konuştuklarını duyabilecek bir yakınlığa
ulaşmanın çarelerini arıyordu.
Kahvehanenin yazlık kısımları henüz
kapalıydı ve İstanbul'un bütün aylakçı takımı, işsiz güçsüz serseriler, evbaş
ve kallaş cinsi yeniçeriler, rıhtımdan gelen gayrimüslim denizciler hep burada,
basık çatının altında sırt sırta, dip dibe tünemiş, sohbet ediyorlardı. Tek
başına oturan bir adamın dikkat çekeceğini, hele böyle devlet sohbetinin
yapıldığı, sultanın, sadrazamın, şeyhülislamın açıkça tenkit edilip küfürler
savrulduğu bir yerde ya sultan akrebi ya vezir akrebi sayılacaklarını
biliyordu. Üstelik de bordo kaftan, yeşil sarık ile...
Canını almak isteyen iki kişinin
karşılıklı oturuyor olmasından ziyade ne konuşuyor olduklarını düşünmekti onu
çıldırtan. Yanlarına yaklaşma imkânı bulamamıştı. Hareketlerini ve yüzlerini
incelemek, dudaklarına ve mimiklerine bakmak, onlardan bir sonuç çıkarmaktan
gayrı çaresi yoktu. Hiç kıpırdamadan, dikkat çekmeden yapmalıydı bunu. Küçük
bir gaf, çok tehlikeli olabilirdi. Kahvesini bile höpürdetmeden içiyordu. O
sırada yanlarına gelen iki kişi dikkatini çekti. Aslan Ağa'nın hemen sağına
oturup anlattıklarını hayretle dinlemeye başlayan genç çocuğu tanımıştı.
Bindallı Mahmut Çavuş ile birlikte gezen çorbacı yamağıydı bu. Onun karşısında
oturup anlatılanlara inanmamış gibi Aslan Ağa'yla alay eden ve şaka yapan şu
korkunç suratı ise Binbirdirek'te görmüştü. Sonra çevrelerindeki insanlara
baktı birer birer. Şu arkalarındaki peykede oturanlar da buranın
gediklilerindendiler. Daha önce Tomruk Emini'nin ardından hızlı hızlı koşturan
cüce de işte oradaydı.
Burada bir şeyler döndüğüne dair içine
kocaman bir şüphe düştü. Aslan Ağa acaba bildiği Aslan Ağa olmayabilir, Tomruk
Emini İstanbul'un asayişinden ziyade özel birilerinin asayişini düşünüyor
olabilir miydi?!..
257
Bugün kararlıydı. Aslan Ağa'yı gittiği
yere kadar takip edecek ve Nakşıgül'e dair bir şeyler bulacak, burada gördüğü
adamlarla olan ilişkiyi de öğrenecekti. Dersaadet'te akşam ezanları okunmak
üzereydi. İbrahim Paşa sarayına geç gitme pahasına bu kararından dönmeyecekti.
Dikkat çekmemek için dışarıda karanlıkta beklemek istedi. İçtiği kahvenin
parasını ödediği sırada yanından dört ihtisap zabiti geçtiğini fark etti. Dördü
de silahlıydı ve kararlı adımlarla ilerliyorlardı. Yanılmamıştı, Tomruk
Emini'nin yanına gidiyorlardı. Bir an evvel dışarı çıkmalı ve gizlenmeliydi.
Çardak kahvehanesinde bir dalgalanma, bir uğultu oldu. İhtisap zabitleri Tomruk
Emini'ne rağmen, Aslan Ağa'nın kollarından tutup kaldırdılar:
"İmanım Esed Ağa, Sultan hazretleri
sohbete bekliyor." Kara Şahin aynı tonda bir cümleyi Bindallı Mahmut
tutuklanırken duyduğunu hatırladı. O vakit gelenler asesler idi. Bu sefer
gelenlerin ihtisap zabitleri olması işin içinde bizzat sultanın da emrinin
bulunduğunu gösteriyordu. Bu yüzden Tomruk Emini'nin öncelikle "Ağalar,
yanlış yapıyorsunuz. Ben Esed Ağa'ya kefilim, bırakın onu!" ikazına da,
ardından gelen "Size bu emri kim verdi? Burnunuzdan getiririm!"
tehditlerine de hiç itibar etmediler. Yalnızca içlerinden biri: "Ağa
hazretleri, hani sizin bir türlü içinden çıkamadığınız Haliç'te bulunan
cesetler var ya, bu adam işte onlardan sorumlu tutuluyor; isterseniz hiç arka
çıkmayın!" diye üstü kapalı bir tehdit ile onu susturdu. Bu, sultanın
muhafız teşkilatı ile sadrazamın devlet güvenliği teşkilatı arasındaki gizli
sürtüşmenin de dışa vuruntuydu. Aslan Ağa, yerinden kalkarken sunturlu bir
küfür savurup mırıldandı:
"Yürü bre kahpe dünya, Esed Ağa'ya
da kalmadın!.." Kara Şahin, dudaklarını pişmanlıkla bükerken yalnızca
içinden bir isim tekrar etti: "Esed Ağa, öyle mi?!.."
258
43. Sual:
Şahin Avcılarına Emirleri Kim verdi?
Tomruk Emini, Damat İbrahim Paşa'nın
huzurunda yerlere kadar eğilmiş olarak söylediği cümleyi, hemen hemen aynı anda
ve yine aynı biçimde İshak Efendi'nin de Sultan Ahmet'in önünde söylediğini
bilmiyordu:
"Efendimiz, Şehzade Ahmet
olduğundan şüphelenilen Kara Şahin'in yaşadığını öğrendik. Kılık ve kimlik
değiştirmiş."
"Kim olmuş peki?"
"Henüz bilmiyoruz efendimiz, ama
tez vakitte bulacağız?"
"Efendi, sadakatinden şüphem olsa
seni derhal siyaset ettirirdim illa ki hamakatından hiç şüphem kalmadı. Şimdi
yıkıl karşımdan!"
Huzurlarındaki adamları kovdukları
sırada aynı şeyi düşündüklerini sultan ile damadı olan vezir de bilmiyorlardı:
"Şehzade Ahmet'i başkalarından evvel ele geçirmeli!" İkisi de bu işi
gizli tutmanın ve kimseciklere bildirmemenin yollarını
259
düşünüyor ve bu sırada sultan
"Ahmağın kalbi dilinde; akıllının dili kalbindedir" sözünü, veziri de
"Kişi dilinin altında gizlidir" meselini hatırlamışlardı.
İki saat kadar sonra, sultanın
görevlendirdiği tulumbacı neferi ile vezirin görevlendirdiği gizli servis
mülazımı, avuçlarına konulan altın keselerini koyunlarına sokarken hemen hemen
aynı cümlelerle tekrar ediyorlardı:
"Kara Şahin!.. Kartal da olsan seni
yuvanda bulup karga gibi avlayacağım!"
Üç Hilal Cemiyeti'nin genç
mülazımlarından Osman, Top-kapı Sarayı'nın heybetli kapısından, Muşkaralı
tulumbacı Sarı Celep de hemşerisi olan vezirin ihtişamlı sarayının nakışlı
kapısından aynı görev için İstanbul sokaklarına daldılar.
260
44. Sual:
Aslan Avında Geç Kalmanın Bedeli neydi?
"Laleleri diyordum Hafız Çelebi,
laleleri, bu yıl saksılarda değil de vazolarda sunsak insanlara, müsabakada
zarif vazolar kullansak?"
"Bunun doğu milletlerinde hiç
olmayacağını bilmelisin Bi-can Efendi," diye karşılık verdi Hafız Çelebi
bir müddet düşündükten sonra, ardından da lale soğanlarının köklerindeki ayrık
otlarını ayıklamaya devam ederek sözünü bitirdi, "çünkü onlar laleyi canlı
iken seyretmeyi ve ona göre beğenmeyi severler."
"Ama vazoda olunca lalelerimizi
ayrıca süsleyebilir, renklerine renk, tazeliklerine tazelik katabiliriz."
Bican Efendi bu itirazını yaparken
topraklı elindeki otları yırtık bir torbaya tıkıştırmakla meşguldü.
"Doğru dersin ama biz bu laleleri
koparmaya kıyamayız. Şairin 'İzhar-ı kudret etmiş Allah şu lalede' dediği bir
çiçeği,
261
Allah'ın güzelliğine delalet eden böyle
bir çiçeği nasıl olur da koparırız. Bu yüzden saksılarda yetiştirilmiş nadir
çiçekler, İstanbullu bir gelinlik kızın çeyizindeki en değerli parçalarıdır.
Başka ülkelerde çiçekleri kesip saplarından ince çöplerle bağlayarak sepetlerde
satıyorlarmış. Allahım ne büyük bid'at!.. Köklerinden kopartılmak suretiyle
öldürülen çiçeklerin hemen az sonra soluvermesi, bizim artık dönemeyeceğimiz
bir geçmiş ile şimdiki halimizin acı bir mukayesesi gibidir. Hani bir derviş
Yunus hikâyesi var ya!.."
Bican Efendi'nin her zamanki meraklı
haliyle "Hangi derviş Yunus, ben tanıyor muyum, hangi hikâye bu?" der
gibi yüzüne baktığını görünce alçak sesle "Eh!.. Elbette, Felemenkli
Pit-Jan Efendi, Derviş Yunus'u nereden bilecek, bendeki akıl da..." diye
fısıldadıktan sonra anlatmaya devam etti:
"Tamam, tamam... Anlatacağım, dinle
bak!.. Vaktiyle Selçuklu sultanları devrinde Yunus adında bir derviş yaşarmış.
Dervişleri bilirsin hani, bir mürşit gözetiminde olgunlaşma çabası güden
insanlardır. Kibirsiz, garezsiz, ihtirassız, kendi iç dünyalarını
zenginleştirmek üzere dünya nimetlerinden uzaklaşırlar. Zengin iken fakir gibi,
sultan iken kul gibi yaşamayı tercih ederler. İşte bu Yunus, kendi mürşidi
Taptuk Emre'nin kapısına kırk yıl kuru odun taşımış. Hiçbir gün eğri bir odun
getirmemiş tekkeye. Çünkü o eşikten içeriye girecek olan şey -odun bile olsa-
eğri olsun istemezmiş. Kırk yıl boyunca hiçbir dal koparmadan, hiçbir ağaç
kesmeden hep kuru odunlar toplamış dağlardan. Kalem kadar düzgün kuru odunlar.
Yunus'un piri bir gün dervişlerine, "Haydi gidin, kırlardan biraz çiçek
toplayıp getirin!" demiş. Bütün dervişler koşmuşlar çiçek toplamaya.
Papatyalardan, nergislerden, çiğdemlerden, sümbüllerden demet demet ıtır
derlemişler, tomar tomar renk devşir-mişler. Herkes en güzel çiçekleri ben
toplayayım da mürşidin gözüne gireyim istermiş. Gün inerken Yunus eli boş
dönmüş
262
tekkeye. Dervişler alay etmişler onunla.
"Çiçek bulamayan zavallı, sünepe bir derviş!" demişler. Oysa şeyhi
sorunca şöyle cevaplamış Yunus, "Efendim! Hangi çiçeği koparmak için el
uzattıysam, onu, Allah'ı zikrederken buldum ve hiçbir çiçeği koparamadım."
İşte Bican Efendi, o zamandan sonra bizde çiçekler fazla da koparılmaz. Bu
yüzden saksı âdetimiz vardır da vazo âdetimiz yoktur bizim. Onun için lale
pazarına gönderdiğimiz çiçekleri demetlerle değil de tek tek saksılarda göndeririz.
Tek tek olması da ayrıca mana ifade eder çünkü."
"Bu dediğinizi anlamakta ben
zorlanıyorum Hafız Çelebi. Felemenk yurdunda biz de lalenin güzelliğine hayran
yaşarız, onu da Allah yarattı deriz, ama Allah'ın yarattığı bir güzelliği daha
da güzel gösterecek yolları denemekten geri kalmayız.
Hafız Çelebi, tam "Elbette bu da
bir yol..." diye söze başlamak üzereyken bahçe kapısının tiz perdeden bir
gıcırtı ile açıldığını duydular. Gelen Kara Şahin idi. Hafız Çelebi hüzünlü ama
şaşkın bir sesle "Buyur Selman Abdal! Bugün sen de Yu-nus'a
benzemişsin."
Hafız Çelebi, Yunus'a benzemişsin derken
aslında Bican Efendi'ye "Yunus işte bu derviş gibi giyinirdi!" demek
istemiş, başıyla onu işaret etmişti. Sonra, aralarında geçen günden bir göz
aşinalığı bulunan bu iki adamı samimiyetle tanıştırdı. Biraz oyalandı, havadan
sudan konuşacak oldu. Ama Kara Şa-hin'in Topaç Yeye'yi sormaya geldiğini
biliyordu. Ve ne çare ki verecek bir cevabı yoktu. Üzüntüsüne bir kat daha
üzüntü katılmıştı, o kadar.
"Hasta mısınız efendim, çok solgun
ve perişan görünüyorsunuz?"
"Yok Şahin evladım, hasta değilim
de üzgünüm işte. Ye-ye'den hâlâ haber yok. İhtisap Ağası ahbabımdır, haber
gönderdim, Yeye'nin eşkalini tarif ettirdim, 'Merak etmesin!' demiş, kısa
zamanda bulunurmuş."
263
Kara Şahin bu cümle üzerine fazla bir
şey sormanın işe yaramayacağını anladı ve Hafız Çelebi'nin sağlığına dikkat
etmesi gerektiğini, Yeye için üzülmenin ona yarar getirmeyeceğini, lale
mevsiminde yapacağı çalışmaların önemli olduğunu, bir yıllık emeğiyle açacak
laleleri bütün İstanbullulara gösterecek bir güzelliğe büründürmesinin lüzumunu
ve nihayet Katre-i Matem'in birkaç gün içinde açmasını dört gözle beklediğini
vs. anlatıp durdu. Kendi eliyle ıhlamur ve papatya karışımı bir çay yapıp
onlarla biraz vakit geçirdi. Bu arada Bican Efen-di'nin bozuk Türkçesi ile
yaptığı şakalara nezaketen ve sırf Hafız Çelebi'yi neşelendirmek için güldü,
Bican Efendi'nin memleketinde yaptıklarını ilgiyle dinledi. Gün ikindiye yüz
tuttuğu sırada da ayrılmak üzere izin istedi. Hafız Çelebi bahçe kapısına kadar
ona eşlik edip tembihlerde bulundu, Yeye'nin ortadan kaybolmasıyla kendi durumu
arasında bir bağlantı bulunma ihtimalini anlatıp çok çok dikkatli davranmasını
söyledi. Yeye'yi kaçıran katillerin, kendisinin de başına bir çorap örebilecekleri
ihtimalini hatırlattı. Ardından kapıyı kapatırken hâlâ ikazlarına devam
ediyordu:
"Yolun açık olsun, Aman ha evladım,
tedbiri elden bırakma!.."
Kara Şahin Hafız Çelebi'nin yanından,
kafasında Bican Efendi'ye ilişkin sorularla ayrılmıştı: Acaba Yeye'nin
kaybolmasında Bican Efendi'nin parmağı var mıydı? Acaba Çelebi'nin saflığından,
temiz kalpliliğinden yararlanıyor olabilir miydi? Belki de yanıhyordu ama
Yeye'nin kayboluşu hakkında her şeye şüpheyle bakması gerekiyordu. Sağlıklı
düşünebilmeyi başarmak zorunda olduğunu biliyordu. Her şeyden ve herkesten
şüphe etmek yerine ilişkileri iyi tahlil etmek ve iyi değerlendirmek
gerektiğini, ancak ondan sonra muhakeme yaparak bir yol yordam izlemek zorunda
olduğunu kendisine telkin edip durdu. Yürürken dalıp gitmişti. Hâlâ bahçelerin
264
arasındaki tozlu yollardaydı. Birden bir
ses duyar gibi oldu. Sanki bir kadın sesiydi. İyice vehimli olmaya başladığına
inanıp başını iki yana sallayarak hayıflandı. Sonra birden durakladı. Bu
duyduğu ses bir vehime benzemiyordu:
"Ağam, ağam! HiştL"
Evet bu bir kadın sesiydi ve hemen
arkasından fısıldamıştı. Çevrede kimsecikler yoktu. Kendisini neden
fısıldayarak çağırıyordu. Bunda bir bit yeniği vardı. Bu tenha bahçelerin
arasında bir kadının yalnız dolaşması; olacak şey değildi. Bir tuzak? En iyisi
tanımazdan gelmekti. Sanki kadının seslendiği kişiyi kendi çevresinde arıyormuş
gibi etrafına bakınarak sordu:
"Kim, ben mi?"
"Bunu siz düşürdünüz galiba?"
"Hı!?.."
Kara Şahin hiçbir şey düşürmediğinden
emin, kadının kendisine uzattığı nesneye baktı. Birden gözleri fal taşı gibi
açıldı. Bu sekiz ay evvelki veda sırasında Topaç Yeye'ye verdiği bıçak idi.
Babasından yadigâr olduğunu sandığı veya öyle inanmak istediği söğüt yaprağı
bıçak. Ani bir hareketle onu kadının elinden alırken gayriihtiyari haykırdı:
"Nerden buldun bunu kadın?"
"Bu sizin mi?"
"Nerden buldun diyorum sana!"
"Ben de bu sizin mi diyorum!"
Kadının sesi inatla ve korkusuzca
çıkmıştı. Şahin o sırada karşısındaki kadının yüzüne yakından baktı. Yaşmağının
tül kenarlıkları içinde bir çift siyah göz görüyordu. Kenarları kırışmamış,
kalem kaşların altında, gençlik ateşi ile parlayan bir çift göz. Bu bakışın
kendisine emreden bir yanı vardı sanki. Ve de güven veren.
"Evet benim, size nereden
geldi?"
"Bilmek isterseniz beni takip edin!.."
265
Kara Şahin bir an tereddüt geçirdi.
Çevresine yeniden bakındı. Bir tuzağın içine çekilip çekilmediğini iyiden iyiye
araştırmak istiyordu. Sonunda biraz daha ısrarcı olmak üzere arkasını dönüp
yoluna gitmek ister gibi yaptı ve bıçağı da kadına doğru havaya fırlattı.
"Bir derviş böyle bir bıçağı unutsa
da olur." Kadın bıçağı çok çevik bir hareketle kapıp sıçrayarak önüne
geçti, yolunu kesti:
"Şahin Ağam, yok yok affedersin,
Selman Abdal diyecektim, her ne isen, şimdi benimle geliyorsun, o
kadar!.."
Karşısındakinin kararlılığına cevap
verme sırası Şahin'e gelmişti. İki kolundan da kavrayıp öfkeyle haykırdı:
"İn misin, cin misin be kadın,
neyse meramın çabuk söyle!?.."
Kadın yine çok çevik bir hareketle
elinden kurtulup çevresinde bir kere döndü ve onu arkasından bir esir gibi
kıskıvrak
yakaladı.
"A-haL Dervişimiz bir kadına
namahrem diye dokunmaktan da kaçınmıyor demek ki!" Sonra da kulağının
dibine ağzını getirip şefkatle fısıldadı:
"Topaç Yeye seni bekliyor!.."
Eğer şu anda bu kadın Yeye'den bahsediyorsa
en azından gideceği yerde küçük dostu hakkında yeterli bilgiye ulaşabilirdi. Bu
tehlikeli bir karar olabilirdi, yine de gitmeden edemezdi. Tehditkâr bir
tavırla gürledi:
"Eğer bir bit yeniği sezersem seni
sağ bırakmam kadın?!. Şimdi düş önüme!.."
"Dervişimiz pek de nazikmiş
hani!.."
Yol boyunca ikisi sanki birbirlerini
tartıyor, sinir savaşı içinde sabır sınavından geçiriyorlardı. Bahariye
yolundan geçip Eyüp Sultan köyünün ilk evlerine yaklaştıklarında kadın
kendisini uzaktan takip etmesini ve girdiği kapıdan girmesini
266
tembihleyerek uzaklaştı. Haliç'te
güneşin son ışıkları aa eriyip kaybolmuş, el ayak çekilmiş gibiydi. Kadının
girdiği kapıyı hafifçe tıklatmak üzere elini uzattığında iki tokmak birden
görüp duraksadı. Bunlardan birisinde maharetle oyulmuş bir aslan başı,
diğerinde de gül rölyefi vardı. Alışkanlıkla elini aslanlı tokmağa uzattığı
sırada bunun tok bir ses çıkartacağını düşünerek vazgeçti. O yıllarda
bahçelerin cümle kapılarında çift tokmak bulundurmak yaygın bir gelenek
olmuştu. Kadınlar kapıya gelince -kendi ruhlarına uygun buldukları ve tiz ses
çıkaran- gül motifli tokmağa, erkekler de tam aksine -gürültülü ses çıkaran-
aslan motifli tokmağa el atıyorlar, böylece ev sahibi kapısına gelenin erkek
mi, kadın mı olduğunu tokmak sesinden anlayabiliyor ve ona göre kapıyı ya
haremden birileri açıyor, yahut misafir için selamlıkta hazırlık başlıyordu.
Kara Şahin aslan başı tokmaktan elini çekip gül tokmağı tutmak üzereyken
kapının aralık bırakıldığını fark etti. Avucunun içiyle ileriye ittirdiği
sırada bir kol kendisini içeri çekip kapıyı acele kapattı. Çeken elin aynı
kadına ait olduğunu kadının kokusundan anladı. Konağa doğru gideceklerini
sanırken kadın onu, bahçenin içinde adeta gizlenmiş bir kulübeye götürdü.
Burası Yeye'nin büyüdüğü, annesiyle bahtiyar zamanlar geçirdiği ve Şehnaz'a
tutulduğu evdi. Bir müddet ikisinin kucaklaşmalarını ve sevinçten ağlamalarını
seyreden kadın üzerindeki uzun çarşafı çıkarırken otoriter tonda seslendi:
"Hoş geldiniz Şahin Bey! Hasret
gidermek için çok vaktiniz olacak. Şimdi kesin zırlanmayı. Ben gidiyorum. Veyis
Ağa ile hanımefendi biraz sonra Leyla ile Mecnun okumak üzere beni çağırırlar
bile. İmdi, seninle konuşacak çok şeyimiz olacak. Bu gece istersen burada
kalabilirsin, yarın konuşuruz ve seni kimse görmeden dışarı çıkartırım. Az
sonra Şehnaz ile size yemek de göndermeye çalışırım. Pencerenizden ışık
sızmasın. Mümkünse hiç mum yakmayın."
267
Kara Şahin önce emirler yağdırıp dışarı
çıkan kadının ardından bakakaldı. Sanki annesinin giyimini hatırlatan zarif bir
yanı vardı. Ayağında sırma işlemeli bir yemeni, topuklarına kadar uzanan ipek
bir şalvar, üzerinde beyaz bürümcükten işlemeli bir gömlek, gömleğin yakasında
elmas bir düğme, üzerinde sırma telli uzunca bir entari ve belinde dört parmak
eninde gümüş kakmalı bir kemer. Bu haliyle hiç de öyle halayık ve cariye
sınıfından birine benzemiyordu.
Kara Şahin, kendisine emir veren kadın
kapıdan çıktığı sırada başındaki feracesinin yarı açıldığını ve o anda yüzünün
ortaya çıktığını fark etti. Bu kadın değil, ancak yirmili yaşlarında bir genç
kız idi. Kapıdan çıkar çıkmaz Yeye'yi iki omzundan tutup karşısına alarak
yüzüne baktı. Sonra da sanki sekiz aylık bir hasret ile değil de öte dünyadan
geri dönmüşçesine birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Şahin, yarı aydınlıkta bile
Yeye'nin yüzünün solgun, yanaklarının çökmüş olduğunu fark edebiliyordu. O gece
başlarından geçen her şeyi birbirlerine anlattılar. Külhandaki üçüncü gece
yaptıkları gibi bilinmesi gereken ne varsa konuştular. Yeye eski dostuna ilk
kez Şehnaz'dan bahsetti. Şehnaz hakkında konuşmama orucu tutacağına, adını dile
düşürmemeye söz vermişti ama küfür tacirinin helvacı dükkânından sonra ortada
ne sır kalmıştı, ne ayıp. Şehnaz o ilk karşılaşmalarında özlemle ve hasretle
ağlamış ve tabii aşk seli içini yeniden istila etmişti.
Şahin, kardeşinin başını sağ omuzuna
yaslamış, eliyle saçlarını okşarken sırayla öğreniyordu. Meğer küfür taciri
helvacıda başına gelenlerden sonra dayanamamış, bir seher vakti baba ocağım
dediği Hafız Çelebi'nin evinden ayrılıp ana ocağına, Şehnaz'ı aramaya gelmiş.
Şiddetli yağmurların yağdığı gün, konağın çevresinde kâh saklanıp kâh gezinerek
Şehnaz'ı aramış, belki yine çarşıya çıkar umuduyla akşamı etmiş, gece boyunca
da saçak altında bahar yağmurlarının sesini dinleye-
268
rek konağın dışarıya sızan ışığını
gözleyip karabaşın havlamasını dinlemiş, nihayet sabaha yakın bir vakitte
karabaşın sesi kesildiği sırada içeriye sızabilmiş, lakin takati yetmeyip düşüp
bayılmış. Gözlerini açtığında kendisini evinde, odasında, annesinin kokusunu aldığı
sergenlerin ayak ucunda ve tavansız odasında bulmuş. Topaç Yeye kesik
öksürükler arasında bunları anlatırken bir ara "Öldüm de kendimi cennette
uyandım sandım!" deyiverdi. Şahin'in "Bir huri eksik!" şakasına
da, "Hayır hayır, huri de var, seni bana getirenin adı Hörükız,"
cevabını verdi.
Pencereleri ve bacası sıkı sıkıya kilim
ve yaygılarla kapatılmış olan odanın kapısı açıldığında Kara Şahin, Şehnaz'ı
ilk defa gördü. Elleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ona hoş geldin diyor,
Yeye'yi koruyup kolladığı için teşekkür ediyordu. Kara Şahin Şehnaz'a hemen
ısınıverdi. Evet, dilsizdi, konuşa-mıyordu, ama edasıyla insanın ruhuna bin bir
makamdan ezgiler yayıyor, bir musiki nağmesi gibi çevresine etki ediyordu. 0
güne kadar Yeye'nin yaşadığı aşk ve hasreti hiç teferruatıyla sorup öğrenmemiş
olduğu, yalnızca kendine ait dertlerle ilgilendiği için ahmaklığına ve
bencilliğine içinden yüzlerce küfür savurdu ve lanet okuyup durdu. Demek ki
Topaç Yeye neredeyse bir yıldır çaresiz dertler içinde kıvranıyordu da kendi
derdiyle başkalarının kafasını şişirmek istemiyordu ha!.. Aşk bu çocuğun içinde
nasıl bir yumak idi ki hiç kimseye söylememişti?.. Hafız Çelebi bir zaman
"Aşk sırdır!" demişti. Demek Yeye de aşkını bir sır olarak saklamayı
yeğlemiş, kendisiyle hiç paylaşmamıştı.
Yeye'ye hastalığında o ve Hörükız
bakmışlar, Yeye'nin tarifi üzerine Hafız Çelebi'nin çiftliğini bulmuşlar,
birkaç gün Hafız Çelebi'ye gelip giden insanları gözetleyip olanları
anlatmışlar, bu arada Yeye tarif üzerine bahçeye gelip gidenlerden birinin Kara
Şahin olduğunu tahmin etmiş, lalelerin açma mev-
269
siminde geri döneceğini de bildiğinden
kavuşma umudu artmış, hatta Hafız Çelebi'yi de çok özlemesine rağmen biraz
hastalığı yüzünden, biraz da Hörükız'ın isteği ile geri dönmemiş, Şahin'i oraya
getirmenin çaresini aramışlar, Hörükız da bunu maharetle başarmış, ikisini
buluşturmuştu.
Hörükız, Topaç Yeye ile, kendisi
hakkında bilinmesini istediği kadar bilgiyi paylaşmıştı. Dediğine göre Üç Hilal
Cemiye-ti'nin iki kadın zabitinden biriydi. Yalnızca kendisinin bildiği çok
özel bir görev için, cemiyetin reisi olan babası tarafından yetiştirilmişti.
Onu tanıyanlar, rahmetli babasından kendisine intikal eden bu görevini asla
bilmezler ve sormazlardı. Bununla birlikte kendisine uzun sürmeyecek küçük görevler
verirler, onun haricinde nerede, nasıl çalıştığını asla merak etmezlerdi.
Şimdilerde yine o küçük görevlerden biri olarak Şehnaz'ın babasına gelip giden
bir adamın peşindeydi. Şehnaz'ın ailesinin bir dadı aradığını öğrenince cüz'i
bir ücret karşılığında hizmetkârlığı kabul edip eve yerleşmiş. Bundan Şehnaz'ın
hâlâ haberi yokmuş. Dediğine göre peşinde olduğu adam Topaç Yeye'ye sarkıntılık
edip de şiddetli dayaklardan sonra konaktan Bimarhane'ye gönderilmesine sebep
olan kişiymiş. Bunu aralarında konuşurken tesadüfen keşfetmişler. Hörükız'ın
Ye-ye'yi burada tutma sebebi de bu imiş. Ondan adamı teşhis etmesini
istiyormuş. Çünkü aynı adam, bugünlerde Şehnaz'ın peşindeymiş. Hörükız'a göre
onu kaçırabilir ve İstanbul'dan kalkan bir gemi ile Mısır'a cariye olarak
gönderebilirmiş. Daha evvel bu yolda pek fazla cürmü olduğu biliniyormuş.
Ayrıca Veyis Ağa'ya kötülük yapıp onun konağını dağıtması da müm-künmüş. Çünkü
bu adam yalnız çalışmaz, bir çete ile ortak hareket edermiş.
Şahin bütün bu olup bitenleri ve Yeye'nin
başından geçenleri hayretle dinledikten sonra kendi bilgileriyle örtüştürdü.
Yine uykusuz geçecek bir gece vardı önünde. Hadiseleri bir-
270
leştirmesi gerekiyordu. Bir eli Yeye'nin
ateşler çıkan alnında, diğer elini başının altına destek yaparak dirseği
üzerinde uzanmış vaziyette her şeyi yeniden düşündü. İhtimalleri tekrar tekrar
gözden geçirdi. Bu arada sık sık "Hafız Çelebi'ye bir an evvel haber
vermeli! Zavallı adam, Yeye'yi katiller elinde sanıp kahroluyor!" diye
tekrarlamaktan da geri kalmadı. Uykusuz bir gecenin sabahında Hörükız'a
söyleyeceği çözüm cümlesi tamamen billurlaşmış, bütün olaylar üst üste
örtüşmüştü. Yalnızca bir tek soru soracak ve sonra kendinden emin olarak
hadiseyi baştan sona gergef işler gibi anlatacaktı. Soru şuydu:
"Aradığınız adam kırk beş
yaşlarında, esmer, hafif kamburu çıkık, kırçıl sakallı birisi miydi?"
Ve cevabı onaylanarak gelirse şu cümleyi
söylemesi gerekiyordu:
"Burada beklemenize hiç gerek
kalmamış. Çünkü aradığınız adam benim kayınbabam Aslan Ağa'dır ve artık zindandadır."
Kuşluk vakti kulübenin kapısı
açıldığında, Şahin ile Hörükız arasında pek kısa süren bu konuşmayı izleyen
Topaç Yeye Yusuf ile Zeliha arasında kaybolan gönlün hikâyesini hatırladı. Kara
Şahin'in, kendisine bir çocuk gibi davranan bu kıza haddini bildirmek
istercesine üst perdeden ahkâm kesmesini de, gurur sarhoşu olmuş biri
karşısında kendini ezdirmeyen Hörükız'ın, onu zaten bildiği şeyleri
anlatıyormuş gibi dinlemesini de bu kayıp gönül ile telif etti. Şahin, o kısa
cümlelerin sonunda Hörükız'ın son sorusunu iyi tahmin edememişti:
"Ama bizim aradığımız adamın adı
Esed Ağa'dır!."
"Aptal olma, ha Türkçede Aslan; ha
Arapçada Esed, ne fark eder?!."
"?!.."
271
.
m
-derkenar-
yusuf ile zeliha arasında
Dünyalar güzeli Yusuf'a sordular:
"Ey Zeliha nın gönlünü alıp onu
perişan hale koyan. O senin yüzünden acze düştü de derdine derman olmadın;
hasta bıraktın onu. Gönlünü kaptın ve geri vermedin. Geri versen ne olur; sen
buna kadir değil misin?"
"Ben onun gönlünü gelmedim de,
çalmadım da. Ne onun bana gönül verdiğinden haberdarım, ne böyle bir kastım
oldu. Onun gönlüyle bir işim yoktur benim."
O dostlar sonra Zeliha ya sordular:
"Sözüne sadıksan, Yusuf senin
gönlünü nasıl çalmıştı; dosdoğru söyle bize. Yok eğer gönlün hâlâ sendeyse ve
Yusuf'tan gönül istiyorsan bu, naz yapıyorsun demektir."
Zeliha yeminle söyledi:
"Bedenimdeki her kıldan gönlüm
habersiz. Neden ve nasıl âşık oldu, âşık olunca nereye gitti, bilmiyorum."
Sonra o dostlar düşündüler:
"Gönül Yusuf'ta değil ama Zeliha'da
da değil. Ne biri gönül almış, ne diğeri bir gönle sahip!.. Peki ama nasıl
kayboldu bu gönül, nereye gitti? Bu bir sihir değilse nedir?"
272
45. Sual:
Sultanı Kalp Sektesine Uğratan Sual
Nevdi?
Çırağan sahil sarayında, ışığı
Boğaziçi'nde gümüş serviler oynaştıran güneşin odaya dolduğu geniş salonun yan
odalarından birinde, güzel kadınlar ve cariyelerin değişik dillerden bir Babil
kulesini andıran şetaretli sesleri çağıldamaktaydı. Buhurdanlar balmumu
kokusuyla yasemin ıtırları yayarak dalgalanıyorlar, odanın içi dimağları sarhoş
eden nefis bir filbahri tütsüyle doluyordu. Seslerin geldiği odada
hizmetkârları ve şarkıcılarıyla birlikte Fatma Sultan bir saraylı kimliğinin
ağırlığıyla oturuyor, çevresindeki her şeye sessizce hükmediyordu. Canfes ve
ipek kumaşların rengârenk bir yarışta olduğu sahil sarayın selamlık dairesinde
konuklarını karşılayan vezir hazretleri ise ayrı bir neşe içindeydi. Salondaki
herkes bir tö-rendeymiş gibi zarif giyimliydi. Bu tür meclislerde servis ve
hizmetler harem ile selamlık arasındaki dolap aracılığıyla yapılırdı. Ne var ki
İbrahim Paşa bugün serbest davranmış, ya-
273
bancı mısatırierın çoKiugunaan ısuıaae
ueKoııeıere işven Kan-kahaların da eşlik etmesini istemiş, hazırlıkları ona
göre yap-tırtmıştı. Hizmete koşan cariye ve sakilerin gögüslerindeki gül goncaları,
şakaklara iliştirilmiş güvez karanfiller ve özellikle bir Gürcü tazenin
topuzuna asılmış kızıl laleden çelenk, herkesin gözünü alıyordu. Yan odadaki
cariyelerden biri musiki nağmeleriyle kendinden geçmiş olmalıydı ki nihavend
bir ud taksimi ile ardından Nedim Efendi'nin şarkısı duyulmaya başlandı. O
sırada gözler Nedim'in gururunu görmeliydi. Hele herkesin kendisini tebrik eden
bakışları altında mukabelede bulunmak üzere kırılıp dökülüşleri...
Erişti nevbahâr eyyamı açıldı gül ü
gülsen Çerağan vakti geldi lalezârın dîdesi rûşen*
Başlangıçta mecliste bulunanlar, İbrahim
Paşa'nın üzerinde bir sevinç, sultanın omuzlarında da bir hüzün olduğunu gözden
kaçırmadılar. Ancak kısa sürede sultanın hüznü bütün meclise hâkim oldu. Vezir
hazretlerinin balmumu ile meclise okuduğu yirmi kadar devletlûnun bir bahar
neşvesini hüzne döndüren o hadise ise onun ardından geldi. Sultan, vişne
rengindeki samur kürkünü giymişti ve içinde samanî ipekten bir gömlek vardı.
İri cüssesi üzerindeki heybetli başını yana doğru eğip oturduğu yerden güneşin
Boğaziçi'ne bahşettiği ışık oyunlarına dalıp gitmişti. Karşı sahillerin
müstesna manzarasına karışan yakamozların yansıdığı duvarlara yakın oturanlar
onun sık sık iç geçirdiğini, nefesini tutup yeniden göğsünü havayla
doldurduğunu bütün açıklığıyla izleyebiliyorlardı. Ma-amafih elinde taşıdığı
mercan tespihin tanelerini parmaklan
*
İlkbahar geldi, çiçekler ve çiçek bahçeleri açıldı. Çerağan zamanı
erişti, lalezârın gözü aydın!
274
arasında hızla ve öfkeyle sayıp durması,
onun bu halini merak eden birkaç kişi dışında nedense meclistekilerin dikkatini
çekmemişti.
Eğlenmek üzere toplanmışlar, şiirler,
şarkılar, gazeller ile şad olmayı planlamışlardı. Şair Nedim'in şuh
şarkılarıyla sarhoş olmak, badelerle dimağları mest etmekti maksatları. Sey-yid
Vehbî ve reis-i şairân Osmanzâde Taib Efendi gibi şairlerin üst perdeden
mısraları arasında hayaller devşirmekti arzulanan. Ama meclisin seyri hiç de
arzulanan havada olmadı.
İbrahim Paşa iki gün evvel önemli bir
haber almıştı. Vaktiyle Şam Beylerbeyi iken tanıdığı ve şerrinden ürktüğü
Afganlı Üveys Han İsfahan'ı zabtederek İran şahı Eşref Han'ı esir etmişti. Bu
haberi sultana nasıl söyleyeceğinin hesaplarını yapıyor, bir fırsat kolluyordu.
Meclis neşesi bunun için biçilmiş kaftan sayılırdı. Gidişata göre hareket
edecekti. Fakat sultanın sık sık iç geçirmesinden bir değişik hal hissetmiş,
bunu Eşref Han haberini duyduğuna yormuş ve sanki fırtına öncesi bir sessizlik
gibi algılamıştı. Muhtemelen sultan bu haberi İshak Efendi'den öğrenmiş, belki
kendisinden saklandığını fark etmiş, vezirine karşı nasıl davranacağını
bilemediği için hafakanlar geçiriyordu. Üveys Han'ın İran'da hâkimiyeti ele
geçirmesi demek, Azerbaycan bölgesindeki Türk ordusunun varlığını tehlikeye
sokuyordu. Zaten İran'dan gelen haberler çok olumsuzdu ve halk arasında
hoşnutsuzluklar artmıştı. Gelen devlet istihbaratına göre Üveys Han tıpkı Şah
İsmail gibi Osmanlı Devleti içine casuslar gönderiyor, saraya kadar uzanmaları
için çareler arıyordu. Öte yandan aynı Üveys Han Dürzilere karşı başarılı
tedbirler almış, pek çoğunu da tepelemişti. Damat İbrahim Paşa ülke siyasetini
iyi yönetmek zorunda olduğunu biliyordu. Kırım'da giraylar arasındaki hanlık
iddiasına mü-dahil olmak üzere kendi maiyetinde yetişen Handan Ağa'yı casus
olarak göndermiş, Kırım siyasetini yönlendiriyordu. Ancak
275
orada oynanan oyunun bir gün ceremesini
çekeceğini de bilmiyor değildi. Belki de Şehzade Ahmet'i kırım girayları himaye
ediyorlardı. Bir türlü ele geçirilemediğine göre...
Selman Abdal, paşasının hizmetkârlarından
bir musahip olarak ilk defa sultan meclisine katılıyor ve bir vakitler hemen
" yanıbaşındaki mevlevihanede yaşayan Şahin Çan'ı düşünüyordu. Asude,
dingin ve derinlikli bir hayatın içinden bu tantanalı ve şatafatlı hayata nasıl
atılmıştı? Geriye dönüp baktığında yan yana iki bina arasında ne büyük farklar
olduğunu kıyaslayabiliyordu. Birinde madde, diğerinde mana ağırlıklı ömürler
yaşanıyordu. Ötekinde durağan, dingin ve içe dönük bir hayatın yine içe dönük
yolculukları, bakışları, duyuşları vardı ama bunda akışkan, hareketli ve dışa
dönük ömürlerin peşinde insanlar sürükleniyor, bakışlar, duyuşlar hep dışa
doğru fışkırıyordu. Soyut ile somut kimliklerin Boğaziçi'nin bu yemyeşil
sahilinde, bu iki ahşap binada, birbiriyle dip dibe ve sırt sırta bulunması ne
garipti. Kendi ruhunu düşündü. Acaba hangisinde daha mutluydu? Nakşıgül onu
Şahin olarak mı yoksa Selman olarak mı daha çok severdi? Şahin kaçan,
kovalayan, yuvarlanan, sürüklenen bir adamdı; Selman ise duran, oturan,
düşünen, yer edinen... Şahin acı çekmek için yaratılmıştı, Selman istese zevk
içinde kendini unutabilir, gününü gün ederek ömrünün sonuna dek yaşayabilirdi.
Selman Abdal olmaktan mutluydu, Nakşıgül'ün aşkıyla başı hoştu, ama bu kılığa
yine onun için girdiğini inkâr etmemeliydi. Kendisini bir kovalayan
bulunmuyorsa eğer, eski Şahin olduğu için değil, yeni Selman olduğu içindi.
Tabii geçen gün Divan Yolu'nda peşine takılan karanlık kılıklı adam sayılmazsa.
İli
Vezir İbrahim Paşa, meclise belki revnak
verir diye sultanın yakınına yaklaştı ve nabız yoklamak üzere sordu:
276
"Efendimiz! Safanız ve sürürünüz
daim olsun, sizi pek kederli ve hüzünlü görüyorum, lütfederseniz eğer, nedir
sebep?" "Ülkemde her şey güzel olsun istiyorum lala, ama çok şey
benim istediğim şekilde olmuyor. Hazinede para kalmadı. Halkın gidişatı
mübtezel. Ahlakımız mı bozuluyor ne, halk çığırından çıkmış gibi."
"Neler söylüyorsunuz gönlümün
çerağı efendim!.. Bu bahisleri kubbealtında vezirleriniz sizin için
düşünüyorlar. Siz hemen kendinizi üzmeyiniz. Halk zevk u safasında. Hem böyle
bir sulh devrinde bir parça nefes alsalar ziyan mıdır, efendimiz. İstanbul'da
her şey sayenizde pek güzel ve ihtişamlı. Şu müstesna şehirde atalarınız hiç
böyle zevk dolu bir çağ görmediler. İşte Atmeydanı, Bayezit ve Hisar. Ötede
Yedikule, Çubuklu, Bebek ve Üsküdar... İstanbul eğleniyor; efendimiz, biz dahi
eğlensek münasip değil midir?"
İbrahim Paşa konuşurken baharın bütün
ihtişamı salonun pencerelerinden içeri doluyordu. Sessizlik, henüz hükümdarın
tek kelime olsun ona cevap vermemesinden, her zamanki gibi sözünü
kesmemesindendi. İşte o yüzden, ağzından çıkan çığlığa benzeyen inilti herkesi
ürpertmeye yetti:
"Tebriz!.. Ah Tebriz!... Yoksa
Şehzade Ahmet mi alıyor seni benden!"
Bütün başların sesin geldiği yana
çevrildiği sırada Sultan Ahmet'in iri bedeni oturduğu kerevetten salonun
zeminine büyük bir gümbürtü ile devrildi.
Ortalığı kaplayan telaş, o gün orada
bulunan devletlûların ilk kez duydukları Şehzade Ahmet adını da, Tebriz'deki
ordunun bozgununu da, Sultan Ahmet'in geçirdiği kalp sektesini de örtmeye
yetmedi. Hekimbaşı, o günden sonra işinin daha da zor olacağını biliyordu.
277
46. Sual Matem Damlası'nı Muhafazanın
Yolu nedir?
Okuyor, okurken ağlıyordu:
"Osmanzade 'den Hafız Çelebime,
Cümle arz-ı selam, mahabbet ve
meveddetten sonra
Sezam, refik-i dilpesendim, ruhum
efendim,
Lale!.. İstanbul'da söylenen en zarif
kelimedir... Nisan ve mayıs aylarını süsleyen bir sehl-i mümteni... Bir
yaratılış şahikası, bir güzellik masalıdır.
Lale bir ilham; güzellik uğuldar
renklerinde, sevgiler coşar yapraklarında. Lale bir güzel bahçe, şevk ile
yürünür tarhlarında ve şavklar saçılır altı yöne altı yaprağından. Lale hasbî
bir tebessüm, kalbî bir yakınlık... Lale bir aşkın adı; bir derin hüzün
buketi... Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere, paslı demirler parlak
gümüşlere, yavuz bakışlar tatlı gülüşlere döner birden; lale
278
ile uğruna can verilecek bir sevgili
yaşar içimde. Lale başıma taç ve ben ona muhtaç. İstanbul toprağına düşmeyince
bir lale renge durmaz yaprağı, gülümsemez çiçeği. Bakir kâselerinde demlenmiş
düşler getirir lale hayatımıza ve yaşama sevinci vurur kalplerimizin
duvarlarına. Kapa gözlerini ve dinle saki, bir İstanbul lalesinin çığlıklarını
duyuyor musun?!.. İstanbul'a çıkmayan bir lale yolu, laleye çıkmayan bir
İstanbul kadar kayıptır, yitiktir. Rüzgârları toplayan hüzünler ağlar yoksa
İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında ışıklar yas tutar gibi laleler ağlar
seher vakitlerinde.
Arz-ı ihlas u meveddet daima Nûr-ı aynım
kardeşim, baki dua*
"Mektubu bundan yedi yıl evvel
Kırım'dan kervanla gelen bir bezirgan tutuşturmuştu avucuma. Aldığım anda
ateşinin hem elimi, hem içimi yaktığını söylemeliyim size. Reis-i şairan
Osmanzade Taib Efendi Kefe'den göndermişti. Kocamustafa-paşa'da cerrah Hüseyin
Molla'nın kızı Lale Hanım'a olan gizli aşkıyla İstanbul bahçelerindeki bütün
laleleri sevmiş, Çıra-ğan'da, Sadabat'da lale bahçelerinde şarkılar söyleyip
vuslat talep edemeyeceği bir aşk ile yanıp yakılmıştı. Katre-i Matem'i itina
ile perverde kılarken onun hatırasına adadığım için bu mektubu şimdi okumaya
lüzum hissettim. Sonradan bana anlattığına göre Felemenk diyarına yol uğratıp
lale bahçelerini dolaşmış, Şam'da, Halep'te ve Kefe'de lale tarhları arasında
gezinmiş ve nihayet yine de İstanbul lalesini özlediği için -belki de Lale
Hanım'ın hasreti içini yaktığı için- bu mektubu gözyaşlarıyla yazmışmış."
Gözüm nuru kardeşim, dostluk ve
samimiyetimiz sürsün, dualar daimi olsun...
279
Hafız Çelebi bunları anlatırken Kara
Şahin, daha geçen gün sultan meclisinde gördüğü şairler reisi Osman Efendi ile
kendi aşkını ikiz bir lale üzerinde birleştiren kaderine hayret ediyor,
kendisinin Nakşıgül'ü sevdiği şiddetle onun da Lale Ha-nım'ı sevdiğini
düşünüyordu. Osman Efendi aşkını çok güzel sözlerle anlatmış, dinleyenleri lal
edecek bir söz sanatıyla aşkını dile getirmişti, ama şu anda yüreğinde
hissettiği hasreti dile getirebilseydi, Osman Efendi'nin sözlerini çöpe atmak
gerekeceğini de biliyordu. Dile getiremiyordu ama içinde Nakşı-gül'ün ışığını
hissediyor, fısıltılarını duyuyordu. Bütün ömrünü damıtan o tek gecede
birbirlerine sarılmışken "Laleyi sever misin?" demişti fısıltıyla.
Yalnızca o anın hatırası için bütün laleleri sevmeye yemin edebilirdi şu anda.
Bir an için laleyi İstanbul'dan götüren Busbeq nam elçinin de aynı türden bir
gönül bağıyla onu alıp götürdüğü şüphesine düştü. Fele-menk'ten ta Kâğıthane
deresine kadar bir rengin peşine takılıp gelen şu Bican Efendi'nin de içinde
belki kimseciklere söylemediği böyle bir Tülpan Hanım aşkı vardı. Topaç Yeye
ile Şehnaz için de yollar bir lalede birleşmişti şu anda. Hatta belki olup
biteni dikkatle izlemekte olan şu Hörükız da ilerde laleye dair hatıralar
taşıyor olacaktı.
"Ben rengini bir ton daha açık
bekliyordum," dedi o sırada Hafız Çelebi.
"Ben de..." diye atıldı Kara
Şahin, sonra da bütün gözlerin kendisine merakla çevrildiğini görüp utandı.
Oysa bu sözüne geçerli bir sebep taşıyordu içinde. Nakşıgül gerdek gecesinde
avucuna bu lale soğanını tutuşturmadan evvel "Yanağımın renginden!"
demişti. Nakşıgül'ün bu lale hakkında ne bildiğini, böyle bir özel soğanı nasıl
olup da avucunda tutabildiğini o an merak etti. Kim kendisine bu soğanı
vermişti? Neden vermiş olabilirdi? Bütün şükûfeciler loncasının ve hatta
yabancı ülkelerden lale avcılığına çıkmış casusların bile peşinde olma ihti-
280
mali bulunan özel bir lale soğanını
gelinlik bir kızın saklaması, en azından ona sahip olması ne anlam taşıyordu?
Nakşıgül bu laleyi yanağının renginde açacak zannettiğine göre acaba neye sahip
olduğunun farkında değil miydi? Nakşıgül'ün yanağı al al idi ve acaba elindeki
lale soğanını sıradan kızıl bir lale olarak mı tutuyordu? Yoksa bu lale
gerçekten Hafız Çelebi'nin de dediği gibi kızıl açacaktı da onu toprağa
koyarken adını Katre-i Matem koydukları ve duasını öyle yaptıkları için mi
siyahlara bürünmüştü? Belki de adı "Matem Damlası" oldu diye matem
renginde, siyaha çalan koyu mor renkte açmıştı! Eşya ismiyle müsemma değil
miydi; pekâlâ böyle de olabilirdi. İşte Katre-i Matem, gökkubbenin altında daha
evvel hiç görülmeyen bir lale rengi taşıyordu. Bu rengi ona Nakşıgül'ün avucun-daki
kan mı vermişti, yoksa Kara Şahin'in bir yıldır yaşayıp durmakta olduğu gam mı?
Topaç Yeye'nin hasretle çapaladığı toprağı mı, dalını bir âşık gibi kucaklayıp
kuşatan yaprağı mı? Hafız Çelebi'nin dostu Osmanzade'ye adamasından mı, yoksa
son günlerde çekmekte olduğu yasından mı?
Güneşin ilk ışıkları nisan yağmurlarıyla
Levent Çiftliği sırtlarında bir gökkuşağı bağladığı sırada Katre-i Matem'i
üzerine damlamış çiğ tanesiyle ilk gören bu yedi kişi, bundan sonra işlerinin
kolay olmayacağını biliyorlardı. Martolozzade Kirkor Efendi en uzakta olan
adamdı. Testeresini, küştüresini, çekicini torbasından çıkarıp işe başlamak
üzereyken bu güzelliğe şahit olmuştu.
Hörükız ile Şehnaz hikâyenin içine ilk
defa giriyorlardı ama bir daha kopmalarının söz konusu olmayacağını bilerek
oradaydılar. Şehnaz, birkaç gündür Hafız Çelebi'nin evine ayak alıştırmıştı.
Artık Kuru Kirkor Efendi geldikçe o da geliyordu. Kirkor Efendi'nin fevkani evi
Veyis Ağa'nın konağıyla bahçe komşusu idi. Şehnaz, daha bebekliğinden itibaren
onların evine sık girer çıkardı. Kirkor Efendi bu dilsiz kızın Ye-
281
ye'ye olan tutkusunu öğrenince acımış,
yardım etmek istemişti. Babasına yalan söylemiyor, kızını Hafız Çelebi'nin lale
bahçesine götüreceğini söylüyordu. Veyis Ağa öteden beri Hafız Çelebi'nin adını
duyar, lale yetiştirdiğini bilir, bütün Eyüp Sultan'da anlatılan yüksek
ahlakını ve asil kişiliğini uzaktan uzağa takdir ederdi. Şehnaz'ın son
zamanlarda sık sık Kirkor Efendilere veya Çelebi'nin bahçesine gitmek istemesi
dikkatini çekmiş olmakla birlikte lalelere merak sardırmasında bir beis
görmemişti. Şehnaz ise babasına karşı dürst olmaya çalışmış, bir keresinde
Hafız Çelebi'nin yanında Yusuf'u gördüğünü söylemiş, babası da ya anlamamış
görünerek veya gerçekten anlamadığı için sesini çıkarmamış, yalnız bahçe
aralarından gidip gelirken dikkatli olmalarını tembih etmekle yetinmişti. O
günden sonra Şehnaz bir daha Yusuf'un adını anmamış, kolayca aldığı izinleri
babasının helvacı dükkanındaki karşılaşmadan sonraki acımasızlığının merhamete
dönüşmesine yormuştu.
O sabah üzerine çiğ düşen Katre-i
Matem'e bakarkenTopaç Yeye, üst üste hırkalar, mintanlar giymiş vaziyette bir
yandan hâlâ hastalığın nekahetini yaşıyor, diğer yandan, kısa bağlanmış
buzağılar gibi bu soğanın çevresinde dönüp durmakla geçirdiği bütün bir kışı
hatırlıyor, belki şimdi o sabrının mürüvvetini görüyordu.
Bican Efendi ise günlerinin yarısını
burada harcamakla kalmamış, Katre-i Matem'in yaprakları topraktan başını
çıkardığı günden bu yana her gece kalkıp çevreyi dinlemiş, yerinde durup
durmadığına bakmıştı. Şahin ise bütün sorulara bu açan çiçekten sonra cevaplar
bulmaya başlayacaktı.
Katre-i Matem'i bu haliyle bu bahçede
korumanın imkânı olmadığını başında toplanan herkes biliyordu. Açmadan önce
bahçedeki binlerce laleden biri iken şimdi her şey değişmişti. Öncelikle
şükûfeciyen kethüdasına bu bahçede böyle bir çiçek
282
açtığını tescillettirmek gerekiyordu.
Böylece lale müsabakası esnasında kime ait olduğu ilan edilebilecekti. Bununla
da yetinmeyip çahnmaması için başını beklemek yahut bir saksıya alıp uygun
iklim şartlarında kilit altında tutmak gerekecekti. "Evlatlarım,
dostlarım!.."
Hafız Çelebi'nin sesi her zamankinden
daha cılız ve titrek çıkmıştı:
"Her yıl sevinçle gönlümün
aydınlandığı bu sahne, bu yıl nedense beni pek hüzünlendirdi. Galiba artık
yaşlanıyorum. Neyse ki oğlum Yusuf bundan böyle yanımda olacak, bir daha beni
bırakıp gitmeyecek."
Topaç Yeye sitemle karışık bu son
cümlede başını yere eğmiş, utanmıştı. Şehnaz eliyle onun hırkasını yakasına
doğru çekip bağrını kapatırken Hafız Çelebi'ye doğru birkaç adım atıp sarıldı:
"Babam, babacığım!.."
Topaç Yeye ilk defa birisine baba
diyordu ve bunu içinden gelerek söylemişti. Hiç baba yüzü görmemişti ama bir
babası olmasını isteseydi ancak Hafız Çelebi gibi birini hayal edebilirdi.
Şehnaz beraberinde kalmasını teklif ettiğinde, annesinin hatıralarıyla büyüdüğü
kulübe yerine Hafız Çelebi'nin hayat sunduğu kulübeyi tercihine Katre-i Matem'i
görme bahanesini uydurmuş ama aslında bir baba sesini özlediğini saklamıştı.
Şimdi Şehnaz annesine dair hayallerle değil, babasına dair anılarla
yaşayacaktı. En azından burası onun ikinci evi olacaktı. Kararları kesindi.
Kuşluk çayını birlikte içip de öğleye
doğru ayrılacakları vakit Hafız Çelebi ortaya bir söz alıverdi:
"Dostlarım! Kişinin değeri, güzelce
bildiği şey kadardır, aklınızdan hiç çıkarmayın!"
Bununla kime hangi mesajı vermek
istemişti, belli değildi. Bu yüzden cümleyi herkes kendine göre ve başka türlü
tercü-
283
me etmişti. Topaç Yeye dağda yaşayan bir
meczubun aşk anlayışını hatırlamış, utanmış, sevgisini paylaşmanın eksikliğiyle
mahcup olmuştu:
"Hafız Çelebi benim Şehnaz'a olan
bağlılığımı kıskandı; kulağımı çekiyor, belki de 'sen beni ne kadar seversen
ben de seni o kadar severim' demekle tehdit ediyor. Üzülme benim asil
babacığım, ikinizi ayırmam ben!"
Şehnaz kabul edildiğini, buraya her
zaman gelebileceğini
hissetti:
"Zannederim, Yeye'ye karşı ne
derece sevgi dolu ve yakın olursan, o da seni o kadar sevecek. Üstelik ben de
seni sevmiş olacağım, demek istiyor."
Kuru Kirkor Efendi bu cümleyi uzun
yılların dostluk göstergesi sayıp kendisine teşekkür ve iltifat edildiğine
inandı:
"Ben de seni öyle güzelce bilirim
kadim dostum, senin hakkını hiç ödeyemem!.."
Hörükız hikmete hayran kalmakla birlikte
kendini yine gizlemişti:
"İşte her şeyi güzel bilecek kadar
saf biri daha!.. Neden Devlet-i Aliyye'nin başındakilerle devletlûlar da böyle
düşünmez ki!"
Kara Şahin aşkını bu cümleye düğümledi:
"Hem Nakşıgül'ü, hem Katre-i
Matem'i güzel bildiğim için uğrunda can vermek de gerekse yolumdan dönmeyecek,
değersiz ömrüme değer katacağım. Çelebim! Doğru dersin, kişinin kadri güzelce
bildiği şey kadardır."
Bican Efendi mi? 0, karmakarışık
duygular içindeydi. Tam olarak ne hissettiğini ve bu sözden ne anladığını hiç
kimse bilemeyecekti. Mor lale ile birlikte içinde bir savaş başlamak üzereydi.
Çünkü aklı kaç zamandır kaplumbağalardaydı.
284
-derkenar-
bir meczubun aşk anlayışı
Dağ başında bir meczup yaşarmış.
Adamakıllı akimi kaptırmışın biri. Gökyüzüne bakıp dertli bir gönülle dermiş
ki: "Rabbiml.. Sen sevgiden anlamıyorsun. Ama ben seni daima sevmekteyim.
Senin benim gibi sayısız sevgilin var, ama benim senden başka bir sevgilim
yok!.. O halde ey kâinatı yaratan, aydınlatan, döndüren sevgili; nasıl diyeyim
sana, n'olursun, azıcık olsun şu sevgiyi benden öğrensen!..
285
47. Sual:
- Sizin Pencerelerinizi Örten
Perdeleriniz
Yok mudur?
"Burda bir baba gençlik çağına
gelen oğluna 'Benim olan her şey senindir; yiyecek bol ve yerimiz geniş!' der.
Oysa bizim ülkemizde babanın nasihati 'Çalış, kendine bir hayat kur ve
yiyeceğini kazan!' olur. Burda babalar oğullarını seçtikleri bir kız ile
evlendirip gelinlerinin erkek çocuklar yetiştirmesini arzular ve üç nesil bir
arada otururlar; bense kocamı kendim seçtim ve büyükbabamı ömrümde ancak iki
defa ziyaret edebildim. Burada evlatlar babalarının görüşünden dışarı çıkmayı
itaatsizlik sayar, yanlarında gülemezler bile; bizde her gün tartışmalar
yaşanır, kavga edilir, sonra da birlikte kafa çekilir. Burda kadınlar evlerin
pirinç kafesleri, kündekâri cumbaları arkasında halı kaplı duvarlardaki
resimlere bakarak kendilerine ait loş bir dünya kurarken bizim kadınlarımız
şeffaf camlı evlerinde güneş ışıklarının bütün sertliğiyle aksettiği beyaz
duvarlar arasında, toz zerrelerini teneffüs ederek yaşarlar. Dudaklarına kızıl
286
boya, alnına pudra süren buradaki bir
kadın ile bizim ülkemizde cildi güneşten kızarmış bir kadın arasında ne
acımasız bir güzellik ölçüsü vardır! Kızılın ılıklığını ve pudranın
yumuşaklığını keşfeden, saçını yağ sürerek tarayan, üzeri sırmalı giysilere bürünen
buradaki kadın, kocasını memnun etmek için her şeye sahiptir elbette. Üstelik
de kafes ve oymalarla loşlandırı-lan ışığın altında!.. İşvebaz, şuh, bazen
hoyrat ve acımasız..."
Lady Montegue çevresini sarıp ağzının
içine bakarak dinleyen dostlarının rahat hayatlarına imrenerek anlatıyor, onlar
da anlatılanlar arasından kendilerine yabancı gelen tasvirlere hayret ederek ne
kadar az şey bildiklerine hayıflanıyorlardı. Vezir İbrahim Paşa Sarayı'nın
Üsküdar'ı gören yazlık harem kafesleri arkasındaki bu hayran dinleyiş Fatma
Sultan'in bir sorusuyla bölündü:
"Ama sizin ülkenizde de fettan
kadınlar giyimleriyle kocalarını baştan çıkartıyorlarmış?"
"Hiç şüphesiz öyle, ama bu giyinişe
başkalarının da göz hakkı karışınca aile faciaları yaşanıyor. Geçen sene bir asilzadenin,
kadınını pencerenin dışından seyreden âşıkını düelloda öldürmesi tartışmalara
yol açmış, pek çok insan pencerelere perde örtülme âdetini yeniden mecbur
tutmanın gerekliliğini homurdanıp durmuşlardı.
"Nasıl yani, sizin pencerelerinizi
örten perdeleriniz yok mudur?"
"Hanımefendiciğim, söyler misiniz
Allah aşkına, önce duvarda kocaman bir delik açıp sonra da orayı perde ile
örtmenin nasıl bir mantığı olabilir ki? Dışarıyla içeriyi aynı anda barındıran
sizin şu kafesler ne güzel, değil mi ya!.."
Ecnebi hanım, küçük bir nefes aralığı
bırakıp elindeki yelpazeden yüzüne iki esinti gönderip devam etti:
"Bir de yere yaydığınız harikulade
işlemeli halılar, kilimler ve yaygılar var tabii. Saygıdeğer hanımefendiciğim,
sahi üzeri-
287
ne karpuz çekirdeklerini tükürmeden
nasıl muhafaza ediyorsunuz onları?"
"Yoksa siz çekirdekleri halılara mı
tükürüyorsunuz?" "Kadınlar ve hizmetçiler değil, ama erkekler
isterlerse tü-kürebilirler."
"Neden sizin erkekleriniz
kadınlardan üstün mü?" "Hayır, buradakinin tam aksine bizde erkekler
daha az çalışır, evin kazancını çok zaman kadınlar getirir."
Fatma Sultan, bu cümleyi duyunca artık
yabancıların da kendilerine ait hayatları olduğunu, herkesin İstanbul'daki gibi
yaşamadığını düşünüp hayret etti. Ama kadınların orada erkeklerle sohbet
ettiklerine, çocuklarla babaların tartıştıklarına çok şaşırmıştı. Onun ne
tuhaf şeyler anlattığını
düşündü. "Belki ona da bizim hayatımız tuhaf geliyordur," diye
güldü sonra. İşte çocukluk anılarının içindeydi; bir zamanlar saraydaki hanımlar
batılıları insan bile saymaz, ilkel yaratıklar olarak görürlerdi. Özellikle de
saraya gelen ecnebilerin giysilerine gizli gizli bakıp güldüklerini çok iyi
hatırlıyordu. Belki ecnebiler de bizim kıyafetlerimize gülüyordur diye ürperdi
birden. "Öyle ya, yüzyıllar boyunca giysiler gibi gelenekler de farklı
farklı uygulanmıştı. Bizim onlara medeniyet öğretmek isteğimiz belki de onları
kendimize benzetme arzusundan başka bir şey değildi. Üstelik onlar da bize
karşı aynı düşünceyle hareket ediyor olabilirler, bize medeniyet öğretme
iddiasında bu-
288
Ilınabilirler, kim bilir. Kaldı ki son
yıllarda Osmanlı ordularının savaşlardan mağlup çıkması, yahut hazinenin
sıkıntıya düşmesi, bir de üstüne üstlük iç düzenin bozulması, belki de
medeniyete yeniden ihtiyaç duyulmasını gerektiriyor olabilirdi. Hem sultan
babasının da, vezir kocasının da bu Frenkler-den bahsederken eskisi gibi
önemsiz adamlarmış gibi bahsetmediklerine kaç kez şahit olmuştu. Fen denilen
şeyden sık sık bahsetmeye başlamışlardı."
Fatma Sultan bütün bunları zihninde
tartışırken Lady Mon-tegue çevresini sarmış saraylı hanımlar ile onların
kalburüstü misafirlerini hayretten hayrete düşürüyor, mesela dünyanın yuvarlak
olduğunu söylüyor, bazıları "A-aa!.. Ne komik!.." derken diğerleri
inanıp inanmamakta büyücü veya falcı karşısın-daymış gibi davranıyorlardı.
Bazılarına göre bu Frenkler hakikaten tuhaf insanlardı. "Güya Devlet-i
Aliyye dünyanın tam ortasında değilmiş, diğer ülkeler gibi üstünde bir yerlerde
duruyormuş. Saçmalık!.. Hem dünyanın öbür ucuna varmak için üç ay at sürmek
gerekirmiş. İstanbul'da gece olduğu vakit Frenk diyarlarında gündüz oluyormuş.
Tövbe, tövbe!.."
Fatma Sultan hayret içinde
dinlediklerinden sonra kararını verdi; "Bu kadın mutlaka Bin Bir Gece
Masalları'nın veya Tuti-name'nin Frenkçe anlatılan şekillerini çok iyi biliyor,
oradan maharetle büyülü hikâyeler uyduruyor"du. Lakin vezir kocasına
sorduğu vakit onun anlattıklarını doğrulamasına ne demeliydi. Yoksa gerçekten
dünya yuvarlak olabilir miydi? Kocası bunu mutlaka bilirdi, akşamı
bekleyemezdi, hemen gidip şimdi sormalıydı.
Selamlık dairesine geçtiğinde vezir
kocasının Muşkara'dan sökün edip gelen hemşerilerinden birisiyle fısıldar
şekilde görüştüğüne şahit oldu. Bu adam kabadayı Sarı Celep idi ve daha evvel
de onu birkaç kez kocasıyla görmüştü. Galiba birtakım özel görevler için onu
kullanıyordu. Hiç âdeti olmadığı hal-
289
de içine bir kurt düştü, "Acaba ne
konuşuyorlardı?" Biraz daha yakına vardı, konuşmalar karşılıklı bir sinir
harbi gibiydi:
"Haliç'te bulunan kesik başların tamamını
ve bedenlerin genç olanlarını araştırdım. Hekim Dursun Ağa'dan tekrar tekrar
kontrol etmesini istedim. Hiçbirinin Şehzade Ahmet olma ihtimali yoktur
efendimiz."
"Bana ölüsünü bulamadığını değil
efendi, dirisini bulduğunu söylemelisin! Ya Ahmet'in kellesini getir, ya ben
senin kelleni götürürüm! İşte o kadar!.."
"Ama efendimiz, on gün oldu, hangi
kılıkta dolaştığını bilmeye yaklaştım. Şehirde halk her yerde toplanıp duruyor.
Birtakım evbaş ve kallaş adamlar etraflarına serserilerden çeteler topluyorlar.
Yanlarına yaklaşmak zor oluyor, hepsi zebel-lah herifler. Ahmet'in de onlara
karışma ihtimali yüksek. Külhanları, tulumbacı kahvelerini, kabadayı
mekânlarını bir bir dolaşıyorum. Geçen sonbaharda Gedikpaşa Hamamı külhanında
tarife uygun bir delikanlı kalmışmış. Şahin derlermiş. Ben onun Kara Şahin
olduğunu buldum. Ama sekiz aydır İstanbul'da kendisini gören, işiten
olmamış."
"Yer yarılıp içine girmedi ya Celep
Efendi!.. Ne yaparsan yap, elini çabuk tut!. Eğer diğer Ahmet'in adamları onu
senden evvel bulursa, gayrı zehirli hançerini al da gel."
Fatma Sultan duyduklarına inanamıyordu.
Bu Şehzade Ahmet de kimdi? 0 şefkat ve nezaket timsali yaşlı kocası bu adama
emirler verirken ne kadar acımasız ve vahşi idi böyle? Ya sultan babasından
Ahmet diye bahsetmesine ne demeliydi? İyi de onu babasından evvel bulmayı neden
istemekteydi? Gizli işler mi dönüyordu? Duyduklarını duymamış olmayı istedi
birden. Şeytan nereden içine girmiş, kendi kocasına şüpheyle yaklaşmasını
telkin etmişti ona? Şimdi bütün huzuru kaçmıştı. Oysa babasının yanına girdikçe
hürmette kusur etmiyor, onun için yazdığı şiirlerle gönlünü alıyor, itimadını
sağlıyordu. Peki
290
ama ya bu itimadın altında
"Ahmet" hitabını hak edecek bir kin var idiyse! Bunu babasına
söylemeli miydi? Osmanlı tahtında hep sultanlar ile oğulları veya kardeşler
arasında kavga olagelmişti. Damat ile kayınbaba arasında bir kavga var ise bu
nasıl bir sonuç verirdi? Böyle bir durumda hangisinin yanında olunur, hangisine
itimat edilirdi? Babasına söyleyip söylememe konusunun o gece uykularının
kaçacağı muhakkaktı. İstanbul halkının çoktandır fakirleştiğini, gelir ve
kazanç dengelerinin uçurumlarla ölçülmeye başlandığını, eğlenceye düşkünlüğün
iyiden iyiye arttığını, halkın ekmek alacak gücünün bile kalmadığını
işitiyordu. Böyle zamanda sultan ile vezir arasında art niyet bulunmamalıydı.
Eğer olursa bundan en zararlı çıkacak kişinin kendisi olduğunu da pekâlâ
biliyordu. Hani ne derler, "Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen
sakal!" Galiba bu meseleyi önce babasıyla konuşmalıydı.
Vezir İbrahim Paşa, elinin tersiyle Sarı
Celep'e salondan çıkmasını işaret ettiği sırada kapıdan girmek üzere olan adama
gülümseyerek seslendi:
"Gel hele Selman Abdal, gel benim
şair dervişim!.." "Sarı Celep ile Kara Şahin, avcı ile av,
birbirlerini tanımadan selamlaşıp geçtiler..."
291
48. Sual:
Bir Çiçek Kitabının Satırlarında
Cinayetin tzini
Sürmek mi?
Süleymaniye Kütüphanesinin lale
kitaplarına ayrılan hücresinde neler öğrenmişti neler. Ve Hafız Çelebi'nin
bahçesinde Katre-i Matem'in başında söyleştikleri günden sonra neler
olmuştu neler...
Daha ertesi gündü. Bican Efendi ile
Katre-i Matem birlikte kaybolmuştu. Bereket versin Şükûfeciyan Kethüdası laleyi
görüp defterine kaydettikten ve bir resmini de çizdikten sonra.
Geçen sonbahardan bu yana açmasını beklediği
bu çiçek onu Nakşıgül'ün katiline götürecekti, böyle umuyordu. Oysa artık
yoktu. Kimin çaldığı belli değildi. Çiçeği çalan kişi öteki eşine de sahip
olmalıydı. Veya en azından onun da peşinde olmalıydı. Yani hırsızı bulması
halinde Nakşıgül'ün katillerine yaklaşmış olacaktı. Ama şimdi işi daha da
zorlaşmıştı, bunu biliyordu. Aklına takıldı, acaba bu mor çiçeğin eşi nerede,
hangi bahçıvan elinde, hangi bahçede büyümüştü?
292
Katre-i Matem'in kaybolmasında herkesin
ortak düşüncesi Bican Efendi'nin onu Felemenk diyarına kaçırmış olduğuydu. Her
yıl haziran ortalarında lale resimleriyle memleketine dönen Bican Efendi'nin bu
yıl daha laleler iyice açmadan kaçıp gitmesinin sebebi başka ne olabilirdi?
Konuyu Hafız Çelebi ile müzakere ettiklerinde ise onun buna inanmak
istemediğini görmüştü; tıpkı Yeye gibi onun da bir gün, bir yerlerden dönüp
geleceğini iddia ediyor, "Başına bir şeyler gelmiş olmalı, çünkü o benim
dostumdu, böyle bir şeyi yapmaz!" deyip duruyordu. Ama Bican Efendi'nin
ortadan kaybolduğu günün ertesinde Galata Limanı'na üç adet Felemenk gemisinin
geldiğini, bunlardan birinin krala ait gemi olduğunu ve tek bir yolcu aldıktan
sonra günübirlik döndüğünü öğrendiği zaman iyiden iyiye çökmüş, sanki birden
ihtiyarlayıvermişti. Topaç Yeye onu teselli için çok zaman yanından
ayrılmıyordu. Bahçenin işleri kalmış, laleler pazara çıkmadan solmaya yüz
tutmuştu. Oysa saksılanması, toprağının değiştirilmesi, soğanların
güb-relenmesi lazımdı. Daha da önemlisi, kaplumbağalar için bu mevsimde dereden
eğir otu toplayıp kurutmak, çivit boya ile macunlayıp un eylemek gerekiyordu.
Şahin, o gün olanları zihninde yeniden
canlandırmayı denedi. Katre-i Matem'in, üzerinde bir çiğ tanesiyle açıldığını
gördüklerinde bahçeden ilk önce Şehnaz ile Kuru Kirkor Efendi ayrılmışlardı.
Daha doğrusu Kirkor Efendi, komşuluk hatırına Şehnaz'ı evine götürmüştü.
Ardından Bican Efendi resim yapmak üzere odasına çekilmişti. Öğleye doğru da
Hörükız ile kendisi bir sandala binip Hafız Çelebi ile Yeye'ye veda etmişlerdi.
Sandalcı ikisinin konuşmalarını dinlemişti; ama onun laleyi çalacağını hiç
sanmıyordu. "Belki de çalmıştır," diye geçirdi içinden, umutsuzca.
Sonra sandalda neler konuştuklarını düşündü. Hatırlıyordu, Kâğıthane'den
Defterdar açıklarına doğru akıp giderken aklında hep Katre-i Matem vardı.
293
Cibali hizalarında Hörükız'ın ikazıyla
düşüncelerinden sıyrıldığında onu kendisine laf çarptırır ve iğneli sorular
sorarken bulmuştu. Havadan sudan konularda onu tartıyordu anlaşılan. Bir müddet
kısa cümlelerle geçiştirmeye çalıştıysa da sonunda bodoslama karşılıklar vermek
zorunda kaldı. Aslında ikisinin de yekdiğerinden gizlediği ve gizleyeceği
şeyler olduğu için Hörükız'ın bu tavrını normal buluyordu. Fakat üzerine gitmez
ve karşılık vermezse kendini alt edeceğinden de korkmuştu. Sonunda bir şeyi
fark etti. İkisi de birbirlerinden uzak durmak istedikleri oranda birbirleriyle
ortaklık kurmak arzusu taşıyorlar lakin ne o, ne de kendisi bunu asla dile
getirmiyordu. Kişilikleri ve enaniyetleri kesinlikle yekdiğerini ağdır-mazdı.
Yine de hallerinden şikâyetçi değillerdi. Sonuçta ikisi de birilerinin hesabına
çalıştıklarını gizleyemez durumdaydılar. Eğer Devlet-i Aliye sözkonusu ise ha
Üç Hilal Cemiyeti, ha Vezir İbrahim Paşa hesabına olmuş, ne fark ederdi.
Bununla beraber kendisi, yaptığı vazifeden gayrı bir de Katre-i Ma-tem'in eşini
aramak durumundaydı. Peki ama karşısındaki kızın peşinde olduğu gizli iş ne
idi?
Yolculuğun ilerleyen dakikalarında Kara
Şahin kuralları koymuş, Hörükız da hiç itirazsız kabul etmişti. Anlaşma
basitti. Ertesi günden itibaren sık sık buluşacak, biri kadınlar arasında
derlediği, diğeri erkekler arasında topladığı bilgileri paylaşacak, sağlamasını
yapıp tamamlayacak veya yeni sorular üretip cevaplar bularak ayrılacaklardı.
Daha çok da Hafız Çelebi'nin lale bahçesinde veya Süleymaniye Kütüphanesi'nin
hücrelerinden birinde gerçekleşecekti buluşmalar. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Rafta dizi dizi ciltler duruyordu. Hemen
hepsinin içinde çiçekçilik ve özellikle lale yetiştiriciliğiyle alakalı
bilgiler ile resimler vardı. Hafız Çelebi'nin konuşmaları sırasında adını
andığı kitapların hemen hepsi buradaydı. Pek çoğunda daha ev-
294
vel lale yetiştirenlerden, birincilik
kazanan lalelerden, bazı padişahların ve vezirlerin lale merakından
bahsedilmekte, sayfaların neredeyse yarısı da lale nakışlarına, resimlerine,
renkli boyamalara ayrılmış bulunmaktaydı. Hafız Çelebi'nin bahsettiği
Bostanü'l-Ezhâr (Çiçek Bahçesi) adlı kitap ile Bican Efen-di'nin Felemenk
diyarından adını andığı Von Diez nam kâfirin kitabı da burada, önlerinde
duruyordu. Mizanü'l-Ezhar'mda (Çiçeklerin Terazisi) Ebussuud Efendi'nin uNur-ı
Adn" (Cennet nuru ) adını verdiği lale resmini, Tabip Mehmed Âşıkî Efendi
ile Netâyicü'l-Ezhâr'ın (Çiçeklerdeki Olgunluk) yazarı Cerrahpaşa Camii imamı
Mehmed bin Ahmet Ubeydi Efendi'nin değişik çizimlerini ellerinde tutuyorlardı.
Asırdan aşıra, çağdan çağa, devirden devire, yıldan yıla bir tek lalenin
rengine takılıp en güzel laleyi yetiştirme iddiasıyla tüketilen zarif ömürleri
ve onların emeklerini anlatıyordu bu kitaplar. O ustalar sa-yesindeydi ki
ecnebi milletlerin İstanbul'a gelen bütün gemileri mutlaka yeni üretilen
soğanlar ile yurtlarına dönüyorlardı. Bican Efendi gibi, şükûfeciyen esnafı
içinde Felemenk'ten Avusturya'dan gelen bahçıvanlar da vardı.
Kara Şahin ile Hörükız ellerindeki
kitaplarda lalelere ve la-lecilere dair zengin bilgiler buldular, Von Diez ve
Murrey nam kefereler tarafından Alaman diline ve dahi İngiliz diline tercüme
edilen lale kitapları olduğunu okudular. Sayfaların anlattığına göre,
İstanbul'da iki bin kadar lale çeşidi elde edilmektey-miş. "Bunların çoğu
daha önce isimleri unutulan lalelere sonradan yeni isimler verenlerin marifeti
olsa gerek," diye düşünmekten ve bunu da dillendirmekten kendini alamadı
Kara Şahin fısıltıyla. Hörükız bir kütüphanede olmanın tedirginliğiyle daha da
kısık bir sesle cevapladı: "Ya da çok az elde edilmiş olduğundan zamanla
kaybolmuş ve yeni elde edilen çeşitler yeniden adlandırılıp sıralamaya
alınmıştır." Kara Şahin bir zamanlar derviş olduğunu unutup bu kızın
zekâsını kıskandı.
295
Kütüphanede bu ikinci buluşmalarıydı.
Kitaplara bakarken zamanın hızla akıp geçtiğinin hiç farkına varmadılar.
Sayfalardaki resimler ve şuh isimlerden yüreklerine farklı güzellikler
yansıyordu. Çok zeki ve bilgili bir adam olan kütüphane memuruna kendilerini
evli bir çift olarak tanıtmışlar ve de sevdirmişlerdi. O kadar ki adam artık
çekinmeden onlara hanımından şikâyet edebiliyordu.
Lale kitapları bahaneydi. Aslında lale
yetiştiricilerinin ve İstanbul'da olup biten şeylerin haberlerini paylaşmak
için buraya geliyorlardı. Neden sonra birbirlerinin hayat ve hatıralarını
paylaşmaya başladılar. Sonra da -gariptir- laleler hakkındaki bütün
bilgileri...
296
49. Sual Son Saksıda Hangi Çiçek Vardı?
Kirazların olgunlaşmaya başladığı,
bülbüllerin Sadabat'ı nağmelerle doldurdukları mevsimde, bayramdan iki hafta
sonraydı. İstanbullular bütün ramazan boyunca her gece Aya-sofya Camii
minareleri arasında okudukları ışık yazılardaki büyünün sarhoşluğundan yeni
ayılıyorlardı. Halkın ilk defa gördüğü bu uygulamayı vezir İbrahim Paşa o yıl
icat ettirmişti. Adına mahya deniliyordu. İki yüz kadar kandil ile yazılmış
olan "Şefaat ya Rasulallah!" cümlesi, otuz gün boyunca bir yandan
gönülleri, diğer yandan Ayasofya Meydanı'nı aydınlatmış, geceler gündüz gibi
olmuş, halk meydanda sahur vaktine kadar hem baharın, hem ramazanın tadını
çıkarmıştı. Ancak bütün o ışıklı geceler, şehirdeki suç seviyesinin de
yükselişine katkıda bulunmuş, zaten kaynamakta olan kalabalıkların öbek öbek
büyümesine ve şikâyetlerin meydanlarda uluorta dile getirilip ayyuka çıkmasına
kapı aralamıştı.
297
Güneş, bahar sevinci yaşar gibi
Sadabat'daki havuzların üstünden aştığı saatlerde şüküfeciyen kethüdası, sıra
ile lale sahiplerini kürsüye çağırmaya başladı. O seneki çiçek encümeninin,
hepsi de tanınmış lalecilerden oluşan üyeleri arasında Hafız Çelebi yine ilk
sıradaydı. Her laleyi gördükçe onun güzelliği hakkında görüş bildiriyor, notlar
tutuyor ve sonunda dereceye koyuyorlardı. Sanat eseri saksılardaki rengârenk
laleler, önce bir örtü altında kethüdanın eline getiriliyor, o bir gelinin
duvağını açar gibi nazikçe ve yavaş yavaş örtüyü sıyırıyor, çiçeğin açığa
çıkacağı sırada birazcık bekliyor, herkesin merakını gıdıklayıp yarışmaya
heyecan katacak övgüler sıralıyor ve nihayet tezahüratın arttığı bir anda lalenin
ismini bağırıp üstündeki örtüyü birden kaldırıveriyordu. Birkaç dakika, meydanı
dolduran hayret dalgasının aferinlerini ve alkışlarını bekliyor, çiçeği
herkesin görmesi için sağ eliyle havaya kaldırıp açık arttırmayı başlatıyordu.
Laleler için değer biçen heyet bu alkışları ve tezahüratı dikkate almakla
birlikte çiçeği yakından inceleyip kadehinin yuvarlaklığına, renginin
parlaklığına, yaprakların ipek ötesi kadifeliğine ve dalıyla olan tenasübüne
değer biçiyor, ona göre derecelendiriyor ve lalelerin tamamı satılmadan da
hangi çiçek veya hangi yetiştiricinin dereceye girdiğini açıklamıyorlardı. Buna
rağmen hemen her yıl, en yüksek fiyata satılan lalelerin derecelendirmede de en
ön sıralarda olduğu görülüyor, böylece encümende pey süren İstanbulluların da hangi
lalenin güzel olduğunu kestirebildikleri ortaya çıkıyordu. Ne de olsa İstanbul,
zarafetin imbikten geçirildiği, tarihinin en müstesna zamanlarını yaşıyordu...
Lale encümeninde işler açık, pazar
hareketli sayılırdı. Felemenk elçilerinden biri tarafından getirilen Rummanî
(Nar Renkli) adlı lale dört yüz altına alıcı bulmuştu. İranlı bir tacirin
getirdiği Tac-ı Kayser (Kayser'in Tacı) adlı laleye de üç yüz elli altın paha
biçilmişti. Mehmet Lalezarî'nin Sihr-i Helal (He-
298
lal Büyü) adıyla satışa sunulan lacivert
lalesi üç yüz kırk altın etmişti. Bu üç lalenin gelecek yıllarda İstanbul
bahçelerinde kademeli olarak çoğalacağı ve nihayet soğanı on akçeye düşe-siye
kadar üretileceği aşikârdı. Her sene böyle olurdu.
Encümen, o mevsimde dünyanın her
yerinden gelen tacirlerle doluydu. Hayret dolu gözlerle laleleri seyreden,
güzellerinin soğanlarını satın alıp kervanlarla, gemilerle ülkelerine götüren
tacirlerdi bunlar. Bir de İstanbul'a lale getiren bezirganlar vardı. İran'dan,
Felemenk'ten, Nemçe'den, Avusturya'dan, Kırım'dan dalga dalga akan bezirganlar.
Onların getirdikleri muhtelif cins ve renkteki laleler İstanbul laleleriyle
yarışır, lale encümeninde görücüye çıkar, çok da alıcı bulurdu.
Bu yıl, her zamankinin aksine hiçbir
hırsızlık vakası yaşanmamış, lalesinin çalındığına dair hiç kimse ihtisap
ağasına şikâyette bulunmamıştı. Oysa her lale zamanında İstanbul'da laleler
gayrimeşru yollardan el değiştirir, özenilerek ve aylarca emek verilerek
yetiştirilen bazı çiçekler, -asıl sahipleri bir yerlerde hapsedildiği için-
hırsızlar tarafından satışa sunulurdu. Bir de sahibinin elindeki çiçekte hak
iddia edenler çıkardı. Bunlar bahçeden soğanlarının çalındığını söyler, aynı
lalenin bir benzerini getirerek iddialarını ispata çalışırlardı. Lale zamanı
geldiğinde, İstanbul ihtisap ağası şehrin emniyetine daha ziyade itina
gösterirdi. Çünkü lale zamanı, İstanbul'da yılın en fazla ziyaretçi aldığı
dönem olurdu.
111
Kara Şahin velinimeti Vezir İbrahim
Paşa'nın tam karşısında ayakta bekleşip laleleri seyreden yabancı kalabalığın
arasında gözlerini dört açmış etrafı gözetliyordu. Hafız Çelebi encümen
azasından olduğu için kendilerine ayrılan özel peykeler üzerinde oturmaktaydı.
Topaç Yeye, kadınlara ayrılan bölme ile erkekler bölmesi ortasında biriken
çocukların arasında idi.
299
Daha tam iyileşmiş sayılmazdı, ama
ısrarla buraya gelmek istemişti. Hörükız da muhtemelen kadınlar kısmında
olmalıydı.
Kara Şahin, Katre-i Matem kaybolduktan
sonraki günlerde, İstanbul'da ne kadar lale yetişen bahçe varsa hepsini gezmiş,
Katre-i Matem'in ikizini arayıp durmuştu. Gerçi hırsızın, çiçeği açmaya
başladıktan sonra onu bahçede bırakmayacağını biliyordu, yine de bir umut ile
bahçeleri dolaşması gerektiğini düşünmüştü. Sevdiği kadının mezarını bile
bulamadığı şu şehirde hiç olmazsa bir çiçeği, sonra da katilleri bulması
gerektiğini kendine telkin ede ede İstanbul lalezarlarına, oralara giden
caddelerine, sokaklarına delice saldırmış, her yeri arayıp taramıştı. Günlerce
halkın arasında, kahvehanelerde, peyke başlarında, tekkelerde, hamamlarda, meyhanelerde,
velhasıl halkın olduğu her yerde kulaklarını dört açtı. Yoktu!.. Katre-i Matem
de yoktu; ikizi de... Aklına "Eğer ikizini görsem Katre-i Matem'den
ayırabilir miyim?" sorusu takıldı. Saksıda bir fark olmadıktan sonra
ayıramayacağına kendini inandırdı. Hafız Çelebi, ikiz lalelerin toprakları
farklı olsa da aynı iklimde her bakımdan aynı şekilde yetiştiğini söylemişti.
Öte yandan Katre-i Matem'in kayboluşuna dair hikâyenin İstanbul'da bir tevatüre
dönüp dilden dile abartılarak dolaşıyor olması da işini zorlaştırıyordu. Şimdi
ne kadar kanunsuz adam varsa bu lalenin peşine düşmüş olmalıydı. Bu
tevatürlerin, Katre-i Matem'in güzelliğini efsaneleştirdiği, ününü ülke dışına
taşırdığı da ortadaydı. Çünkü hemen yanıbaşında fısıltıyla konuşan iki Avusturyalı
misafirden biri onun zifiri mor, diğeri ise daha da ileri giderek siyah
olduğunu söylüyorlardı. Üstelik de bir siyah lale yetiştirme azminde olan kral
hazretleri kendilerini sırf bu çiçeği görüp araştırsınlar diye İstanbul'a
göndermişmiş.
Kara Şahin, vezirin kulları arasında,
böyle bir mecliste, eli kolu bağlı bekleyip divan durmaktan ilk defa nefret
etti. Sel-man Abdal olmak biraz da kendisi olmamak, daha doğrusu
300
sahtekâr olmak demekti. Artık bundan
rahatsız olmaya başlamıştı. Her gün kaynayıp duran şehrin kötü havadislerinden
vezir hazretlerine bilgiler götürmek ruhunu da kötülüklere alıştırıyordu sanki.
Halbuki lalelerin arasında ne güzel bir hayat vardı. Ama kendisi o hayatı henüz
hak etmemişti. Asıl düşünmesi gereken şey, yakayı ele vermeden Nakşıgül'ün
katillerini bulmak olmalıydı. Vezir hazretlerine gelince; İranlı Sel-man
Abdal'ı seviyordu ve onun bir Acem olduğuna o derece inanmıştı ki artık
başından geçenleri ona da anlatamaz, yardımını isteyemezdi. Hesapları tersine
dönüyordu. Sahtekâr bir dervişe kim inanır veya kim ona yardım ederdi ki?
Zihnini
Katre-i Matem'den kurtaramıyordu. Sevgilisinin avucunda bulduğu o soğan sanki
yer yarılıp yerin içine girmişti. Bütün olup bitenden ve öğrendiklerinden sonra
Nakşıgül'ü öldürenlerin böylesine özel bir lale soğanının farkında olmamalarına
ihtimal vermiyordu. Peki ama bugün şu müsabakaya da gelmeyecek olduktan sonra
özel bir soğan yetiştirmenin ne anlamı olabilirdi ki? Eğer Nakşıgül'ü
öldürenler bunu para karşılığında yapmış olsalardı herhalde bu soğanın
değerinden yüz kat daha ucuz bir fiyata kiralanmış olurlardı. İstanbul'da
cinayetin bile çok ucuzladığı bu yokluk -ve elbette bazılarına göre çokluk-
zamanında böyle bir çiçeğin beş yüz altından daha fazla edeceği kesindi.
Söylentilere bakılırsa altı yüz altın bile edebilirmiş.
Vakit ilerliyor, lale encümeninde
müsabakaya girip açık arttırma ile yeni sahibinin bahçesine gidecek çiçeklerin
sayısı gitgide azalıyordu. Tezgâhta dört saksı kalmıştı. Eğer bu dört saksıdan
birinde de Katre-i Matem veya ikizi yok ise Bican Efendi, kralın gemisine
binmiş demekti. Bu durumda diğer eşini de Felemenk ülkesinden birilerinin satın
aldığı söylentileri kuvvet kazanacaktı. Böyle bir şey olursa Hafız Çelebi
yalnızca bir servet kaybetmiş olmayacak, bir dostu da ihanetle anıyor
301
olacaktı. Herhalde yıkımı büyük olurdu.
Maamafih böyle bir durumda Kara Şahin de bütün umutlarını yitirecekti. Nedem
sonra, "Katre-i Matem'e bu kadar umut bağlamamalıydım!" diye düşündü.
Nakşıgül'ün katillerini bulma yolunda bu çiçek zaten kendisine yeterince
rehberlik etmişti. Yalnızca Hafız Çe-lebi'yi tanımasına vesile olmakla bile
Katre-i Matem, üzerine düşeni yapmış sayılırdı. Öte yandan bu lalenin umut
olduğu yollarda Vezir İbrahim Paşa, Bican Efendi, Tomruk Emini, Bindallı Mahmut
Çavuş, Aslan Ağa gibi adamları tanımış, hatta işte bu encümene kadar gelmişti.
"Yok, yok!.. Katre-i Matem avucumun içinde olursa yaptıklarımdan ve
yapacaklarımdan daha emin olurum!" dedi sonra.
Uğultular artıyor, herkesin heyecanla
görmeyi bekledikleri an gittikçe yaklaşıyordu. En fazla da Katre-i Matem'in
mezada getirilip getirilmeyeceğiydi halkı heyecanlandıran. Neredeyse bütün
İstanbullular bu kayıp çiçeğin rengini merak ediyor, Hafız Çelebi'nin
kendilerine nasıl bir sürpriz hazırladığını görmek istiyorlardı. Oysa Hafız
Çelebi çok tedirgindi. Katre-i Ma-tem'den geriye yalnızca bir ad kalmıştı. Eğer
şu dört saksıdan birinde de değil ise onun kayboluşunu ve Bican Efendi'nin
ihanetini dostlarına anlatabilmek hayli zor olacaktı. Yine de yüreğinin bir
köşesinde eski dostunun masumiyetini saklı tutuyor ve Katre-i Matem'in
hırsızlar adına bir yedi emin tarafından encümene getirileceğini umuyordu. O
gün bu gelişten umudunu kesen tek kişi Kara Şahin olmuştu. Çünkü o Bican
Efendi'nin Katre-i Matem'i götürdüğüne inanıyor, encümene Katre-i Matem diye
getirilecek çiçeğin de ancak onun ikizi olacağını düşünüyordu. Heyecanının
herkesten daha fazla olmasının sebebi buydu zaten. Katre-i Matem'in sahibi,
aynı zamanda ona Nakşıgül'den haber verebilecek kişi olacaktı. Belki de sonbahardan
bu yana bulmayı umduğu kişinin, katilin ta kendisi olacaktı.
302
Artık sıra son iki saksıdaydı. İki
saattir haykıran kethüdanın sesi kısılma noktasına gelmişti. Sazende heyeti
İsmail Dede Efendi'nin "Açıldı lale-zârın ciğerde dağ-ı denin"
mısraıyla başlayan şehnaz zincir bestesini terennüme girdiği sırada kethüdanın
sesi ritmik üslubuyla meydanı doldurmaya başladı.:
-Şükûfecinin adını: Sümbülzade kapı
kâhyası Kooooç Ömer Efendiii.
Şükufenin adını: Piyaaaaaaaale-i Cem
Yetiştiği yeeer: Emiiiiirguune bağları
Kuzusuuuu: Üçeeeeer soğandan sekiz çift
Rengiiii: Leylakiiiiiî...
Kethüda efendi sözünün burasına gelince
ortalığı derin bir sessizlik bürüdü. Sadabat'daki bütün başlar kendisine
çevrilmiş durumdaydı. Eli örtüyü açmak üzereydi. İşini iyi yapmanın hazzıyla
heyecanı arttırmak istedi:
"Şimdiden alıcı hanesinde dört
efendi kayıtlı bulunuyooo-or. Mazbatasına adını ilave ettirmeyene
satılmayacaktııır. Açı-yoruuuuum.... Yegane-i cihaaaan, gözler böylesini
görmedi-iii... Açıyoruuuuum... Aaaaaaç.... Aaaaaaaç...
Ortalık birden dalgalandı. Deniz
kıyısında biriken halk arkadan tazyike uğramış gibi kürsünün ve lale
tezgâhlarının bulunduğu yöne yuvarlanmaya başladı. Vezir ile devletlûlar o
sırada muhafızlar tarafından derhal meydandan uzaklaştırılmış, ihtisap ağası ile
yeniçeri kolluk neferleri meydanı doldurmuştu. Kara Şahin bulunduğu yerden
yavaş yavaş kürsüye doğru ilerledi. Bütün dikkati örtüsü açılmayan son
saksıdaydı.
303
50. Sual:
Bir Derviş Şehzade Olduğunu Bilse Ne
Yapar?
Muşkaralı tulumbacı Sarı Celep Şehzade Ahmet'i
aramaya ta annesiyle oturdukları konaktan başlamış, ikinci haftada Ahmet yerine
Şahin adıyla anıldığını keşfetmiş, sonra gençlik arkadaşlarından birkaç
mirasyedi bulup onları söyletmiş ve yolu Gedikpaşa Hamamı külhanına kadar
gelmişti. Yaşının hemen hemen Şahin ile aynı oluşu sebebiyle kendisini onun
eski bir arkadaşı gibi gösterip kolaylıkla bilgi toplayabiliyordu. Gedikpaşa
Hamamı'nda iki hafta boyunca bir hamam uşağı olarak kalıp çalışanlardan külhana
mahsus gelenekleri öğrenmiş ama Şahin hakkında fazla bir malumat edinememişti.
Kara Şahin için hep bir eski dostun hasret duygusuyla yanar gibi davranmak da
onun karakteri hakkında bilgi sahibi olmaktan öte bir işe yaramamıştı. İşini
iyi yapıyordu. İstanbul'un kanunsuz sokaklarında neler olup bittiğini iyi
biliyor, bu yüzden külhandakilerle iyi anlaşıyordu.
304
Sonraki çaldığı kapıda Seyrekbasan Osman
ile ahbaplık kurmayı başardı ve Şahin'in kaşlarını bir ameliyat ile değiştiren
Macar hekimi öğrendi. Onun izini sürmek üzere at sırtında Halep'e giderken
vezir efendisine bağlılığını da gösteren çok radikal bir karar aldı. Hekim,
birkaç tehdit ve tazyikten sonra Kara Şahin'i hemen hatırlayıvermiş, ona
yaptığı ameliyatın aynısını şimdi karşısında dikilen adama yapmayı kabul
etmişti. Hatta ameliyata başlarken, hastalarının hepsine sorduğu gibi ona da
"İsmin nedir paşazadem?" diye sorup "Bundan sonra Kara Şahin
olacak!.." cevabındaki tehdidi sezince "O vakt şahine benzadalım
seni!.." diye mırıldanmıştı. Hekimin işini iyi yaptığını ve yalnızca kaş
kaldırmayıp burnundaki kemiği de alarak kendisini iyice Şahin'e benzettiğini
Halep dönüşünde Beşiktaş Mevlevihanesi'ne uğradığı zaman anladı. Karşılaştığı
herkes "Hoş geldin Şahin Can!" diyordu çünkü. Hatta Derman Dede
kendisine " Adı Mülazım Osman Efendi mi neydi, geçenlerde seni
sorduydu!" demiş ama o bu cümlenin üzerinde hiç durmamış, kendinden evvel
burada Şahin'i arayan birinin varlığından hiç haberdar olamamıştı. O sırada
kafası, bu yeni kılık içinde ahbap ve yaranına kendisini tanıtama-maktan,
araştırmalarının ne durumda olduğunu haber vermek üzere velinimeti vezir
hazretlerine gidememekten duyduğu sıkıntıyla meşguldü. "Yoksa kendini
Şahin'e benzetmekle iyi yapmamış mıydı?"
»I H H
Üç Hilal Cemiyeti mülazımı Osman,
Şehzade Ahmet'i aramak üzere -Sarı Celep'in aksine- onun son görüldüğü zaman ve
mekânı araştırmakla işe başlamıştı. Tabii ilk bulduğu yer Mevlevihane oldu.
Orada Şahin Çan'ı tanıyanlarla konuşa konuşa onun hayatını geriye doğru
araştırıyordu. Selman Can ve Şair Nahifi Dede'ye bile yaklaşabilmişti. Hatta Selman
Can, Şahin
305
ile hücre arkadaşı olduğunu, giderken
iranlı kıyafetlerini hatıra diye alıp götürdüğünü bile anlatmıştı. Mülazım
Osman zeki adamdı. Bir urbanın sırf hatıra olsun diye götürülmeyeceğini düşünüp
onun kılık değiştirdiğini anladı. Kara Şahin'in karakterini, huylarını,
davranışlarını tahlil ede ede bir adım sonra onu nerede bulabileceğini
kestirmeye çalışıyordu. Söz gelimi saklanmak gerektiğinde bir tekkeyi tercih
etmesi de, kimlik değiştirmek istediğinde İranlı bir gezgin kılığına girmesi de
onun çok zeki olduğunu gösteriyordu. Sultan III. Ahmet'in Mevlevilere karşı çok
müsamahakâr davrandığını, İstanbul Mevlevilerinin neredeyse sorumsuz bir hayat
yaşadıklarını bilmeyen yoktu. Kimse yanlarına bile yaklaşmıyordu.
Külhana vardığında beylerin hemen hepsi
Şahin'i ayrı bir kişilikte tanıtmış, ama kimse nereden gelip nereye gittiğini
söyleyememişti. Burası külhandı. Sırlar araştırılmıyor, kimse kimsenin ne veya
kim olduğuyla ilgilenmiyordu. En son uğradığı Haliç'teki gençlik arkadaşları
ise kendisine mirasyedi bir Şahin'den dem vurmuşlar, ortadan kaybolduğunu
söylemekten öte işe yarar bilgi verememişlerdi.
Hem Mülazım Osman, hem de Sarı Celep
gizliden gizliye yaptıkları soruşturmalar süresince birbirlerinin izine de
rastlamışlardı. Her ikisi de Şehzade Ahmet'i arayan bir başkasının varlığından
tedirgin olmuş, tetikte ilerliyordu. Şimdi ikisi de rakibinin kim olduğunu tam
tespit edememekle birlikte, avını diğerinden evvel ele geçirmek gerektiğine
inanıyor ve öyle çalışıyordu.
Mülazım Osman, sonunda Şehzade Ahmet'in
vezir sarayında himaye gördüğünü keşfettiğinde nasıl tehlikeli bir işin içine
atıldığına hayıflandı. Şehzade dediğin sarayda olurdu. Bir şehzade vezir
konağında saklanıyorsa -veya himaye görüyorsa- bunda mutlaka bir siyasi sebep
olmalıydı. Padişahın damadı olmakla kalmayıp itimadını da kazanmış olan, hatta
devlet
306
işlerini neredeyse tek başına çekip
çeviren bir vezir, acaba bir şehzadeyi neden sarayında tutardı? Padişah'a
sadakatından dolayı onu göz hapsinde mi bulunduruyordu? Padişah'a karşı bir
tehdit olarak mı saklıyordu? Padişah kendisinden şehzadenin kellesini
istediğine göre vezirinin onu sakladığını bilmiyor olmalıydı? Belki de
biliyordu ama bilmezden gelmek, siyasetine uygun düşüydordu. Peki ama neden
kendisine görevi verirken bunu söylememişti? Mülazım Osman'ın asıl zihnine
takılan soru ise bu şehzadenin saray dışında ne aradığıydı? Ve bu durumda
sultanın şimdiye dek onun boynunu neden vurdurt-madığıydı? Sultan II.
Mustafa'nın bilinmeyen bir şehzadesinin hayatta olması kimin işine yarardı?
Vezirin mi? Acaba kendisi bir tuzağın içine mi çekilmek isteniyordu? Şehirdeki
karışıklıkların bununla bir ilgisi var mıydı? Hayli zamandır izleyip durduğu şu
yeniçerilerin kazan kaldırma heveslerinde acaba Şehzade Ahmet nasıl bir rol
sahibiydi? Eğer şehirdeki kalabalıklar Şehzade Ahmet hakkında bazı fikirlere
sahip iseler -bugüne kadar böyle bir şeyin istihbaratına ulaşamamış olsa bile-,
onu öldürme emrini yeniden düşünmeli miydi? Bütün bu soruları kendisine
"Bana Şehzade Ahmet'in kellesini getir!" diyen sultana soramazdı
elbette.
Bunca soruyu soran adam, asıl soruyu
sormamıştı: "Kara Şahin bir şehzade olduğunu bilmiyor olabilir
miydi?!.."
III
Sarı Celep başlangıçta Kara Şahin'in
kılığına girmekle onun rüzgârını kullanmak istemiş, böylece onun izini bulmayı
ve hatta yaklaşmayı planlamıştı. İşine de yaramış, kendisini tanıyanlar hemen
ortaya çıktığı için hakkında pek çok bilgi edinmişti. Ama artık içi rahat
değildi. Çünkü aradığı adamın peşinde kendisinden başka birinin daha olduğu
fikri, zihnine daya-
307
nılmaz bir ağırlık veriyordu. Kılık
değiştirmekle tehlikeli bir oyun oynadığının işte o vakit farkına varmıştı.
Peşinde bir katil olduğunu düşünerek çalışmak oldukça zordu. Avcı iken av
olmak, ava giderken avlanmak istemiyordu. Son pişmanlığı da iki gün evvel Kara
Şahin'i uzaktan gördüğü vakit yaşadı. Macar hekim işini iyi yapmış, yalnızca
kaşlarını değil, burnunu da bıçaktan geçirerek kendisini tıpkı Kara Şahin'e
benzetmişti. Sakal ve bıyık da zaten yüzün geri kalan teferruatını örtüyor,
dikkatle bakılmayınca ikisi arasında anlaşılamayacak bir benzerlik ortaya
çıkarıyordu.
Avını uzaktan seyrettiği iki gün evvel
kendisi hazırlıksızdı; üstelik avı da bir kalabalığın arasında Divanyolu'ndan
Atmey-danı'na doğru Çemberlitaş yakınlarından akıp gitmedeydi. Üzerinde bir
paşalı kıyafeti vardı ama baldırıçıplakların arasında eğleşmedeydi.
Yanındakilerden ikisini tanımıştı; Sikirdim Veli ile Manav Muslu Beşe. Bunlar
Patrona Halil Ağa'nın yamaklarıydı. Şehzade'nin bu adamlarla ne işi olabilirdi?
Onlarla birlikte bağırıp halka nutuklar attığına göre o da sultandan ve
vezirinden şikâyet edenler arasında olmalıydı? Belki de halkı isyana
çağıranların elebaşılarından biriydi. Neden ol-masındı? O bir şehzadeydi.
Elbette hükümdar olmayı isterdi. Sarı Celep bu cümleyi içinden geçirdiği anda
durakladı. İbrahim Paşa kendisine bu görevi verirken acaba neyin peşindeydi?
Halk vezirden şikâyetçi idi. Böyle bir dönemde vezire yakın durmak iki ucu
keskin bir kılıç taşımak gibiydi zaten. Son birkaç aylık gelişmelere
bakıldığında sultanın da, vezirin de çok başarılı oldukları söylenemezdi.
İran'daki savaşın masrafı halka yüklenmiş, esnaf ve tüccarın vergisi artınca
homurdanmalar başlamış, şikâyetler sokaklara, kahvehanelere, han ve hamamlara
taşmıştı. Tebriz'den gelen kötü haber üzerine de şikâyetler yüksek sesle
anlatılır olmuştu. Yazık ki bu sesleri, şu devletlûlar bir tek kendileri
duymuyordu. Daha doğrusu
308
halkın inlemeleri, Çırağan
eğlencelerinin, Sadabat meclislerinin şuh sazende ve hanendeleriyle, köçek ve
rakkasların seslerini aşıp kulaklarına girmeye yol bulamıyordu. Şehirdeki
kaynaşmayı göremeyecek kadar halk ile irtibatları kesikti. Onlar görmese de
ekmeğe muhtaç ayaktakımı kin ile dolmuş bu seçkin eğlencelerdeki pastadan dilim
istiyordu. Orta tabaka, vergiler ve şehirdeki asayiş yokluğundan dolayı gücenik
idiler. Esnaf sık sık kepenk kapatıyordu. Güvenlik hiç kalmamıştı. Daha birkaç
gün evvel yeniçerilerin eşkıya takımı konak basmış, eşyaları yağmalamış,
kadınları ve kızları Etmeyda-nı'na kaldırmıştı. Irz ve namus ayaklar altına
alınır durumday-
309
di. Zenginler, konakları basılırsa
kadınları ve kızlarını yer altında saklayabilmek için artık bahçelerine kuyular
kazdırıyorlardı. Devletlûlar ise sultan meclisindeki yaran arasına girememekten
dolayı haset ateşiyle yanıyorlardı. Ulema, menfaatine düşmüş, din adamları dini
dünya için satar olmuşlardı. Bunca kargaşa arasında Şehzade Ahmet'i öldürmeli
miydi, yoksa korumalı mı? En iyisi olacakları bir müddet izlemekti? Onu nasıl
olsa bulmuştu. Evini barkını da öğrendi mi keklik çantada demekti. Şimdilik
uzaktan takip etmesi yeterliydi?
Sarı Celep, velinimeti vezir
hazretlerine Şehzade Ahmet'i bulduğu haberini bir an evvel vermek istemişti.
Lakin akşam olduğunda Şehzade Ahmet'in bizzat velinimetinin sarayına gideceğini
nerden bilebilirdi?!..
310
51. Sual: Bir İnsandan iki Tane Olabilir
mi?
Kara Şahin Sadabat'daki lale encümeninde
ortalık birbirine girince, Şükûfeciler kethüdasının örtüsünü açamadığı son
saksıyı derhal gözleme almış, ihtisap zabitinin onu yerinden kapıp doğruca
Tomruk Emini'ne teslim ile emniyetini sağladığını görmüştü. Saksıdaki lalenin
Katre-i Matem olup olmadığını elbette görememişti ama Tomruk Emini'ni takip
etmek üzere yeni bir sebep bulmuştu. Tomruk Emini saksıyı ases çavuşlarından
birine teslim ederek kendisi o gün Elçi Hanı'na gitmişti.
Elçi Hanı, dört yüz yıldır Osmanlı
ülkesine gelen elçilerin hatıralarını taşıyan, duvarlarında bu elçilerin el
yazıları bulunan pahalı bir handı. Alt katında ahırlar, üst katında kare odalar
vardı. İstanbul'a gelen lale tacirleri ve bezirganların çoğu tıpkı diğer
laleciler gibi Divanyolu'nda, Çemberlitaş Tavuk Pazarı civarındaki bu taş
binada kalırlardı. Uzaklaşırken içinden mırıldandı:
311
"Yarın gelip burayı yoklamakta
yarar var." Ertesi sabah erken kalkmış, daha gün doğarken Hafız Çele-bi'yi
yoklamış, son saksının Tomruk Emimi'nde olduğunu söyleyip teselliye çalışmış,
kuşluk vaktinde de lalelerin renkleri uçmasın diye üstlerine beyaz tülbentler
örten lale ırgatlarına selam vere vere bostan aralarından Elçi Hanı'na doğru at
sürüyordu. Handa kalanların çoğu orta avludaki kuyunun çevresinde çubuk içiyor,
sohbet ediyorlardı. Burada pek çok dili aynı anda duymak mümkündü. Kendisini
İranlı bir lale taciri olarak tanıtıp kalabalığın arasına karıştı.
Anlatılanları dinlemeseydi Elçi Hanı'nda
sohbetin bu derece ilginç olabileceğine akıl erdiremezdi. Mürekkep yalamış
İstanbul eşrafının neden burada eğleştiğini şimdi anlıyordu. Burada anlatılan
her şey "Çok gezen bilir!" hükmünü doğruluyor gibiydi. Çünkü burada
anlatılan her şey birbirinden ilginçti. Bir tabureye oturup kahve siparişi
verdiği sırada konuşan adam ateşli bir üslupla anlatıyor, konuştuğu dili
bilmeyenleri bile hayrete düşürecek kadar etkiliyordu:
"(...) Bütün sazların sesi ruhlar
aleminde bulunan derder-ten adlı bir sazdan çıkar. Allah Adem Ata'yı yarattığı
vakit ruh onun çamurdan bedenine girmek istememiş. Allah o vakit der-derten
sesini cennete göndermiş. Ruh bu ses ile kendinden geçip mest olunca Adem
Ata'nın bedenine girmiş. İşte bugün musikinin ruha gıda, cana safa olmasının sebebi
odur." Bu sırada başka biri araya laf sıkıştırdı: "Gönül eğlencesi
saz u safadır / Safa sür ki bu dünya bîve-
fadır."
Konuşan, ondan aşağı değildi:
"Doğru demiş şair. Yine de
söyleyeyim ki ilk icat olunan saz bir daire ile neydir. Bunları hukemadan Fisagor
bulmuş olup Süleyman Peygamberin zamanındaki Belkıs'ın zifaf gecesinde
çalınmıştır. Musa Peygamber zamanında da musikarı buldular."
312
Burada herkes ilginç olan şeyleri
anlatırdı. Başından ilginç olaylar geçen kişileri dinlemek de eğlenceli bir adetti.
Evliya Çelebi merhum, vaktiyle burada çok oturmuş, hikâyeler derle-mişmiş.
Elbette çok da anlatmış olmalı. Burada her dile göre tercüman da bulunur, bu
tercümanlar hikâyeye anlatıcıdan ziyade heyecan katarak süslerler, hatta
taklitlerle, beden diliyle neredeyse bir ortaoyunu, bir tuluat gibi hikâyeyi
canlandırırlardı. Söz gelimi o sırada başından geçen bir olayı anlatmaya
başlayan Yemenli tacirin Arapça'sını o anda cümle cümle tercüme ederek anlatan
müderris Satı Halife, Enderun'da Diloğ-lanları mektebinde tahsil görmüş en ünlü
tercümanlardan biriydi. Adam olayı anlatırken o sanki kendi başından geçmiş
gibi jest ve mimiklerle öyküyü zenginleştirmekle meşguldü.
Kara Şahin anlatılanları keyifle
dinlerken birden hanın üst katında, revaklara yaslanmış olarak tartışan iki
kişi dikkatini çekti. Tekrar tekrar baktı. Gözlerine inanamıyordu. Daha
dikkatli baktı. Yanılmış olamazdı. Evet, evet... Bu, Bican Efen-di'nin ta
kendisiydi. Elinde bir kaplumbağa vardı ve adama akçe kesesi veriyordu. Demek
Felemenk'e kaçmamıştı. Çünkü kaybolduğu zamanı hesap etseler, Felemenk'e gidip
geri dönmüş olma ihtimali en hızlı gemi yolculuğundan bile kısaydı. Peki ama bu
handa ne işi olabilirdi? Konuştuğu adam onun gibi sarışın ve uzun boyluydu.
Muhtemelen kendi milletindendi ve yine muhtemelen ana dillerinde
konuşuyorlardı. Bunun için söylediklerini anlaması mümkün değildi. Oturduğu
yerden izlemeye başladı. Çok geçmeden yanlarına çok özel ve ışıltılı kıyafetler
içinde bir yabancı daha geldi. Her ikisi de saygıyla eğilip gelen adamı selamladılar.
Bu sonuncusunun önemli bir görevi olmalıydı. Belki bir ruhani lider, belki
yüksek rütbeli bir subay, belki devlet elçisi. Limanda ticaret için gelen
Felemenk gemileri hiç eksik olmazdı ama Haliç ağzına lenger atmış bir esir
gemisi yahut kraliyet donanması yoktu. Hanın
313
orta avlusunda bekleşen atlara baktı.
Onun bineceği türden koşumlara sahip bir at da göremedi. Demek ki atı ahırda
idi. Atı ahırda ise kendisi burada kalıyor olmalıydı. O burada kalıyorsa Bican
Efendi onunla neyin pazarlığını yapıyordu? Şu görünen manzaraya göre Hafız
Çelebi'nin yanından zorla götürülmüş olamazdı. O halde neden kaçmıştı? Elindeki
kaplumbağa Hafız Çelebi'nin kaplumbağalarından mıydı? Eğer öyleyse bir
kaplumbağa ile ne işi olabilirdi. Ecnebilerin uzun ömürlü olabilmek için dağ
kaplumbağalarının yahnisini yediklerini biliyordu, ama bir tatlı su
kaplumbağası da aynı işi görür müydü? Bican Efendi'nin, İstanbul'un en zengin
konaklama mekânı olan Elçi Hanı'nda kaplumbağa çalıp satarak kalmadığı
ortadaydı. Neler oluyordu?
O sırada bütün başlar avluya açılan ahır
kapılarından birine çevrildi. Adamın biri boğuk bir çığlık atarak yere yığıldı.
Köşedeki teknenin başında saman yemekte olan atlardan biri şaha kalkıp kapıya
yöneldi. Siyah çarşaflı ve yüzünü siyah peçe ile örtmüş biri atın bedenine
sarılmış, kaçıyordu. Kadın mı erkek mi olduğu anlaşılamamıştı. Handaki herkes
ecnebi olduğu için o şaşkınlıkta ne yapacağını bilemediler. Giden gitti. Herkes
merakla yere yığılan adamın başına toplandı. Adamın eli kanıyordu. Birden avucunda
kınından sıyrılmış bir hançer tuttuğunu gördüler. Anlaşılan oydu ki, elinde
duran bu küçük hançer bir başkasına fırlatılmak üzere avuçlanmıştı. ,
Adam yerden doğrulurken yüz yüze
geldiklerinde, Şahin dehşetle irkildi. Bu adam ta kendisiydi. Kaşıyla, gözüyle,
saçıyla sakalıyla ta kendisi. Bir insan sokakta kendisine rastlayabilir miydi?
Bayılacak gibi oldu. Eline baktı. Hayır kanayan kendi eli değildi. Ama yerden
doğrulmakta olan adam kendisiydi. Çıldırıyor olabilir miydi? En azından onunla
konuşmalı, yüzleşmeli, bu işin sırrını öğrenmeliydi. Ne çare buna fırsat
bulamadı. Yaralı kopyası atına binip kaçarak oradan uzaklaş-
314
ti. Şimdi herkes Şahin'e bakıyordu.
Değişik dillerden birbirlerine hayret kelimeleri söyleniyorlardı. Bu bir
insanın ikiziyle yanyana durmasından öte bir şeydi. Şahin ne yapacağını
bilemedi. Oradan derhal uzaklaşması gerektiğini düşündü. Başını tekrar yukarı
kaldırdıysa da Bican Efendi'yi göremedi.
Yolda bacaklarının titremesi korkudan
değildi. Zihnini saran yüzlerce sorudandı. Gördüğü kişiye dair sorular,
görünmeden kaçan kişiye dair sorular, Bican Efendi'ye dair sorular, Macar
Hekim'in kendisini neden bu adama benzettiğine dair sorular...
O gece velinimetinin yanına uğramadan
doğruca hücresine çekildi. Ardı arkası gelmeyen ve hiçbiri cevaplanamayan
sorularla yatağının içinde sabaha kadar dönüp durdu.
315
52. Sual:
Bir Matem Damlası'na Ağlayanın Yaşları
Gözden
mi Gelir; Gönülden mi?
Çiçek encümeninden sonra Topaç Yeye'nin
hastalığı iyiden iyiye nüksetmişti. Bir hekim teşhis koymuş, çiçeğe
yakalandığını, tecrit edilerek dinlenmesi gerektiğini söylemişti. Hafız Çelebi
encümenden sonra çok kötü zamanlar geçiriyordu. Sanki yaşama sevincini
kaybetmişti. Her halinde, her hareketinde bir kırgınlık var gibiydi. Sanki
başka birisi olmuştu, solgun, bitkin ve perişandı. Bu yıl onun için hüzünler
yılı gibiydi. Önce Yeye'nin, ardından Bican Efendi'nin, sonra da Katre-i
Matem'in firkatinde için için ağlayıp yakılmıştı. Yeye, onun bu perişan halini
hangi sebebe bağlayacağını bilemiyordu.
Bahçenin laleleri bakımsızlıktan ve
ilgisizlikten solmaktaydılar. Gündüzleri beyaz renkte nemli tülbentler ile
üstlerini örtmek gerekiyordu. Bezirganlar geldiği vakit derhal saksılara
aktarılmaları ve hazır edilmeleri lazımdı. Birkaç bezirgan sırf
316
bu yüzden eli boş dönmüş, birkaçı da
lalelerin renklerini parlak bulmadıkları için başka lale tarlalarına
gitmişlerdi.
Hafız Çelebi kaplumbağalarla bile
gönülsüz ilgilenmeye başlamıştı. Bir yılın hasadı, neredeyse gözlerinin önünde
solup dağılacaktı. Bican Efendi'nin yokluğuna üzülüyor, kendisini terk ediş
biçiminden dolayı da affedemiyordu. Can Kuyu-su'nu ve mezarı ziyarete gelen
insanların sayısı bu mevsimde çoğalırdı. Her yıl onlara karlı şerbetler ikram
ederdi. Oysa bu yıl, Uludağ'dan kar getirtmeyi bile akıl edememişti. Bu işleri
planlayan, ilgililerle irtibata geçen, ona göre tertibatını alan ve yolu
yordamıyla her şeyi tıkır tıkır çalıştıran Bican Efendi neredeydi şimdi?!..
Topaç Yeye hasta yatağında bahçenin ve
Hafız Çelebi'nin sanki birbirlerine inat hızla perişan olmalarını gözlemliyor,
içten içe kahrediyordu. Zaman zaman nöbetler geçiriyor, dal-gınlaşıyor, kendini
kaybediyordu. Çelebi'nin çok düşünen ve az konuşan bir ihtiyara dönüşmesi ise
yüreğine, hastalığından ziyade tesir ediyordu. Bir seher vaktinde kalkıp hiç
hesapta yokken, lalelerin üzerine kuyu suyu püskürtmeye başladı. Sözde Hafız
Çelebi'ye bir şeyler anlatmaya çalışacaktı. Fakat iki saat sonra bahçenin
ortasına yığılıp kalmıştı.
I i m
Her sonbaharda Eyüp Köyü'nün çocuklarına
çiçek aşısı yapan kadınlardan biri feryad ediyordu:
"Vah delikanlıma vaah, vah! Sokakta
mı buldunuz bu yiğidi siz Hafız Efendi. Ne zamandır ateşi var?"
"Herhalde yirmi gün kadar
oldu."
"Titremesi ne zaman kesildi?"
"Hiç kesilmedi sayılabilir. Ancak
on beş gün önce daha çok titriyormuş."
"Siz o vakit neredeydiniz veya kim
baktı hastaya?"
317
Hafız Çelebi tam Veyis Ağa'nın ve kızı
Şehnaz'ın adını anacağı sırada Topaç Yeye derin bir uykudan uyanır gibi
gözlerini araladı. Çevresine bakındı ve alnına ıslak bez koyan kadını
fark etti.
"Beli ve sırtı ağrımış mıydı?"
Topaç Yeye güçlükle "E-vet"
diyebildi. Kadın sonraki soruları ona soracak şekilde devam etti:
"Geçmiş olsun delikanlı!. Baş
ağrısı ve kusma nöbeti geçirdin mi?"
"Hı-hıL"
"Çok çırpındın mı? Bilmediğin
kelimeler de sayıkladın mı?"
"Nereden biliyorsunuz?"
"Bu illetin kuluçka devresi
öyledir, babayiğit de olsan burnundan kan getirir alimallah."
Kadın daha sonra onlara çiçek hakkında
bildiği ne varsa sayıp döktü. Şehirde büyük bir salgın olduğunu, sultanın
he-kimbaşısının salgını önlemekte yetersiz kaldığını falan anlatıp durdu. Bir
aşıcı kadından ziyade Hipokrat gibi konuşuyordu. Hem ateş düşmeye başladığı
zaman döküntülerin de çıkma devri olduğunu, hemen tedavi edilmezse bunların baş
vererek çıbana dönüşebileceğini, yüzündeki kabarcıklar kuruyasıya kadar
dinlenmesi gerektiğini, yeterince dinlenmediği için ateşin yeniden yükseldiğini
ve bunun zatürreye çevirdiğini, cerahat ve göz iltihabı yapmaması için dikkatli
bulunmak gerektiğini anlatıyor, hem de Yeye'yi soyuyordu. Göbekten üstte ne
varsa çıkardığı vakit nabzını tuttu, diline baktı. Yün bir aba ile örtüp
getirdiği torbasından bazı eczalar çıkardı. Bir ceviz kabuğunun içine limon
küfü koyup üzerine farklı şişelerden eczalar damlattı. Çıkardığı çuvaldız
iğneyi ateşte kızdırdı. Topaç Yeye'nin ensesinde bir damar bulup üzerini iğne
ile yardı ve tarak dişleri gibi çizdi. Ceviz kabuğundaki eczayı beyaz tülbent
parçasıyla sürüp bastırmaya başladı. İlaç damara her de-
318
ğişinde ve kadının her bastırışında Yeye
çığlıklar atıyordu. Sonunda üzerine kahverengiye çalan bir toz döküp yeşil
ceviz yaprağı ile açtığı yarayı sardı. Aynı işlemi sırasıyla sol kol ile sağ
bacağa da yaptıktan sonra Yeye'yi giyindirip binpare yorganın altına adeta
gizledi.
"Dört gün sonra Allah'ın izniyle
hiç hasta olmamış gibi kalkar!"
Yeye, kadını uğurlamaya giden Hafız
Çelebi geri döndüğü vakit gözlerinde yaş gördü. Üzerine bir hüzün çöküverdi.
Gözyaşları insanlara neler neler anlatırdı. Her gözyaşının ayrı bir anlamı
vardı. Her damlanın hangi zamanda, hangi mekânda, hangi kişiyle paylaşıldığı
önemliydi. Gözyaşları ne kadar çok şeye tercümanlık yapıyordu. Damladığı,
süzüldüğü, aktığı veya kana dönüştüğü zaman hep ayrı manaları vardı. Gözyaşları
gizli duyguları açığa vuran mektuplar gibiydi. Çocukken annesinin anlattığı
mektubunu gözyaşıyla yazan âşık galiba bunu keşfetmiş olmalıydı. Yoksa
mektuplarını önce gözyaşıyla, sonra kan ile yazar mıydı hiç?!.. Şimdi annesini
hatırlıyordu. Hasta olduğu vakit kendisine nasıl çorba içirdiğini, nasıl
papatya çayı kaynattığını, nasıl üzerini örtüp çamaşırını değiştirdiğini
hatırlıyordu. Hafız Çelebi başucuna oturup avucunu onun alnına koymuş, içinden
şifa için Kuran okuyup üflemek-teydi. Topaç Yeye ise ağlarken zorlukla
konuşuyordu:
"Efendim, beni de bahçende açan bir
lale say artık. Hani anlattığın o atın terkisinde diyardan diyara dolanıp da
sonra İstanbul'da vatan tutan lale gibi. Ben de o lale gibi şu şehirde kapıdan
kapıya dolanıp senin eşiğinde kendime yurt edinmedim mi?!.. İşte bak, onun
bağrındaki yara gibi benim de bağrımda bir yara var artık. Onun ince dalı
üzerindeki kadehte alevler, benim zavallı gönül kadehimde yangınlar... Onun
ateşi renginden, benimkisi dumanından bilinir. Onun her yerde başka lakabı,
benim her menzilde başka adım var. Binlerce
319
adım olsaydı hiçbiri sizin şefkatli
sesinizdeki "oğulcuğum!" gibi olamazdı. Tıpkı milyonla lale
yetiştirenlerden hiçbirinin, sizin 'Katre-i Matem'e verdiğiniz kıymeti
veremediği gibi. Ama beni kaybettiğiniz vakit Katre-i Matem kadar üzülmeyiniz,
beni bahçenizin dışında açmış bir gelincik, bir şakayık sayınız. Gelinciğin
ömrü laleden az olur ya, dalımın kırıldığını, yaprağımın dağıldığını..."
Hafız Çelebi, gözlerinden ırmaklar gibi
akan yaşların burasında eliyle Topaç Yeye'nin ağzını kapatmak zorunda kaldı,
üzerine kapandı, ağladı, ağladı... Hıçkıra hıçkıra, dola dola, doya doya
ağladı. O güne kadar ağlayamadığı bütün gözyaşlarını o gün ağladı, vaktiyle
sahip olduğu anneciği için, küçük bebeğini doğururken ölen kadını için, Katre-i
Matem için ve kaybettiği daha pek çok şey için... Ve kaybetmemek için ateşli
alnına yüzünü koyduğu Yeye için...
1*1
-derkenar-
mektubunu gözyaşıyla yazan âşık
Sevgilinin yanma akılla varıp mest
dönen, evvelden hazırladığı bütün sözleri onun yanma varınca unutup
söyleye-meyen bir âşık tanıdım. Mektuplar yazmak, hiç olmazsa meramını mektupla
anlatmak istiyordu. Sevgiliyi tenha bulamayan, onu tenha bulduğu zaman da
kendini bulamayan bu âşık mektuplarını gözyaşıyla yazıyor, hokkasında kuruyan
mürekkebi gözyaşıyla açıyor, inceltiyor, her seferinde sevgiliye taze
gözyaşlarını gönderiyordu. Nihayet bir seferinde parmağını kesti ve kendi
kanıyla yazdı mektubunu. Sevgili bunu okuyunca onun kendisini gerçekten
sevdiğini anladı. En güzel Çin mürekkeplerinden daha kırmızı bir mürekkeple
yazılmıştı çünkü.
320
53. Sual: Kaybeden Kimdi; Bulan Kim?
Tulumbacı kabadayısı Sarı Celep aldığı
vazifelerden hiçbirinde başarısız olmamıştı. Planını inceden inceye kurar,
sonra tatbik için fırsat kollardı. İnfaz günü geldiğinde bir neşe, bir sevinç
duyar, yaptığı işten haz almaya başlardı. İşte bugün, öyle bir gündü.
Çiçek encümeninde ortalığı karıştıran
serserilerden bazıları yakalanmış, geri kalanı şehrin izbe hanlarına, sur
diplerin-deki esrar kahvehanelerine dağılmışlardı. O gün niyetleri İbrahim Paşa
ile birkaç yabancı elçiyi ele geçirmek iken muhafızlar buna fırsat vermemiş,
hepsini püskürtmüşlerdi. Bu akim kalmış tertibin başında Muslu Beşe ile Patrona
Halil Ağa vardı. Başarısız olduklarını görünce bu işlerdeki zorluğu anlamış
şimdilik paçayı kurtarmanın çaresine bakmışlardı. Yılmış-lar mıydı? Bilakis,
devlet erkânını ele geçirmektense bizzat devleti ele geçirmek gerektiğine
kanaat getirmişler, yandaşla-
321
rina şimdi bunları anlatıp duruyorlardı.
Artık gizli toplantılarında sadrazamın veya sultanın aleyhinde konuşmak yerine
bizzat devletin kokuştuğunu, devletlûlar eğlencelere dalmışken halkın
yoksulluktan kırıldığını, ahlaksızlığın ve fuhşun arttığını -bunda haksız da
sayılmazlardı-, halkın gayret-i diniye ile bir şeyler yapmaları gerektiğini
dillendiriyor, esrarkeş, ayyaş ve afyoncu takımı yanında halkı da kendilerine
inandırmanın yollarını arıyorlardı. Şimdi Bayezit meydan kahvelerinden birinde,
Ayasofya vaizi İspirizade'yi ortalarına almışlar, onun her zamanki ateşli
vaazlarından birini dinleyerek dumanaltı oluyor, demleniyorlardı. Sarı Celep bu
toplantıyı önceden haber almış, Kara Şahin'in oraya geleceğinden adı gibi emin,
hazırlıklarını tamamlamış, zehirli hançeri kuşağına yerleştirmişti. Üzerine de
Kapalı Çarşı çakşırcılarında arayıp bulduğu se-raser kumaştan toprak rengi bir Mevlevi
cübbesi giymiş, kendini gizlemişti.
İspirizade'yi dinleyenler İstanbul'un
bütün renklerinden ve desenlerinden adamlardı. Kimi mukim, kimi konar göçer
taifesinden, Müslümanı, Yahudisi, Ermenisi bir arada, Hırvat ve ırgat uşakları,
at eti yiyen Tatarından, bitine kantar vurur Kür-dünden, Çerkeş'in hırsızından,
Megril'in nursuzundan, Abaza'nın kuduzundan, Nasrani'nin domuzundan bilcümle
evbaş ve kallaş elli kadar adam, dumanlara boğulmuş, kimi cübbesi-nin altındaki
susaktan şarap, kimi kuşağındaki cür'adandan esrar çeker vaziyette devlet,
millet, namus, din, iman nutukları söylüyor ve dinliyordu. Meydana girip
çıkanın haddi hesabı yoktu. Tespihçisinden, şıracısına seyyar satıcılar;
elsizinden ayaksızına dilenciler; paşalısından gediklisine külhaniler ve daha
bir sürü hezele güruhundan serseriler... Kavm-i katranî ve taife-i şeytanî...
Sarı Celep çınarın koyu gövdesini siper
edinmiş birikenleri tek tek gözden geçiriyordu. Yanılmamıştı. Kara Şahin hemen
322
ön sırada, Muslu Beşe'nin yakınında
oturuyor, bütün dikkatiy-le vaizi dinliyordu. Üzerinde bu sefer külhan kıyafeti
vardı. Başına Bektaşi börkü giymiş, beline keşkül kuşanmıştı. İçinden "Çok
zekice!" diye geçirdi. "Yeniçeri kahvesinde bir Bektaşi'den kim
şüphelenir?!" Planına göre yanına yaklaşmak zor olacak gibiydi. Yarım saat
kadar olduğu yerden ayrılmayıp bekledi. Bir ara "Çağala baaadeeeeem!. Can
eriiiik!" nidasıyla kalabalığın arasına karışan bir seyyar satıcı
İspirizade'nin anlattıklarına önce kulak kesildi, sonra birkaç adım ilerledi, daha
iyi duyabileceği bir yer aradı ve Kara Şahin'in iki metre kadar gerisinde bir
tabure bulup omzunda taşıdığı çağala ve erik dolu zembili önüne koyarak vaizi
dinlemeye başladı.
Kara Şahin, kendisinin gözlendiğinden
habersiz, bir taraftan velinimeti vezir hazretlerine bildirmek üzere
anlatılanları dinliyor, diğer taraftan Tomruk Emini'nin buraya gelmesini
bekliyordu. Onun gerek İspirizade, gerekse Patrona Halil ile bir ortaklığının
bulunduğundan artık emindi. Bektaşi kılığına girmekle iyi yapmıştı. Son
zamanlarda sakalları da iyiden iyiye uzamış, çehresini bir kez daha
değiştirmişti. Belki bu haliyle kendisini ona kabul ettirip hiç olmazsa yanına
teklifsiz yaklaşabilir, böylece ya ağzından laf alır veya fırsatını bulursa
gırtlağına hançeri dayayıp söyletebilirdi. Her şeyden şüphe eder durumdaydı.
Eyüp Tomruğu'nda kendisini sorgularken takındığı babacan tavırları da, sonraki
öfkesini de bir katile karşı takınılan tavırdan ziyade bir itirafçıya kabul
ettirilmek istenen bir düşüncenin telkini olarak anlamak mümkündü. Nakşıgül'ün
ne mezarını, ne cesedini bulabilmişti. Yaptığı bütün araştırmalardan eli boş
çıktığı gibi Eyüp Tomruğu'ndaki sorgulama gecesinde hazırlanan ifade
tutanaklarının da kayıtlarda bulunamadığını öğrenmek, kendisine neredeyse bir
servete mal olmuştu. Belki hiç tutanak hazırlanmamış da olabilir, zabıt için
gelen iki kâtip, ağanın adamlarından ikisi de olabilir-
323
(s jtt lerdi. Ne Eyüp, ne de Galata kadı
sicillerinde Nakşıgül adında birinin öldüğünden veya öldürüldüğünde bahseden
bir tek satır yoktu. Şahin adında bir katilin tutuklanıp sorgulandığına dair de
bir cümle bulunamamıştı. O halde Nak-şıgül'ü
ortadan kaybeden adamlardan
birincisi babası Aslan Ağa ise
ikincisinin Tomruk Emini olduğu-f'
na dair artık yemin edebilirdi. Aslan Ağa'yı zindanda bulup sorgulaması
mümkün değildi. Bu mümkün olsa Bindallı Mahmut Çavuş'u da aynı yerde
bulacağından, belki işi kolaylaşırdı. Ama elinde cinayeti bilen bir tek Tomruk
Emini kalmıştı.
Zihnine daha bunun gibi binlerce düşünce
geliyor, her olay hakkında "Acaba?" kelimesini yeniden kullanıyor ve
bütün başından geçenleri yeniden değerlendiriyordu. Kaç gündür kafasının içi
arı kovanı gibi uğulduyor, hatırladığı her şeyi yeniden gözden geçirerek adeta
yaşıyor, kâh üzülüyor, kâh aptallığına pişman oluyor, kâh kandırılmışlığına
yanıp duruyordu. Kendisinden bile şüphe edecek hallere gelmiş Mevlevi
dergâhında tasavvuf adına sorduğu "Bildiklerimden emin miyim?",
"Acaba gördüklerim ve dokunduklarım, hakikatte göründükleri gibi mi?"
sorularını şimdi yaşadıkları adına sormaya başlamıştı. Bunca şüphe arasında
hakikat olduğuna inandığı, sahte diyemeyeceği üç şey vardı: Nakşıgül, Topaç
Yeye, Hafız Çelebi. Ve bir de değişmeyen gerçek: Aşk. Kendisi bile şu anda
gerçek değildi...
324
Zihni dağıldığı sırada kalabalık
arasından bazı kişilerin yeni gelenler için yol açtığını gördü. Evet, beklediği
adamdı bu. Yanında da Yeniçeri Elli Altıncı Orta çorbacısı ile Patrona Halil
Ağa ve Tızmantırıl Simon Efendi vardı. Bu adam Galata Gümrüğü'nde deste deste
parayla oynayan, her milletin parasından elinde bulundurup bunları birbiriyle
değiştiren bir simsar idi. "Tabii ya," dedi içinden, "Kaf
Dağı'ndan gelecek yay kaşlı, servi boylu, mim dudaklı bir sevgili" için
elbette bol masraf gerekir. O sırada, çınar gövdesinin siperinden çıkarak gelenlerin
ardına takılmış olan Sarı Celep'i fark etmesi elbette mümkün değildi. Oturanlar
saygıyla ayağa kalkmış, İspiriza-de'nin bulunduğu peykeye doğru bir koridor
açılmış, kendisi de saygıyla başını yere eğip ellerini göbeği altında
birleştirerek hürmet göstermek üzere vaziyet almıştı. Gelenler tam kendi
hizasından geçerken birkaç adım geride bir çığlık koptu ve bir gövde kavak gibi
yere devrildi. Yere yüzükoyun kapaklanan adamın şah damarında bir hançer
duruyor, fışkıran kanlar toprak rengindeki Mevlevi cübbesini kızıla boyuyordu.
İşin ilginç yanı adamın seğriyip duran elinde de saplanmaya hazır başka bir
hançer vardı. Tomruk Emini, İspirizade'nin koluna girmiş uzaklaştırırken
yanındaki neferlerine haykırdı:
"Ahmak herifler! Beni böyle mi
koruyorsunuz, herifin elindeki hançer ile aramda iki adım kalmış! Derhal şu
kaçan zem-billi satıcıyı yakalayıp öttürün."
Kara Şahin, o kargaşada ölen veya
öldürenle ilgilenmekten-se Tomruk Emini'ni ve İspirizade'yi takip etmenin daha
önemli olduğuna karar verdi. Velinimeti vezir hazretlerine adi bir cinayet
haberi vermektense, şehirdeki kıpırdanmaların gelişmelerini bildirmek elbette
daha önemliydi. İstanbul'da artık her gün böyle cinayetler işleniyordu. Bu
yüzden ölen adamın tıpkı kendisine benzediğini, öldürenin de onu kendisi
zannederek öldürdüğünü hiç bilmeyecekti.
325
Kara Şahin, iki saat kadar sonra,
İbrahim Paşa'nın huzuruna girdiği sıralarda zembilli satıcı da bizzat Sultanın
huzuruna kabul edilmiş tekmil veriyordu:
"Haşmetmeab hemen sizin ömrünüz
uzun olsun, emriniz yerine getirilmiştir."
Sultan, Sadabat Kasrı'nın selamlık
salonunda yerinden kalkmış karşısındaki adamın alnını öpüyordu:
"Berhurdar olasın Mülazım Osman
Efendi. Rütbende terfii hak ettin. Velakin emanet şimdi nerdedir?"
"Bayezit Meydanı'nda efendimiz. Adamlarımdan
üç kişi şu anda el koymuşlardır bile.Yarın kellesini bir bal torbasında zat-ı
şahanelerine takdim ederiz."
ili
Kara Şahin, İbrahim Paşa'ya önemli
haberler vermek üzere Ferahabad Kasrı'nın geniş salonuna girdiğinde onu salonun
ortasındaki havuzun fıskiyesinde sularla oynar buldu. Şen, şakrak ve pek
neşeliydi:
"Hele özlettin kendini Selman
Abdal!.. Nasılsın, bahar faslı, hoş geçer mi günlerin? Anlat hele ne yaparsın,
nerelerdedir yerin?"
Kara Şahin vezir ile konuşurken şiire
çalan bu seçili tarza alışkındı:
"Âsaf-ı devranım, efendim,
velinimetim, fedadır uğrunuza kanım, canım ve etim. Emrinize uydum, rahatımı
feda eyledim; piyade dolandım şehri, dinledim ve söyledim. Yoluyla yordamıyla
ve de hizmetiyle, hemen akran içinde, olanca gayretiyle. Dil uzatanlar size,
küçük büyük çağında, birikmişler sefiller Hacı Bektaş ocağında. Başıbozuk sözü
değildir artık dedikleri, Zat-ı şahaneden şikâyet bütün söyledikleri... Çardak
Kahvesin'den, Bayezit Meydanı'ndan..."
326
Kara Şahin sözlerinin burasında bıçakla
kesilmiş gibi durdu, ne söylediğini, nerede olduğunu, hatta kim olduğunu
unuttu. Köşedeki ceviz masanın üzerinde yan yana durmakta olan iki saksıya
takılı kaldı gözleri. Olacak şey değildi. İnanamıyor-du. Aramadığı yerde
bulmuştu. Evet, karşısındaydı. Katre-i Matem'di bu... Hatta ikizi de yanında
duruyordu. Burda? İbrahim Paşa'nın salonunda? Birden Nakşıgül'ü görmüş gibi
oldu, içini bir sevinç kapladı. Ne yaptığını bilemez durumlara düştü. Vezirin
hayretli bakışları altında sendeleyerek ilerledi ve eliyle yaprağını okşadı,
sonra öptü. Neden sonra paşanın kah-kahasıyla irkildi:
"Beğendin değil mi Selman Abdal.
Ben de çok beğendim. Biliyor musun ikisi de aynı soğanın ikizleri ve dünyada
başka bir eşleri yok."
Kara Şahin hâlâ kendine gelememişti. Ne
yapacağını, vaziyeti nasıl idare edeceğini bilemedi. "Bilmez olur
muyum!.." diyemedi. Lafı gevelemeye başladı.
"Hmm, cık, ıh... E-evet çok
güzelmiş efendimiz. Nereden aldınız?"
"Şunun adı Cücemoru'ymuş, geçen
günkü lale mezadından aldım. Bu dahi harem bahçemizde yetişti, adı Şivekâr. Bu
akşam saksılarına inci doldurup ikisini de Fatma Sultanıma arz edeceğim, Abdal
Derviş..."
Vezir bu son cümleyi söylerken hem Abdal
adında vurgu yapmış, hem de Kara Şahin'e göz kırpmıştı. O sırada içeriye harem
ağası ile elinde şerbet tepsisi tutan bir uşak girdi. Uşak şerbetleri sunarken
harem ağası lalelerin yanına yaklaşıp güzelliklerinden, nadide oluşlarından,
vezirin bu lalelere sahip olmakla kayınbabası olan sultanı bile geçtiğinden
falan bahsedip durdu. Bu adam içeriye bir can simidi gibi girmişti. O
konuşurken Kara Şahin yavaş yavaş kendisine geldi. Lale sohbetine katılmanın
iyi olacağını düşündü.
327
"Soğanını kim üretmiş
efendimiz?"
"Geçen yıl Hafız Çelebi nam bir
şükûfeci üretmiş. Bir ara soğanların kaybolduğunu söylediler. Bizim Tomruk
Emini sonbaharda birini bulabilmiş, getirdi. Harem bahçesine ellerimle diktim.
Şu Cücemoru kayıptı; nerede yetiştiğini bilmiyorum. Hem ne önemi var, şu anda
ikisi de benim karşımda duruyorlar ya!.."
Kara Şahin az kalsın "Hayır yanlış
biliyorsunuz efendimiz!" diye başlayıp "Bu soğanları Hafız Çelebi
sizin için değil bizzat Sultan hazretlerinin emirleriyle üretti. Biri Felemenk,
diğeri Avusturya krallarına hediye gidecekti!" diye çıkışa yazdı. Harem
ağasının sözleri yine imdadına yetişmişti: "Doğru efendimiz, ancak size
layık olabilir!" "Şerbetini iç Abdal Derviş!.. Bugün sürür günü,
sevinç günü..."
Kara Şahin bir anlığına yalnızca
boğazının değil, içinin de kuruduğunu hissetti. Şerbetini içerken hayretler
içindeydi. Bunca zamandır yanında kaldığı, ekmeğini yediği veziri yalan mı
söylüyordu, yoksa gerçekten bilmiyor muydu. Hayır hayır, bilmemesi
düşünülemezdi. Düpedüz yalan söylüyordu. Kara Şahin kendisini çok kötü
hissetti. Vezir hazretlerine saygı ve hürmet besliyordu. Lakin adam yalancının
biriydi. Ona karşı daha dikkatli olması gerektiğine karar verdi ve huzurdan
ayrılmak üzere müsaade istediği sırada harem ağası geveledi:
"Öh, şey, efendimiz!.. Bugün
Bayezit meydan kahvelerinden birinde Sarı Celep lakaplı bir Mevlevi dervişi
katledilmiş. Belki sultanımıza bildirmek istersiniz diye haber vermek
istedim."
Vezir, birden sapsarı oldu. Sevinci o
anda kesilmiş gibiydi. Belli etmemeye çalıştı ama iri gövdesini en yakın
koltuğa zor bıraktı. Kara Şahin dışarı çıkmadan onun bu halini görmüştü. Dışarı
çıktığında ise kafasındaki şüphelere yeni sorular ve sa-
328
yısız şüphe daha eklenmişti. Böyle
giderse çıldıracağından ve bir zamanlar Topaç Yeye'nin anlattığı bimarhanelere
düşeceğinden korktu.
Katre-i Matem, "Cücemoru"
adıyla satılmıştı. Peki ama kimdi bu cüce? Araştırması gerekiyordu. Bayezit
Meydanı'nda bir adım gerisinde bir Mevlevi dervişi ölmüştü, kimdi bu derviş?
Ölümü, veziri neden bu derece üzmüştü. Yarın cenaze namazı için Sultan Bayezit
Camii'nde hazır bulunup gerçeği öğrenmeliydi. Katre-i Matem'in ikizi Şivekâr,
hemen şuracıkta, kendisinden bir duvar ötede, on metre yakında büyümüştü ha?!..
Öyleyse onu buraya getiren kişi Tomruk Emini olmalıydı. Elbette buraya nasıl
geldiğini öğrenmeliydi.
Hafız Çelebi'yi ve Yeye'yi çok
özlediğini hissetti...
329
54. Sual: Şad Gönüller mi; Kırık Kalpler
mi?
Yaldızlı kafesleri, şiir yazılı
tavanları, çiçek sepetleriyle süslü pencereleri, ipek astarlı kırmızı
çuhalardan ağır işlemeli perdeleriyle rengarenk saltanat arabaları sıra sıra
hep aynı kapıdan girdiler Sadabat Kasrı'nın bahçesine. Şatafatlı giysiler
içinde, güle oynaya gelen beş şehzade, on iki hanım sultan, beş kadınefendi,
sekiz valide sultan ile kâhya kadın, haznedar usta ve Darussaade ağası ile
yamaklar ve uşakları idi bunlar. Sultan III. Ahmet her yıl lale encümeninden
sonra Topkapı Sa-rayı'na dönerken bu yıl aldığı sevinçli haberin tadını birkaç
günlüğüne olsun çıkarmak üzere saraydan ailesini çağırtmış, sayfiyeyi erken
başlatmıştı. Bahar bütün güzelliğiyle kendini belli ediyordu. Sadabat
şenlenmişi. Artık veziri İbrahim Paşa ile onun kızları, damatları, yakınları ve
hizmetkârlarının da buraya sökün edivermeleri için ayrıca emre gerek yoktu.
Vezirin gelmesi demek resmi devlet işlerinin yarısının Topkapı Sara-
330
yı'ndan buraya taşınması demekti ki
bilhassa elçi ziyaretleri ve ziyafetleri Sadabat'ın şanından sayılırdı.
Sultan, mor salkımların ve pembe
erguvanların henüz tomurcuklandığı asırlık ağaçların altındaki Ferahabad
Köşkü'nü pek severdi. Burası bir çiçek cennetiydi. Hemen ön yüzünde akan suni
şelalelerin arkasında lalelerin, şebboyların, nergislerin, menekşelerin,
filbahrilerin, ve elbette güllerin en güzel ve zarif açtıkları tarhlar vardı.
Ferahabad'ın sundurmalarına yaslanan bir kişinin orada duyabileceği en az sekiz
çeşit çiçek kokusu her vakit hazır olurdu ve burada şiirler çiçek üzerine
yazılır, nağmeler çiçekleri terennüm eder, besteler renk renk, şarkılar elvan
elvan okunurdu. Üstelik bu sene, Damat İbrahim Paşa bu köşkün kadehlerini lale,
tabaklarını nergis, hoşaf kâselerini gül, tatlı tabaklarını menekşe formunda
imal ettirerek çiçek bahçesine yeni bir revnak katmıştı.
Vezir, elçiler ve ecnebi misafirleri
sağına, hepsi de şair olan Şeyhülislam Es'ad Efendi, Nedim Efendi, vezir İzzet
Ali Paşa, vakanüvis Çelebizade Asım Efendi gibi konukları da soluna oturtmuş,
Ferahabad Köşkü'nün havuza ve fıskiyelere bakan kameriyesinde sultan
hazretlerinin gelişini bekliyor, beklerken anlatıyordu:
"Lale benim yeryüzünde en güzel
bulduğum çiçektir, Mösyö Bonnak. Bir kere iddiasızdır, sadedir, münhanileri son
derece ahenklidir, renkleri hep kendine göredir ve baygındır. Lalede bulduğumuz
bütün bu karakterler Türk mimarlık sanatının ve Türk tezyinatının bütün zengin
dallarında da vardır. Onun içindir ki lale ve onun yapısı ve onun tatlı
münhanileri Türk sanatında bir form olarak kullanılagelmiştir. Bu yüzden lale
her milliyetten daha ziyade Türk'tür."
O gün, sultanın bu köşke teşrifiyle
baharın ilk Sadabat meclisi başlamış olacaktı. İşte son derece süslü ve
mükemmel alayı yaklaşıyordu. Önde kılavuz çavuş, ardında can güvenli-
331
ğinden sorumlu Dergâh-ı Ali
yeniçerileriyle silahtar çavuşlar, sırasıyla dört bölük zeamet ve sipahi
ağaları, samsoncu neferler, zat-ı şahane sultan hazretleri, Enderun ağalan,
üçyüz kadar neferli tören bölüğü ve mehterhane takımı... Yüksek çınarların
altında, mesirenin tabii güzelliklerine uyum sağlayan renk renk giysileri
içinde şatafatlı saltanat ailesi ile çadır çadır her yeri kaplayan süslü
askerler. Ve öte yakalarda, Sadabat'a giden yollara birikip bu gösterişli geçit
resmine, tantanalı ziyafet ile eğlencelere imrenerek bakan fukara İstanbul
halkı. Bir avuç şâd gönül ve binlerce kırık, gücenik, yıkık kalp. Nişan
talimleri, at yarışları, pehlivan güreşleri, ayı ve köpek kavgaları, horoz
dövüşleri, top talimleriyle gününü yıla çevirenler ve öte yakalarda yıllar
geçip giderken bir gün bile göremeyenler. Beride müsabaka yapanlar, müsabakayı
kazananlar, verilen ödüller, şairlerin söyledikleri taze şiirler, musiki
meclisleri, salıncaklar, kaçamaklar, mendil düşürmeler, göz süzmeler, gönüllere
girenler; ötede yoksulluktan, çaresizlikten, kimsesizlikten gönül yağı
eriyenler. Sadabat'a koşup eğlenecek kadar geliri olanlar için vur patlasın,
çal oynasın bir dünya; gelemeyenler için her gün felaket, her dakika bir
korkulu rüya...
332
••
••
III. BOLUM
Çözüm: İhtilalin Karanlık Yüzü
(Eylül 1730) Suçlu olana şefaatçi olmak
için zafer yeter.
55. Sual:
Gül Bahçesinde Yatıp Uyuyan Kişi
Uyanmayı İster mi?
Zaman hızlı akıyordu. İstanbulluları her
gün yeniden şaşırtacak şeyler oluyor, halk birinin sebebini ve sonucunu
anlayamadan başka bir maceranın içine atılıyordu.
Sonbaharın hüznü şehrin üzerini örtmüş,
başlamakta aceleci davranan lodos da insanların yüreklerini bura bura
meydanlara sürüklemişti. Aylardır kayıkçı kahvehanelerinde, Yeniçeri
ortalarında, bozahaneler ve hamamlarda, meyhane ve esrar tekkelerinde içten içe
tutuşan isyan ateşi baş vermeye,
335
yakmaya başlamıştı. Bugün o yangının
şiddetinin hissedildiği gün olacaktı. Sultan Bayezit Meydanı'nı dolduran
kalabalıklar Samatya, Fener, Balat, Tahtakale, Balıkpazarı, Hasköy, Kumka-pısı
ve Galata meyhanelerinden her biri birer görev için toparlanıp gelmişler veya
getirilmişlerdi. Kalabalığın ruhu ferdin ruhundan daha cesur ama daha
seyyaldir; şimdi de kimler tarafından yönlendirildiklerinin farkında olmadan
rüzgâra kapılmış bir o yana dalgalanıyor, bir bu yana akıyorlardı. Yüzleri
nursuz, her türlü melaneti işleyebilecek evbaş u kallaş hezele güruhuyla, iyi
aile reisi, iş güç sahibi zanaat erbabı, esnaf, reaya, dini bütün adamlar bir
araya gelmiş, havuz başının seti üzerinde gür sesiyle meydanı çınlatan
yastıbıyık ejderhanın nutkunu dinliyorlardı. Önceden çalışılıp taşları yerli
yerine konulmuş bir satranç kadar planlı bir nutuk idi bu. Her cümlesi, her
kelimesi bir amaç için söyleniyor, irad ediliyor veya haykırılıyordu. Bütün
yönetimi konuşmacının elinde olan, halkın arasına dağıtılmış adamlarının da laf
atarak, cevap vererek, kışkırtarak, çanak tutarak, coşturarak kalabalığın
arkasını aldığı böylesine etkili bir nutuk çoktandır İstanbul meydanlarında
görülmemişti. Heyecan, meydandaki herkese ortak dağıtılmaktaydı:
"Ağalar, efendiler!.. Şu şiire bir
bakın!.. Şu densizliğe kulak verin bir!.. Sünnetsiz Muşkaralı'nın şehir oğlanı
Nedim Efendi cilveleniyor: Ahali ızz u devlette, reaya emn ü rahatta / Hüner
erbabı rif'atte, cihan yekpare nurânl* Ağalar, var mı içinizde bu herzelere
inananınız? Hanginiz ululuk üzeresiniz Allah aşkına? Ya hanginizin emniyeti
var? Huzuru olan hanginiz? Dükkânına kilit vuran kaç zanaatkar var aranızdı?
Peki, ya var mı
Müslüman halk ululuk ve yücelik içinde,
gayrimüslim halk da emniyet ve huzurla dolu; sanatçılar ve zanaatkarlar
değerlerini bulmuşlar... Dünyada her şey güzel vesselam!
336
içinizde Nedim Efendi'nin lezzet aldığı
meclislere katılanınız?!. Var mı vur patlasın, çal oynasın ibn-i vakt olanınız?
Çardak çorbacısı Kahveci Ali Usta'nın
uzayıp giden soruları kalabalığın vicdanında birer birer yankı buluyor,
öfkeleri kabartıyordu. Sesini ve beden dilini iyi kullanıyor, etkisi altına
aldığı yığınları ellerinin hareketleriyle başak tarlaları misali kâh kabartıp
kâh yatıştırıyordu.. O "Var mı?" diye sordukça kalabalıkların
arasından birileri yüksek sesle "Yoook!" cevabıyla halkı galeyana
getiriyor, "Hanginiz?" diye sordukça "Yere batsınlaaaar!" sesleriyle
lanetleme yoluna gidiyorlardı.
Kalabalığı üç kişi yönlendiriyordu:
Kahveci Ali Usta, Manav Muslu Beşe, Arnavut Patrona Halil Ağa. Üç gece evvel
iki ayak-daşını Bayezit Hamamı'ndaki kurnası başına çağırarak Kaf Da-ğı'nın
güzelini artık kucaklama özlemiyle bazı mahrem planlar kurmuşlar, her biri
çevresine üç bin adam toplama sözüyle birbirlerine güven dağıtmış ve nihayet
Cuma günü kuşluk vaktinde Bayezit Meydanı'nda buluşmayı kararlaştırıp
ayrılmışlardı. Oysa şimdi meydanda parmakla sayılsa bin adam var, yoktu. Lakin
ortalıkta bunlara dur diyecek bir güç de yoktu. Vezir İbrahim Paşa Tebriz
mağlubiyetinin baskısına dayanamamış, orduyu hazırlatıp İran'a yürümek üzere
Üsküdar'a geçirmiş, padişah da halkı ve ordusuyla bütünleşmek, ayrıca bir de
gövde gösterisi yapmak maksadıyla iki hafta evvel Üsküdar'a nakletmişti.
Bayezit'te nutuklar atılırken Üsküdar açıklarında toplanan halk, Kızkulesi
önlerinden turna kanadı çimari-va selama duran donanmayı seyretmekteydi.
Donanmanın İran'a ne faydası olacaksa artık!..
Sultan Üsküdar Sarayı'nda, sonbaharın son
zevki diye bu geçit resmini seyrededursun, ordunun Tebriz üzerine hareketi bir
gün, iki gün, derken durmadan erteleniyordu. Nihayet İran'dan sulh talebiyle
bir elçi gelmiş, sulh ile savaş arasında
337
kararsız kalan vezir ile sultan da ne
yapacaklarını şaşırmışlar, Boğaz'ın öte yakasında oyalanıp duruyorlardı.
Şehrin bu yakasında Kahveci Ali Usta'nın
sözleri Bayezit Meydanı'nda velveleler koparıyor, haykırışlar ve uğultuları
ayyuka çıkarıyordu. O sırada Kara Şahin sultanın askeri karşı kıyılarda kaldığı
için şehir güvenliğinin yalnızca yedi yüz yeniçeri neferine terk edilmiş
olduğunu düşündü. Üstelik, onların da şehri koruyup korumayacakları hususunda
şüphesi vardı. O halde bu çalkantıyı ve isyan kıvılcımını bir an evvel
velinimeti sadrazam hazretlerine bildirmek gerekirdi. Çevresine bakındı. Her
sınıftan, her meslekten insanlar öbek öbek konuşulanları dinliyor, bağırıp
çağırıyorlardı. Yeniçeri ile sıkı fıkı olan kayıkçıların da burada olduklarına
şüphesi yoktu. Yani İstanbul ile Üsküdar'ın arası artık çok uzak sayılırdı. Bin
altın verse dahi kendisini Üsküdar'a geçirecek bir sandalcı bulamayacağını
biliyordu. Keza Üsküdar'dan İstanbul'a da kimse gelemeyecekti. Bu arada Ali
Usta konuştukça açılıyor, uzayıp giden nutuk, bazı cümleler kalabalıklara
tekrarlattırılarak veciz söylemler halinde devam ediyordu:
"Ağalaar, EfendileeerL. Şehirda
hayat, memat iç içe kavruluyor. Yer altımızdan kayıyor, sanki gökler
savruluyor. İran'a sefer açtı vezir, Üsküdar'a asker saldı; sorun bakalım bunun
masrafı kimin sırtına kaldı?"
"Esnafın sırtınaaa... Tüccarın
sırtınaaa..." "Çeşme yaptırdım, matbaa kurdum diyormuş. Matbaa tamam
da kitap okumaya mum kalmamıştır. Çeşme iyi de el yıkamaya sabun kalmamıştır.
Odun ateş pahası, bir çekeği on akçe edecek. Kömürün tozunu bulan neredeyse
gözüne sürme diye çekecek. Buğdaydan geçtik, arpayı bulamıyoruz. Gözünde
arpacık çıkanın sevinesi geliyor. Yakmaya mum yok elde avuçta, yüreklerimizin
yağı erimiş yanıyor, yanıyor..." "Yanıyooor, yanıyooor..."
338
"Ben kahveciyim, nohudu kavurup
kahve diye içiyoruz. İyi de ağalar, efendiler! Limanlar tahılla dolu değil
miii?"
"DoluuuuL"
Neden öyleyse bu kıtlık, biz aç dururken
kim yiyor bunları? Ases mi, bostancı mı, ulufeli mi? Vergi diye kapımızı üç
günde bir çalanlar mı? Ya devlet adına elimizden ekmeği alanlar kim?"
"Kahrolsunlar!.. Şeriat isteriz!..
Adalet isteriz!.."
Kahveci Ali Usta iyiden iyiye coşarken
Kara Şahin biraz daha ileri gitmeyi, havuzun arkasında birikenlerin kimler
olduğunu öğrenmeyi içinden geçirdi.
"Efendiler!. Ağalar!.. Kimdir sultan,
ya kim başımızda tac? Vezire bakın; Sadabat'da badeye muhtaç?!.. Halkı rüşvet
ve karaborsayla soyanlar mı bunlar? Rüşveti afiyetle ziftlenip do-yanlar mı
bunlar? Sulh dediler amma refahı dindirdiler. Yerine eğlence koydular,
kendileri eğlendiler. Vazife erbabı görevini bıraktı. Uçkuruna düştü erkekler,
evini bıraktı. Kimdir bize bu zulmü reva gören? Ya kimdir merhameti göğe çekip
götüren?"
"Kimdiiir!? Hesap
versinleeer?!"
"Şeriat isteriiiz!.. Adalet
isteriiiz!.."
Kara Şahin, meçhul bir elin sol bileğinden
yakalamasıyla ir-kildi. Dönüp kim olduğuna baktı. Bu gözler?!.. Bu gözleri
tanıyordu, ama... Pasaklı gümrük hamalları gibi giyinmiş biriydi karşısındaki.
Ayağında partal çedikler, baldırında şeritli potur, belinde kalın kuşak, yakalı
bir mintan üzerinde hırka, onun üzerinde de beline doğru sarkan bir hamal
kelepi... Boynunda bir yağlık bağlıydı. Yüzü kir içindeydi. Bıyığı yeni
terlemiş gibiydi. Güya lodos yüzünden savrulan tozları yutmamak için ağzını bir
tülbentle kapatmıştı. Başındaki kirli sarık biraz iğreti duruyor gibiydi. Kara
Şahin birden irkildi. Hayır hayır... Bu olamazdı, olmamalıydı... Burada ne işi
vardı? Bunca nursuz, pirsiz arasında? Fısıltıyla sordu:
339
"Sen misin?"
"Benim!.."
"Ne arıyorsun burada?"
"Senin aradığını?"
"Derhal git buradan!"
"Beraber gideriz!.."
"?!.."
Elini sımsıkı tuttu. Kürsüde konuşan ses
değişmişti? Bu sefer anlatan daha tok sesli biriydi. Yavaş yavaş ilerlediler.
Bir noktada adamın birinin on kadar tulumbacı berduşuna fısıltıyla verdiği emri
dinlediler: "Onlar Bayezit istikametine gittiler, siz Aksaray yolunu
tutun. Turalının (sultanın) bir adamını veya Bektaşi (Yeniçeri) gördüğünüzde
bir uğurdan atı önüne çıkıp top kilit olup yolunu kapayıp avazınız çıktığı
kadar bağırıp bekleyin. Sakın gevşemeyin, bırakmayın, adam neye uğradığını
sasırsın, sizin ne istediğinizi bilmesin." Kara Şahin konuşan adamı tanır
gibi olmuştu. Daha yakından izledi, konuşmalarını ve sözlerini takip etti...
Artık elini bırakmalı değil miydi? Bırakmadı. Hatta daha sıkı tuttu. Evet, işte
oydu. Bayezit Hamamı kurnası başında Tomruk Emini'yle birlikte gördüğü işte bu
adamdı. Bu, Bıçaklı Pençe idi. Bileğinden dirseğine doğru uzanan hançer
dövmesini işaret ederek "Bre biz bu nişanı niçin taşırız sanırsın? Deşeriz
icabında..." deyişi hâlâ gözlerinin önündeydi. Demek o gece kendisi bizzat
Patrona Halil'e hizmet sunmuştu ha!. Demek yiğitliği hamam külhanlarında efsane
olup anlatılan bu adam ile yan yana durmuştu ha!.. Halil Ağa dürüstlüğüyle
tanınırdı, burada, bu hezele güruhu arasında ne işi vardı? Halk kendisini
sever, Kapalı Çarşı esnafı arasında sözü dinlenir bir kanaat önderi iken bu
ihtilal çığırtkanları arasında ne işi vardı? Hem de en ön sıralarda... Demek o
gece onun eski kurnası başında bin bir dereden su getirerek yalvaranlar sonunda
kendisini ihtilale razı etmişlerdi. Elinde-
340
!ki eı terlemeye Başlamıştı, bunu
hissediyordu. Hissettiklerine bir anlam veremiyordu. Hayır hayır, bu, iki
dostun birbirini | koruyup kollamasından
ibaretti. Bıçaklı Pençe güzel yüzlü bir adamdı. Ali Usta'dan sonra kürsüye o
çıkmış, samimi bir üslupla anlatmaya başlamıştı. I Söyledikleri daha inandırıcı ve dürüst
şeylerdi. Oldukça da et-'¦, kileyici
konuşuyor, konuştuklarına kendisinin inandığını hissettiriyordu. Bir lider için
bu önemli bir özellik sayılırdı. Sultan ve vezirinin içine düştükleri sefahat
ve eğlence dünyasından başlarını kaldıramadıklarını, halkın perişan halini
göremediklerini, düzenin bozulduğunu, yeniçerinin çeteleştiğini kısa kısa ama
delil ve örnekleriyle anlattı. Karar veremiyordu, kalbinin çarpması Bıçaklı
Pençe'nin konuşmasından mı, yoksa elindeki elden miydi?!.. Dinlediler,
inandılar, titrediler, terlediler... Havuzun çevresindeki kalabalıklar hep bir
ağızdan bağırıyorlardı: "Halil Ağa sen çok yaşa!.. Umudumuz
sendedir!.." Kara Şahin dinlemeye devam ederken hayretle mırıldanıp
duruyordu: "Bıçaklı Pençe Patrona Halil Ağa imiş ha!?.." Onun
hakkında çok şey duymuştu. İyi ve kötü. Bazısına inanmış, bazısına inanmamıştı.
Bildiklerinden inanmayı istedikleri, onun vaktiyle bir patrona gemisinde
çalıştığı için Patrona lakabıyla anıldığı, Bayezit Hamamfnda tellak iken
külhanbeyi hayatını ahlakına uygun bulmayıp ayrılarak Kapalı Çarşı'da gedik
işletmeye başladığı, halk arasında düzgün ahla-! ki, dini bütün kişiliği ve
tutarlı davranışlarıyla saygınlık kazandığı, gitgide esnaf arasında sözü
dinlenir, akıl sorulur bir ka-I naat önderi olduğuydu. Tuttuğu eli kendisine
doğru çekti, kalabalıkta kimsenin ona değmesini, dokunmasını istemiyordu. |
Peki ama neden?!.. Patrona Halil'i tamamen farklı bir kimlikle, evbaş u kallaş,
zalim zeberdest olarak anlatanlar da vardı. Şu i sırada konuştuklarına
bakılırsa bu adam kendi tanıdığı gibiy-
341
aı ve soyıeaıgıne göre ınuıaıueıu ick.
cmcu şenim u^cımc ^u-ken ahlaksızlığın ve fakirliğin sona erdirilmesiydi. Kara
Şahin bu temiz kalpli adamın birileri tarafından bazı şeylere inandırıldığını,
onun saf sözlerini duyunca fark etti. Eli terliyordu. Avucunda bir alev topu
var gibiydi. Yoksa şu anda bir küçük « temasla kandırılıyor muydu? Değilse
hissettikleri neydi o halde? Patrona Halil Ağa'nın Ayasofya Vaizi İspirizade
ile İstanbul Kadısı Zülali Hasan Efendi'den aldığı talimatları yalnızca iyi
niyetle ve Ümmet-i Muhammed'in selameti için değerlendirdiğini, kendisini
ihtilale teşvik eden bu iki adamın samimiyetinden zerre kadar şüphe duymayarak
onlara kapıldığını düşündü. Kaf Dağı'ndan gelecek güzelin vuslatının ona teklif
edilmesinin başlıca sebebi de halk ve bilhassa Kapalı Çarşı esnafı arasındaki
yüksek itibarı olmalıydı. İçinde, vaktiyle Gedik-paşa Hamamı'ndaki külhan
kardeşleri arasında adını duyup hürmetle andığı Patrona Halil Ağa'yı daha
yakından görme arzusu uyanmıştı. Lakin elindeki el buna izin vermedi, onu geri
çekti. "İtaat ve teslimiyet güzel şeydir!" diye mazeret uydurdu
kendine. İleriye gitse başı belaya girebilirdi. Nitekim birkaç dakika kadar
sonra Halil Ağa'nın son sözleri, sanki evvelce provası yapılmış hareketlerle
beslenmeye başlayıverdi:
"Allah... AllaaaahL. Ey Muhammed
ümmeti! İşte anlattık... Elinizi vicdanınıza koyunuz ve duymadık demeyiniz!.
Şeriat-ı Muhammediye üzre bir davamız vardır!.. Dükkânlarınızı kapayıp gelin ki
sizlerin dahi yeriniz işte şu kızıl bayrağımızın altıdır!"
Bu sırada yirmili yaşlarında üç
delikanlı, bayrak diye, uzunca birer sırığın ucunda birer hamam peştamalını
kaldırdılar. Avucundaki el de terliyordu. Bunu hissedebildiği anda içinden,
tarif edemediği bir duygu akıp geçti. Meydandaki kalabalık bir anda uğuldadı:
"Allah Allaaah!. İllallaaahL"
"Yolunda can verir, uğrunda feda
oluruz yiğit!.."
342
"Şeriat-ı Muhammediye
isteriiiizL" "Tamamdır, vakit ve saat gelmiştiiir?" "Pîr
sancağı çekilmiştir, altında toplamım!" "Adalet isteriiiz."
"Azgınlara eza, sapkınlara ceza
isteriiiiz..." Ortalık bir anda karışıverdi. Talimli oldukları belli olan
adamlar hep bir ağızdan böyle haykırırken halktan "Fitne kopmuştur!",
"Deccal çıkmış!", "Hamam peştamalı sancak mıdır ki sultan hal'
edelim?" gibi cümlelerle ihtilale karşı çıkanlar olduysa da bunları
tartaklayan azılı adamlar baskın geldi. Şimdi bazıları sessiz sedasız oradan
sıvışmanın yollarını arıyor, şenlik olsun diye geldikleri meydanda işlerin
çığırından çıkacağını yavaş yavaş fark ediyorlardı. Bu da meydanda nereye
gideceğini bilemeyenler ile nereye gideceğini çok iyi bilenler arasında bir
mücadelenin kapısını açtı. Elinin biraz daha çekildiğini hissetti. Sanki
kalabalıktan kurtulmak ister gibiydi. Çok geçmeden halk üç kola ayrıldı. Zaten
üç sancak (!) vardı. Belli ki plan buna göre yapılmıştı. Divanyolu, Kapalı
Çarşı ve Ayasofya istikametine yönelenler neredeyse kalabalığın yarısı idi.
Başında yürüyenlerin kim olduğuna bakması gerektiğine inanıyordu. Avucundaki
eli sürükleyerek birkaç adım ilerideki havuz basamağına çıktı. İtiraz yahut
karşı koymayla karşılaşmamıştı. Tekrar "İtaat ve teslimiyet güzel
şeydir!" diye gülümsedi kendince. Gidenlerin kimliklerini kestirebilmek
için peşinden sürüklediği elin sahibi onun bu arzusunu anlamış gibi ilerleyen
adamları saymaya başladı:
"Patrona Halil Ağa'nın hemen
ardında Mahmutpaşa Hamamı destebaşısı Emir Bey ile Cebeci Ocağı neferlerinden
Turşucu İsmail var. At hırsızı Çingene Canbaz Musa, Çardak Kahvesi ocakçısı
Küçük Muslu, aynı kahvenin çubukçusu Giritli An-don Mihandoni. Onları takip
ederek en arkada salınan efendiyi tanıyor olmalısın!"
343
"Ayasofya Vaizi İspirizade Efendi
bu, vazifesinin başına gidiyor anlaşılan."
"Ha ha... Gülmeli miyim!?.."
Kara Şahin başını Süleymaniye
istikametine çevirmişti. İki yüz kadar insan hep bir ağızdan bağırarak
sürüklenip gitmedeydi. 0 yine saymaya başladı:
"Başlarında Manav Muslu Beşe var.
Gümrük iskelesi hamallarından Kürt Çelo hemen ardında."
"Bu giydiklerini ondan mı aldın
sen?"
"Şakanın sırası değil, Çelo'nun
hemen ardında Hiristo oğlu Angeli, nam-ı diğer Çınar Ahmet, Patrona Halil'in
eski civeleği, İspirizade'nin yeni müridi Ayvaz Porça, kalyon neferlerinden
Tızmantırıl Agop ile Deli Molla, bayrağı çeken kalyoncu neferi Alacalı Mustafa.
Sağ tarafta vakarla yürüyen herif Gedikpaşa Hamamı destebaşısı Kalem Bey'dir.
Tabii ya, onu sen mutlaka tanıyor olmalısın?"
"Şakanın sırası değildi hani?.
Devam et saymaya."
"Tamam, tamam, parmaklarımı kırma!
Arkada Kanlı Veli var. Kan döktüğü için değil, uğruna kan döküldüğü için Kanlı
haydut. Bak bu herif de senin yakınlarındandır. Hani seni Macar Hekim'e götüren
Seyrekbasan Osman Ağa vardı ya; onun en samimi dostu. Gedikpaşa Külhanı'nın sır
küpüdür kendisi. Yanındaki Sultanzade Evren Bey de Bayezit Külhanı'nda aynı
şeyi yapardı."
Kara Şahin donup kalmıştı. Yere
yığılıverecek gibi oldu. Onun kendisi hakkında bu derece çok şey bilmesinden
rahatsız olmuştu. Eli gevşedi. Kanı dondu. Duyduğu cümlenin onu rahatlatmak
üzere söylendiğini biliyordu:
"Korkmayasın, Seyrekbasan Ağa'nın
hafızasından o günü elli altın ile sildim. Bir daha hatırlayamayacağını çok iyi
bilir!?.."
"Peki ama sen?.."
"Ne olmuş bana?"
344
"Bildiklerimde ne varmış?! Sen
birisi için biliyorsun, ben bir başkası için. Üstelik biliyor olman lazım ki
ben Üç Hilal Ce-miyeti'nde büyüdüm. Baba mesleğim bu benim. Takılma bunlara!.
Bak İstanbul Kadısı Zülali Hasan Efendi bir grup adamıyla güya şeyhülislam
hazretlerinin bulunduğu meşihat dairesine gidiyor."
Kara Şahin tuttuğu eli incitmemek
istiyordu nedense, içinde bir şeyler oluyordu. Çatışmalar, tenakuzlar,
yumaklar, düğümler... Daha önce aşağıya dönük duran avucunu yukarıya döndürüp
elini öyle tutmaya başladı. İkisi birlikte başlarını Et-meydanı ve Aksaray
istikametine doğru akan üç yüz kadar şehir haydudu, başı bozuk, baldırı çıplağa
çevirdiler. Bunlardan çoğunun biraz ileride birer ikişer evlerine sıvışıp
gideceklerini biliyorlardı. Başlarında nutkunu bitiren Ali Usta vardı. Kara
Şahin onun ardındaki bayraktar genç Dereköylü Ali'yi de tanıyordu. Sarkıtların
çatılardan düştüğü, karlı buzlu bir İstanbul gününde beraber Tahtakale
dükkânlarında dilenmişlerdi. Hatta Topaç Yeye o gün ikisini de güldürüp
durmuştu.
"Öndekileri boşver Kara Şahin, ben
sana en arkadakini söyleyeyim, sen gerisini anla. İşte şu gerideki bütün
hepsini çekip çeviren adam... Gördün mü? Yeniçeri Ağası Nemçe Hasan Ağa
hazretleridir kendileri. Bugünlük tebdil geziyor."
Kara Şahin ha*\gi grubun peşine takılıp
gideceğini şaşırmış vaziyetteydi. Avucundaki eli bırakmak istemiyor, bilakis
daha sıkı tutmayı arzuluyordu. Tomruk Emini ortalıklarda görünmüyordu. Onu
burada bulmayı umarak gelmişti oysa. Lalelerin rengarenk dünyası arasında
huzursuz düşünceleri geliştirip büyütenlerden birisinin de o olduğunu adı gibi
biliyordu. Osmanlı tarihinde daha önce birkaç kez içilen ihtilal çorbasının
meydan kazanında yeniden ısıtılmasında onun kenarda durabileceğini
düşünemiyordu. Üstelik Bayezit Hamamı kül-
345
hanında onu Patrona Halil Ağa ile sıkı
fıkı dost olarak görmüştü. Avucundaki eli iki yana salladı.
"Sen Tomruk Emini'ni gördün
mü?"
"Hayır, ama burada olması mı
gerekiyordu?"
"Evet ya, burada olmalıydı. Eğer
burada değilse şimdi bir yerlerde o da ayrı bir vazifenin icrasını başarıyor
olmalı. Çünkü ordu Üsküdar'a geçtiği vakit velinimetim İbrahim Paşa, İstanbul'u
onunla Yeniçeri Ağası'na emanet etmişti. Yeniçeri Ağası burada olduğuna göre
onun da bir yerlerde vazife başında olması gerekmez mi sence?!."
"Doğru diyorsun ama herhalde
uyanamayıp vazifesini aksatmış!"
"Şaka yapmadın değil mi?!.. Bu
devlet kaç kez ihtilal gördü. Bak bakalım, her ihtilalin bir başı vardı, o başa
akıl koyacak ulemadan birisi vardı, o aklı kullanacak bir devletlû bulunmuştu,
bu devletlûnun kılıcını sallayacak da bir asker vardı."
"Hepsi bir olup halkı soydular
değil mi?"
"Zaten fakir olan halkın soyulacak
nesi kaldıysa tabii. Normal vakitte zaten silahlı güç olan asker ile dini güç
olan hocalar arasında kalıp birinden biri tarafından ezilen halk, ihtilal
zamanında bu iki grubun menfaatleri birleşince iki yakası bir araya gelmez olup
iki kat ezilir. Kaba cahil hocalar ile çoğu bu milletten bile olmayan yeniçeri
zorbalar kol kola girip mal ve itibar yağmasına girişirlerse sen bundan
memleket menfaatine ne beklersin?"
"Bu yüzden hiçbir ihtilal olumlu
sonuç doğurmamış, halkın yararına olmamış, kuru bir şehir eşkıyalığı olarak
kalmıştır öyle mi?"
"Daha ne olsun, ihtiraslı bir paşa
ile ulemadan bir adamın menfaat birliğiyle ortaya çıkması ve vaatlerle
yanlarına topladıkları birkaç zorba... İşte gördün bir ihtilal için yeterli.
Artık Sultan Ahmet'in düşürülmesi için ister Yeniçeri Ağası Nemçe
346
Hasan, ister çok dost görünen Fransız
elçisi Vilnov ile Marki dö Bonnat, ister İran'dan gelen haberler, ister vezir
ile sultanın israf ve sefahat alemleri... Seç bir bahane! Herhangi biri
yeter."
"Dahası da birileri çıkıp
Sadabat'taki lale bahçelerinde keyif çatan vezirden dem vurunca elbette
ihtilale bir baş, o başa bir akıl, o akla bir düzen, düzen için de bir asker
bulunur."
"Evet, işte bu!.. Bu ihtilalde
eksik olan işte bu."
"Ne?"
"Asker! Asker eksik!.."
"Üzülme, yarın yeniçeri kışlasının
kazanı Bayezit Meyda-nı'na taşınır."
"Ben o askeri demiyorum. Daha da
önemli bir şey söylüyorum. Sen hiç çevrede ihtilale karşı duracak asker görüyor
musun?"
"Tabii yaa!. Nasıl düşünemedik?
Seninki emrindeki kolluk kuvvetlerini buradan uzak tutmakla vazifelendirilmiş
olmalı."
"Ya da buraya gelecek olanları bir
yerde tutmakla."
Kara Şahin bu cümleyi söylediği sırada
ikisinin de ağzından aynı hayret ifadesiyle aynı kelime çıktı:
"Topkapı, Bâbüssaade..."
Şahin, eline bir iğne batırılmış gibi
tuttuğu eli bıraktı. Birden onu karşısına aldı ve iki kolundan tutarak emir
tonunda tembihledi:
"Hörükız, ben Bâbüssade'ye, sen
Süleymaniye'ye!.." "Hayır hayır, tam tersine, Bâbüssaade'ye ben
gideyim. Çünkü seni tanıyan çıkar da İbrahim Paşa'nın hane halkından derse
canına kastederler. Bu yüzden sen o taraflarda görülmemelisin."
"Görülmemeye dikkat ederim. Şimdi
itiraz istemiyorum. Bir an evvel Topaç Yeye ve Hafız Çelebi'yi haberdar
etmelisin. Yarın hemen onlara ulaştır haberi. İhtilal büyürse serserilerin
347
Sadabat'a varmaları uzun sürmez. Eğer
işler ters giderse iki gün sonra ikindi vakti Süleymaniye'deki hücrede
buluşalım; değilse yarın akşam ben de Hafız Çelebi'de olurum. Zaten gidecek
yerim de kalmadı!.."
•
Kara Şahin koşarak Ayasofya'ya akmakta
olan kalabalığa karıştığı sırada kimbilir hangi serseri bağırıyordu:
"Sünnetsiz vezirin başını
isteriiiiz. Yürüyün ey ümmet-i
müslimîn..."
Bu cümle çok şiddetli sonuçlar
doğurabilecek bir cümleydi ve vicdan sahibi birkaç kişi cılız seslerle karşı
çıktı:
"Müslümanlar arasına kılıç
düşürmeyin ey ümmet-i Mu-hammed, vazgeçin, böyle şeyler söylemeyin!"
Olan olmuştu. Ve şimdi olacakları
kestirmek çok zordu. Sultan ile veziri ordunun başında Üsküdar'daydı. İstanbul
korumasızdı. Yağmanın başlaması an meselesi sayılırdı. Şu anda kaldığı yuvaya,
sadrazamın sarayına gitmek, Hörükız'ın dediği gibi tehlikeli idi. Kapalı Çarşı
önünde aşırı bir izdiham ve kargaşa vardı. Evlerine gitmek isteyen masum halk
ile onları gön-dermeyip hamam peştemalından sancak altına katılmaya zorlayan
ihtilalciler arasında arbede yaşanıyordu. Günlerden cuma idi ve tatilin bol
kazancını umut ederek dükkânlarını açan Kapalı Çarşı esnafı ile müşterileri,
içine tütsü salınmış arı kovanı misali uğultu ile koşuşuyor, çırpınıyor, kepenk
indiriyor, kaçıyor, boşaltıyordu. Dükkânlarını kapatmakta geciktikleri takdirde
yağma başlayacağını biliyorlardı. Bu yüzden çarşının kapılarının da
kilitlenmesi gerekirdi. Bir an önce burayı terk etmek hem can, hem de mal
emniyeti demekti. Fitne çıkmıştı. Çekirge sürüsü ekili arazileri yiyecekti. Beş
yüz kadar zalimin bir anda aynı yerde toplanması demek gittikçe sayılarının
artması da demekti. Nitekim Kapalı Çarşı'yı boşaltanlar arasından yüz kadar
adam daha bunlara katılmış, maceranın peşine düşmüşlerdi bile.
348
Kara Şahin, elindeki sıcaklığı yeniden
hissetmek isteyerek avuçlarını buluşturup da "İtaat güzel şeydir!"
diye tekrar ederken dudağında tarif edemeyeceği bir mutluluğun gülümsemesi
vardı. Divanyolu'ndan geçerek Ayasofya'yı dolandığında Sultan'ın iki yıl evvel
yaptırdığı çeşmenin çevresinde aradığını buluverdi. Tomruk Emini, asesleriyle
birlikte saray kapısını tutmuş, kimseyi dışarı çıkartmamak üzere bekliyordu.
Fazla yaklaşmadı. Meydan hamamının kuytusunda bir yerde, kişne-yip duran
atların arkasında, olacakları beklemeye başladı. Bu arada Bayezit Meydanı'nda
tuttuğu eli, sahibini ve bunu neden yaptığını düşünecek çok zamanı oldu. Nakşıgül
yaşıyor olsaydı diye geçirdi bir kere daha içinden. Sonra da onun ölmüş
olmasının, kendisine Hörükız'ın elini tutma hakkı tanımadığını düşünüp
yaptığından pişmanlık duydu. "Nakşıgül" adını yüzlerce kez içinden
tekrarlamak suretiyle de hatasını telafi etmeye çalıştı. Sevgili ölünce aşk da
onunla bir ölmüyordu. Düşüncesi Nakşıgül'e takılınca her şeye farklı bakmaya
başladı. İhtilal dışında mı, içinde miydi, ölüyor mu, diriliyor muydu,
kestiremedi. Zihni bambaşka hayaller, umutlar, umutsuzluklarla karmakarışıktı.
Hörükız elini tutunca neden çekmemişti sanki!..
Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi, bir an
evvel uyanmayı ister. Fakat zindanda uyumuş olan, ebediyen uyumaktan yanadır,
çünkü uyanırsa yeniden zindana düşmüş olacağını bilir.
1
349
56. Sual:
Bu Ateş ve Kanla Oynayan Sefiller de
Kim?
I
Vezir, Kara Şahin'in elinden tutup
aceleci adımlarla, Üsküdar Sarayı'nın merdivenlerinden çıkarken Dersaadet'in
müezzinleri sabah ezanları için yeni uyanmaktaydılar. İkisi de pek
heyecanlıydılar. Sultana anlatacakları şeylerin hiç hoşuna gitmeyeceği
aşikârdı. Tedirgin olmamaları imkansızdı.
Şahin, sultana ulaşmaya karar verdiğinde
Ayasofya Hamamı önünde, şehri koruması gerekenlerin şehri yağmalamak üzere
olduklarını görmüştü. Süreç başladıktan sonra geçecek her dakikanın önemli
olacağını biliyordu. Ayasofya'da oyalan-
350
mak yerine olup biteni bütün
çıplaklığıyla bir an evvel velinimetine ve sultana bildirmek gerektiğini
düşündü. Akşam karanlığı çöktüğünde, meydandaki atlardan birini kimse farkına
varmadan ayırıp Sirkeci'ye inmesi bu yüzdendi. Önce bir sandalcı aradı. Denizde
lodos vardı ve kayıklar çekeklere çoktan bağlanmıştı. Üstelik de bütün
sandalcılar Bayezit Meydanı'na gitmiş veya götürülmüşlerdi. O zaman gerçekten
anladı İstanbul ile Üsküdar arasındaki ulaşımın tamamen kesilmiş olduğunu.
İhtilalciler bu ulaşımın sağlanmaması için önlem almış olmalıydılar. Lodos da
kayıkçıların ekmeklerine yağ sürmekteydi üstelik. Bu durumda İstanbul yalnızca
ordudan değil, sultan ve vezirinden de kurtulmuş oluyorlardı.
Çekeklerdeki sandallardan birinin bağını
çözüp denize açılmak kolaydı, ama böyle bir havada sandal idare emek maharet
isterdi. Pazubendini yokladı. Vezir ile tanıştığı gece kendisine ihsan ettiği
armudî inci yerinde duruyordu. Şimdi iş bir sandalcı bulmaya kalmıştı. Ne tarafa
koşturdu, nerede birini aradıysa maalesef kimsecikler yoktu. İhtilal ateşinin
tutuştuğu böyle bir akşamda zaten burada kimsenin olmasını beklemiyordu ama
sandalların muhafazası için bile bir adamın etrafta görünmeyişi çok garipti.
Şehirde ihtilal başlatanların en son isteyecekleri şey bunu padişahın erken
duyması olmalıydı. Bunun için de Üsküdar yollarını kesmek, oraya gidebilecek
deniz vasıtalarını kontrol altına almak gerekmez miydi? "Belki de şiddetli lodosu görünce
muhafıza gerek duymamışlardır" diye geçirdi içinden; "yahut da
kayıkçılar kâhyasının adamları kendiliğinden çekilip gitmişlerdir" dedi.
Yanıldığını anlaması için burnuna dayanan bir çakaralmazın namlusu ucunda, hiç
konuşmasına fırsat verilmeden ta iskele sınırlarından dışarıya kadar gerisin
geri gitmesi gerekti. Şimdi son çaresi Saray-burnu Sahil Sarayı'nın
kayıkhaneleriydi. Sepetçiler Kasrı'nın yakınına kadar vardı. Bir zamanlar
sultanların ihtişamlı do-
351
nanmalarını Akdeniz'de fetihler için
uğurlarken merasim yaptıkları bu kasır da bomboş görünüyordu. Halka mahsus
derme çatma kayık iskeleleri ise hepten ıssızdı. Zaten yaz sonunda buralarda
birkaç bostancı neferinden gayrı insan bulmak zordu, ama yine de şansını denedi
ve şehirde olup bitenden habersiz, sahandaki patlıcan aşına ekmek banan esmer
tenli bir bostancı neferi ile karşılaştı. Pazubendindeki inciye gerek kalmadı.
Çalıp getirdiği at onu ikna etmeye yetmişti. Lakin şimdi de sandalcı bulmak
gerekiyordu. Gece ilerliyordu. Daha fazla gecikmesi halinde hedefini şaşırma
ihtimali çıkacaktı. Böyle bir durumda kayığı idare edemez olursa Marmara
açıklarını boylardı ki orada lodosa dayanmak imkansızdı.
Allah yardım etti. Kürekleri çekmeye
başladığında şiddetli bir yağmur boşandı. Bu, lodosun dinmesi demekti. Nitekim
yarım saat içinde dalgalar kesildi. Lakin bir yandan yağmur, diğer yandan
Üsküdar'da yanan cılız lambaların da sahipleriyle birlikte uykuya varması
denizi zifiri karanlığa çevirmişti. Kız Kulesi kayalıklarını sıyırarak
Şemsipaşa Sahili'ne vardığında, içinden Devlet-i Aliye için bir vatan hizmeti
yaptığını düşünüyor ve karşısına çıkacak bütün engelleri aşarak vezire veya
sultana ulaşma azmini yeniliyordu. Üsküdar'ı fazla bilmezdi. Çocukluğunda
annesiyle üç veya dört defa, boyunlarına kur-delalar bağlanıp boynuzlarına
kırmızı elmalar takılmış öküzlerin çektiği süslü arabalarla Çamlıca
taraflarında bir sayfiyeye gittiklerini hatırlıyordu, o kadar.
Sandalı, sultanın yeni yaptırdığı meydan
çeşmesine yakın bir yerde, iskele ayaklarına bağladığında bütün giysileri
sırılsıklamdı. Zifiri karalıktı ve yağmur şiddetini arttırmıştı. Valide Sultan
Camii'ni geçerek sahilden yürümeye devam etti. Üsküdar Sahil Sarayı'nın yerini
biliyordu. Muhtemelen velinimeti vezir hazretleri de ona yakın bir yerlerde
kasır sahibi olmalıydı. Karargâh nöbetçilerinin kendini durdurması ile onu
bulduğunu anladı.
352
Vezir, kendisini uyandırmaya razı olan
içağanın "Gecenin bu vaktinde kimmiş bu sefil?" sorusuna "Selman
Abdal kulunuz efendim!" cevabını vermesi üzerine yeterince öfkelenmiş, bu
öfke ile ona "Boynunu vurdurmadan sıvışıp gitsin... Gecenin bu
saatinde..." cevabını göndermiş, ama Kara Şahin'in iça-ğaya yeniden
yalvarmaları, yeminleri ve sesini yükseltmesi sonucunda yatağından fırlayıp
gelmişti. Birkaç dakika sonra giyinmeye başlyamıştı bile:
"HımmL Derhal sultan hazretlerini
uyandırmalıyız!.." Kara Şahin, sultanın, gecelik entarisi içinde atının
üstündeki kadar heybetli durmadığına hükmetti. Onu ilk defa, gözlerinin içine
bakacak kadar yakından görüyordu. Lakin sultanın hayret dolu bakışları buna
fırsat tanımadı. Şimdi o Şahin'in gözlerinin içine bakıyordu. Hem de delip
geçen bakışlardı bunlar. Uzunca bir müddet sessizlik oldu. Padişah başını
birkaç kez başka yerlere çevirdi ve yeniden baktı. Şahin kadar Vezir İbrahim
Paşa da bundan rahatsız olmuştu. Sanki gözleri Şahin'in gözlerini delecek
gibiydi. Bacakları titremeye başladı. "Haşmetmeab," diye başladı
vezir söze ve başını yere eğip "Selman Abdal kapı kullarınızdan sayılır,
Eyüp Sultan ziyaretinde çerağ uyandıran şair derviştir. Bugün İstanbul'da
gördüklerini sizin de bilmenizi istedik."
Kara Şahin, sultanın eteğini öperken
velinimetinin şair ve derviş tanımına uygun davranma zorunluluğu hissetti. Bir
yandan ıslak giysilerinin yenlerinden damlayan sular halıyı ıslatmasın diye
tutuyor, diğer yandan sultanın öfkesini çekecek bir hareket yapmamaya
çalışıyor, ayakta dimdik duruyordu. Lakin sultanın bakışları dizlerindeki
dermanı kesmişti. Başı döner gibi oldu. Gözlerini sultanın mücevher kakmalı
sahtiyan terliklerinin ucuna kilitleyip bekledi. Sultanın kendisini izlediğini
hissediyor, hatta gözlerini yüzünden hiç ayırmadığını biliyordu. Neden sonra
bir emir tokat gibi yüzüne indi:
353
"Anlat bre!.."
Acem şivesi kullanarak ve şiir üslubunda
konuşarak anlatmaya başladı:
"Hünkârım, sultanım, haşmetlû
hakanım. Şehrinizde güm güm ötmede yerler ve gökler; inliyor, titriyor, bütün
kadınlar ve erkekler. Halkınız dalga dalga kaynıyor sultanım, yürekleri
korkularla oynuyor sultanım. Bir bayrak çeken var, bir de peşindekiler; bir
fırtına, bir gemi, ve de içindekiler. Bağırıyor, çığlık atıp haykırıyorlar,
pencereden girip kapıları kırıyorlar..."
"Kimdir bre bunlar, kim bu kan ve
ateşle oynayan sefiller? Kaç kişiler ve ne isterler?"
"Çoğu külhan kopuğu, hamam uşağı,
erazil takımı, serseri. Patrona Halil Ağa var başlarında hayli zamandan beri.
Ona tutkun halkınız, bir sözüne bakıyor; dalga dalga, yığın yığın arkasından
akıyor. Tebriz gazisiymiş diyorlar, ardındaki çıplaklar; üç sancak çektiler
göğe, kaynamakta sokaklar. Mehdi diyen de var ardında, Deccal olduğunu söyleyen
de."
Padişah eliyle onun beklemesini
söylediğinde karmakarışık duyular içindeydi. Kendisine bir şeyler anlatmaya
çalışan bu İranlı adamın seçili gevelemelerini çok sıkıcı bulmuştu.
Duyduklarına inanıp inanmamakta tereddüt ediyordu. Bir yandan "Devlet-i
Aliyye'de kendi tebaamdan, halkımdan hiç adam kalmamış gibi bu Acem kılıklı
herif mi haber getirmeliydi" diye düşünüyor, diğer yandan karşısında
gördüğü yüzü bir yerden hatırlamaya çalışıyor ve bir türlü çıkaramıyordu.
"Lala! Bu abdal derviş doğru mu
söylüyor? Nedir bu isyanın dibi, kökü?!.."
Damat İbrahim Paşa kendisini üzmemek
için uzun zamandır habersiz bıraktığı ve isyana dair istihbaratı paylaşmaktan
kaçındığı sultanın öfkesinden ilk defa ürkmüştü. Onu yatıştırmak için
inanmadığı şekilde sözler söyledi:
354
"Velinimetim efendim, bu türden
hadiseler her çağda ve her yerde zaman zaman ayaktakımından aldatılmış birkaç
kendini bilmezin üç pula satılıp bağrışmasıdır ki sağanak gibidir, biraz
yağınca geçer. Siz müsterih olunuz korkulacak vakalar değildir. Yeter ki içinde
ulemadan, askerden birileri olmasın."
"Devletlû hünkârım," diye
araya girdi Kara Şahin, "Zülali Hasan Ağa kulunuz ile İspirizade kulunuzu
ben yürüyen kalabalıklar içinde tebdil gördüm. Bir de hünkârım Tomruk Emini ile
Yeniçeri Ağası Nemçe Hasan kulunuz..."
Padişah duyduklarına inanamadı. Bu son
iki isim şehrin güvenliğinden sorumlu adamlardı. Ordusuyla Üsküdar'a geçerken
İstanbul'u Yeniçeri Ağası'na ısmarlamış, o da "Gözünüz arkada kalmasın
hünkârım!" demişti. Ayakta duramayacağını anladı, en yakın sedire iğreti
biçimde oturup sordu: "Başka kimleri gördün derviş anlat, ama
geveleme!" Şahin gevelemekten maksadın kafiyeyi ve seciyi bir yana
bırakması olduğunu anlamıştı. Padişahın kendisine dik dik bakmasına ve
tanımasını engellemesine mani olanın bu gevelemeler olduğunu bilmiyordu.
Olabildiğince düzgün cümleler ile anlatmaya devam etti:
"Gerisi ayaktakımıdır hünkârım.
Patrona Halil Ağa esnaftan iyi bir adam iken doldurulmuş, namus, hamiyet
gayretiyle bayrak çekmiştir. İlla kıyamı onun yanındakilerden Kahveci Ali,
Muslu Beşe, Alacalı Mustafa gibi zincirini kırmış ejderler yönlendiriyor."
"Kaç kişiler peki?"
"Hünkârım, atanız cennetmekân
Bayezit Han Camii Meyda-nı'nda bin kadar âdem vardı. Akşam olurken yarısı
Atmeyda-nı'nda, geri kalanın çoğu Aksaray'a doğru Etmeydanı'nda, azı da
Süleymaniye Cami avlusunda idiler."
"Lala!. Senin devleti bekleyen
adamların değil mi bunlar? Nerde kaldı asayiş? Vezirler, kazasker ve bostancı
ağa şimdi
355
nerdeler? Hani 'Emniyette olun
hünkârım!' deyip durduğun emniyet adamları. Derhal yarın hepsi
değiştirilsin!.."
"Fakat hünkârım sonu meçhul olan şu
anda adamları yerinden almak onlara bir ceza değil, belki bir nimet olmaz mı?
Bu adamlara şimdi ihtiyacımız var. Hepsini çağırıp huzura birer birer
paylayalım, gidip çomarlarına gem vursunlar."
"Derhal ne gerekiyorsa yapasın
lala! Sor bakalım vaktiyle almadıkları tedbir hususunda ne düşünürler."
"Sormayınız hünkârım, henüz halktan
kimse peşlerine düşmemiştir, vurdurunuz başlarını. İran'da biz bu türden erazil
takımı toplaştıklarında nökerlere ve şahsevenlere kılıç kuşandırır cümlesini
bulundukları yerde aman vermeden haklarız. Bin kişiye bin asker yeter
hünkârım."
"Bre küstah ışık, sana soran mı
oldu? Defolup çık dışarı!.."
Üsküdar'ın müezzinleri temcit okumaya
başlamışlardı. Sultan kulak kesildi, İstanbul'dan ne bir kaside, ne bir ezan
sesi geliyordu kulağına. Oysa Ayasofya ve Sultan Ahmet camilerinin
müezzinlerinin ne kadar gür sesli olduklarını iyi bilirdi. Yağmur dinmiş, hava
durulmuştu. Şafak sökümü yaklaşmıştı. Gözünü sarayından yana çevirdi. Arkalarda
bir yerlerde gökyüzündeki bulutlara parlayıp sönen bir kızıllık yansıdığını
gördü. İsyancıların Atmeydanı'nda yaktıkları büyük ateşin alevlerinden yansıyan
kızıllıktı bu. "Muhtemelen şimdi çevresinde Köroğlu ve Ayvaz türküleri
çalıp söylüyorlardır." diye düşündü. İçini bir hüzün kapladı. Ellerini
açtı. Dua edecekti. Birden elini dizine vurdu:
"Tabii yaa!.. Gördüğüm abdal
derviş, maktul Şehzade Ahmet'in önüme atılan kellesine benziyordu. Mülazım
Osman saçlarından tutup kaldırdığında aynı keskin hatları görmüştüm. Hayır
hayır, bu bir kabus olmalıydı; yahut kötü bir şaka!.. İnsanlar çift
yaratılırmış zahir?!.."
356
Birden muhafızları koşturup onu
yakalatmayı ve tekrar huzura getirtmeyi istedi. Sonra vazgeçti. Bu adam saçma
sapan kafiyeler uydurarak konuşan İranlı bir dervişti işte. Şahseven veya
nökerler arasından İstanbul'a savrulmuş zavallının biriydi. Eğer Şehzade Ahmet
olsaydı şu anda İstanbul'da isyancıların başında olurdu. Hele de şehirde isyan
haberini vermek üzere gecenin bu vaktinde, bu kışta kıyamette, tek başına
sandala binip maceraya atılmazdı. Evet evet!.. Bu adam olsa olsa bahşiş
koparmak isteyen bir gezgin derviş idi. Türk olsaydı yaptığına vatanseverlik
denilebilirdi, ama bir İranlı bunca tehlikeli bir işe kalkışıyorsa karşılığında
ödüllendirilmeliydi. Önemli bir vazife yapmıştı. Kapıcılarından birini çağırdı.
Par-mağındaki zümrüt yüzüğü çıkardı:
"Koş, var bu hediyeyi deminki ışık
dervişe yetiştir!.."
Kapıcı neferi onları Üsküdar meydanına
açılan vezir konağının kapısına geldikleri sırada buldu. Vezir gülümseyerek
sormuş, o da ciddiyetle cevap vermişti:
"Demek cümlesini aman vermeden
bulundukları yerde kesersiniz!?.."
"Evet paşam, eşkıyayı nerede, ne
kılıkta görseniz siz de kesiniz!.."
Kapının eşiği veda için son mekândı.
Vezir aldığı haberden çok etkilenmişe benziyordu. Düşünceli ve tedirgindi. Bir
an evvel bu belanın çaresine bakmalıydı. Selman Abdal ile yollarını ayırsa iyi
olacaktı. Üzerindeki ıslak giysileri hemen oracıkta uşaklarından birinin kuru
giysileriyle değiştirtti. Sultanın kapıcı neferinin getirdiği yüzüğü ona
vermeden evvel parmakları arasında evirip çevirdi, gözleri daldı, mırıldandı:
"Selman Abdal!.. Hatırlıyorum da...
Şu yüzüğü bir vakitler Sultan Mustafa takardı. Pek kıymetli bir yüzüktür. Eğer
satacak olursan üç yüz altından aşağı verme. Sultanımız, getirdiğin haberin
hakkını korumuş anlaşılan."
357
"Satmam efendimiz. Sultan armağanı
der, baba yadigârı gibi saklarım."
Bu cümleyi Allah söyletmişti. Birden
kendini rahatlamış hissetti. Başını, itaatkâr bir köle sadakatiyle vezirin
yüzüne çevirdiğinde, bu güne kadar merak edip de kendisine sorması gereken ne
kadar çok şey olduğunu düşündü. Şivekâr'ı ve Katre-i Matem'i nasıl olup da ele
geçirdiği, Tomruk Emini hakkında gerçekte ne düşündüğü, sırlı olayları
çözmedeki yeteneği, Haliç'ten çıkan cesetlerle ilgili olarak Bindallı Mahmut
Ça-vuş'u neden sorgulatmadığı bunlardan bazılarıydı. Hep sormak istediği ama
artık çok geç kalınan yegâne soru ise tam dilinin uçundaydı: "Karımı
öldürdüler, katilleri bulmam için bana yardım eder misiniz?" Sustu...
Boğaziçi'nin öte yakasında, İstanbul'un
yedi tepesi üzerine yeni bir gün doğuyordu... İkisi de bir müddet birbirlerinin
gözlerinin içine baktılar. Bu bakışlardan her ikisi de yüzlerce anlam, yüzlerce
soru, yüzlerce cevap çıkarabilirdi. Sonra ikisi de aynı anda gülümseyip
birbirlerine teşekkür ettiler. Helal-leştiler. Hüzünlü bir sahne idi. Vezir son
anda elini uzatıp genç adamın avucuna bir kese altın tutuşturdu:
"Yolun açık olsun Selman Abdalım!
Fitneden uzak dur aman!.."
"Dünya durdukça durunuz haşmetlû
vezirim. Allah sizi de ateşten uzak etsin!.."
Üsküdar Meydanı'nda hayat yeni
başlıyordu. Vezir, "Uğurun açık olsun abdal derviş!" diye mırıldandı
içinden. Sonra bunu neden söylediğini düşündü, bir cevap bulamadı.
358
57. Sual: Eski Dostun Yeni Sırları mı
Var?
"Bicanım, bu baharın tasvirlerini
henüz bize göstermedin? Bak Yeye de merak ediyor."
Bican Efendi heyecanla yerinden kalktı
ve birkaç dakika sonra bir kucak dolusu suluboya rulo getirdi odanın ortasına.
Hemen hepsi aynı boyda parşömenlerdi bunlar ve Felemenk diyarında çerçevelenip
satılmak üzere istifleniyorlardı. Her birinde Hafız Çelebi'nin bahçesinde açan
renk renk lale resimleri ve altlarında da bunların isimleri, özellikleri
yazılıydı. Bican Efendi her baharda bu resimlerden ayrı olarak bir de küçük boy
mecmua hazırlar, parşömene çizdiği lalelerin aynılarını bu mecmua içinde
resmedip saklardı. Şimdi kucağında bu eski mecmualardan birkaçı da vardı. Belli
ki Hafız Çelebi'ye eski güzel günleri hatırlatmak istiyordu. Yıllardır soranlara
"İleride bunlar şüku-fenameler gibi çok kıymetli olacak!" deyip
durduğu lale mecmualarıydı bunlar ve her birini Hafız Çelebi için çiziyordu.
359
Uzaktan uzağa gelen tüfek seslerini
duymamak için kendilerini meşgul etmek ister gibi bir halleri vardı.
"İstanbul, güzelim şehir!.." diye mırıldandı Hafız Çelebi iyiden
iyiye solgun ve bitkin halde. Sonra da dizleri dibine oturttuğu Yeye ile
birlik; te sırayla ve dikkatle resimlere bakmaya başladılar. Çelebi zoraki bir
neşe içinde gibiydi. Yine de eski yıllara ait lale mecmualarının yapraklarını
çeviriyor, her lale resmi üzerinde Ye-ye'ye bilgi veriyor, onu nasıl ve hangi
yılda yetiştirdiğini, nasıl ve kaça satıldığını, kimin satın aldığını söylüyor,
hikâyeler anlatıyor, anılarından tasvirler paylaşıyor ve bütün bunları Bi-can
Efendi'ye "Öyle değil mi Bicanım!" diye tasdik ettiriyordu. Sonra
sıra suluboya parşömenlere geldi. Onlar daha büyük ebatta ve duvarlara asılmak
üzere çizilmiş deste deste güzelliklerdi. Yeye, sıradaki parşömeni kaldırdığında
lale yerine sokak kedilerini peşine takmış bir ciğerci ile onların karşısından
gelen iki güzel hanım resmiyle karşılaştılar. İkisi de şaşırıp kalmıştı.
Gözleri Bican Efendi'ye çevrildi. O ana kadar neşesi yerinde olan Bican Efendi
birden tedirgin oldu, utandı. Hafız Çelebi resimde gördüğü mekânı Elçi Ham'nın
avlusuna benzetti. Çünkü arka planda İstanbulluların Çemberlitaş dedikleri,
kral Konstantin adına dikilmiş Bizans sütunu görülüyordu. Sonra da imalı bir
ses tonuyla sordu:
"Biz lale bahçesinde ter dökerken
sen ciğer satıyormuşsun anlaşılan Bicanım?"
Bican Efendi alelacele resmi katlamak
isterken Hafız Çelebi bir sonraki resmi gördü ve donup kaldı. Bu, yarı üryan
bir kadın resmiydi. Üzerindeki tülden yaşmak ve ince geceliği ile pek şuh ve
işveli duruyordu. Hafız Çelebi sesinin tonunu yükselterek daha keskin bir eda
ile çıkıştı:
"Bican Efendi?!.."
Bican Efendi bu azarlama karşısında
başını eğdi. Önce tereddüt gösterdi, sonra Çelebi'den izin alıp anlatmaya
başladı.
360
Doğrusu Hafız Çelebi ve Topaç Yeye merak
içindeydiler. Aylar önce lale encümeni sırasında gittiği gibi sessizce eve
dönmüş ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına yeniden girivermişti. Gittiğinde
Katre-i Matem de gitmiş, geldiğinde havuzdan kaybolan üç kaplumbağa da
gelmişti. Yine de ne Hafız Çelebi, ne de Topaç Yeye ona neler olduğunu
sormuşlardı. Nasıl olsa bir gün kendisi anlatır diye bekliyorlardı. Galiba o an
gelmişti. Bican Efendi mahcup ve üzgün her şeyi anlattı.
On gün öncesine kadar, bütün bahar ve
yaz boyunca Elçi Hanı'nda kalmasının sebebi bu kadın imiş meğer. O sırada
Venedik balyosunun ressamı olan bir arkadaşıyla buluşmuşlar. Kendisinden
laleler ve Hafız Çelebi'nin laleleri nasıl yetiştirdiğine dair malumat
istemişler. Kadın o sırada aklını çel-mişmiş. Katre-i Matem'i kaçırma
karşılığında büyük bir servet teklif etmişler. Kabul etmeyince de bu planlarını
ele vermesin diye handa iki ay boyunca alıkoymuşlar. Bu sırada kadın zaman
zaman odasına ziyaretlerde bulunmuş ve işe yarar diye resmini yapmasını
istemiş. "Güya yarı üryan benim aklımı başımdan alacaktı." diye iç
geçirdi bir an ve sonra devam etti:
"Aldı da!.. Meğer o beni oyalarken
adamlar encümenden Katre-i Matem'i kaçırmaya çalışıyorlarmış. Çaresiz, onun
ikiz bir çiçek olduğunu söyledim. Amacım, diğerini de aramalarını sağlayıp bu
arada elimden gelirse Katre-i Matem'i geri almaktı. Sizlerin o sırada beni
hırsız veya kaçak olarak göreceğinizi düşündükçe kahroluyordum. Bu resmi her
gün yavaş yavaş tamamlıyordum. Artık onları oyalamak için miydi, yoksa kalbimin
sesini mi dinliyordum, kestiremiyordum. Bir gün ortadan kaybolup gittiler. O
gün Elçi Hanı'nda Avusturya balyosunun adamlarından Kont Aragon'un elinde bizim
kaplumbağalardan birini gördüm. Kaplumbağayı geri aldığım sırada hanın orta
bahçesinde bir arbede çıktı. Siyah entarisiyle atına atla-
361
yıp kaçan biri, bir başkasını haklamış
yere kapaklandırmıştı. Garip olan şu ki, hançer, yerde yatanın elindeydi."
"Çünkü yere düşen adam önemli
birini öldürmek üzere hançerini fırlatmak üzereydi?"
Bütün başlar bir anda Hörükız'ın odayı
çınlatan sesiyle kapıya döndü. Yeye ile Bican Efendi ayağa kalktılar. Hörükız,
dilinin ucuna geliveren "Şehzade Ahmet'i öldürmek üzere" cümlesi
yerine "önemli birini öldürmek üzere" demenin ne derece isabetli
olduğunu düşünürken Hafız Çelebi'nin elini öptü, Ye-ye'nin de başını okşadı.
Sonradan da yanılıp "Kara Şahin'i öldürmek üzere" deyivermediğine
binlerce defa şükretti.
Sevinmişlerdi. Hem Bican Efendi'nin
sırrına vakıf olmak, hem de Hörükız'ı görmekle sevinmişlerdi. Bu heyecan
arasında kimse Hörükız'ın o gün Elçi Hanı'nda ne yaptığını, o önemli kişinin
kim olduğunu sormadı. Yeye, içinden "Şahin Ağam da orada mıydı?" diye
sormayı geçirip sonradan vazgeçtiği sırada Hörükız zaten resimlerin başına
oturmuş, şehirde başlayan isyanı anlatmaya başlamıştı. Sonra da hem resimlere
bakıp hem sohbet etmişler, Hörükız, bir gün önce Kara Şahin ile birlikte
Bayezit Meydanı'nda olduklarını, şehirde isyan başladığını, isyancıların
yakında buralara da gelebileceğini, tedbirli olmaları gerektiğini söylemek
üzere geldiğini, eğer o bu gece buraya gelmezse yarın Kara Şahin ile buluşmak
üzere Sü-leymaniye'ye gideceğini anlattı.
Hepsi onu hayret içinde dinlediler, ne
gibi önlemler alınabileceğini, aslında önlem almak gerekip gerekmediğini
tartıştılar. Yeye, bu durumda Şehnaz için bir şeyler yapması gerektiğini, belki
gidip onu ve ailesini yoklamanın iyi olacağını söyledi. Hafız Çelebi onu
yatıştırmaya çalıştı. "Belki de şehirde isyan bastırılmış olabilirdi.
Devlet-i Aliye sahipsiz değil ya!.."
Gün çoktan inmiş, tekrar yağmur
başlamış, etrafa bir hüzün çökmüştü. Hiç kimse diğerine söyleyemiyordu ama
hepsi
362
de o anda Kara Şahin'i merak ediyordu.
Acaba şimdi neredeydi? Başına bir iş gelmiş miydi? Bir delilik yapıp Tomruk
Emi-ni'nin peşine düşmüş olabilir miydi? Bir tek Bican Efendi, kendisini ısrarla
lale hırsızı sanmasından dolayı Kara Şahin'e kırgın, önüne bakıyordu.
Topaç Yeye kalbini ikiye parçalamış, bir
yanıyla Kara Şahin'i diğer yanıyla Şehnaz'ı düşünüyordu. Bican Efendi kalbini
ikiye parçalamış, bir yanıyla resmini yaptığı kadını götürmeyi hayal ettiği
Felemenk bahçelerini, diğer yanıyla sevdiği güzelim İstanbul'u düşünüyordu.
Hörükız kalbini ikiye parçalamış, bir yanıyla korumaya and içtiği Şehzade
Ahmet'i, diğer yanıyla yarın görmek için sabırsızlandığı Kara Şahin'i
düşünüyordu. Hafız Çelebi kalbini ikiye parçalamış, bir yanıyla bugün hayatta
olduğunu, diğer yanıyla yakında öleceğini düşünüyordu. Gecenin sessizliğini
dağıtmak için işi şakaya vurdurup öylesine bir laf attı ortaya:
"Bican Efendi! Bir lale nakşı
yapsana tekrar. Sen lale resimlerinden vazgeçtin, bak hanemizin bereketi de,
huzuru da kaçtı."
Bican Efendi bunun doğululara has bir
tür şaka olduğunu anlamadı, tam bir batılıdan beklenebileceği gibi aklınca
izaha girişti:
"Ben hanenin bereketi ve huzuruyla
resimlerin bir alakasını kuramıyorum Hafız Çelebi!.. Dininizin resimleri
yasaklamış olmasıysa eğer bereketi kaçıran, ben Nasıralı İsa'nın yolundan
gitmedeyim."
Hafız Çelebi onun az evvelki isyan
konuşmalarından etkilenerek böyle birdenbire feveran ettiğini, öfkesini böyle
dışa vurduğunu hissetmişti. Hem onu yatıştırmak, hem de akşamın hüznünü biraz
olsun dağıtmak için alttan aldı:
"İslam dini resmi yasak mı etmiş
sence Bicanım!"
"Öyle değil mi efendim, sizde neden
hiç resim yok."
363
i
l,
"Bizim de nakkaşlarımız, kitap
sayfalarında nakış ve tasvirlerimiz yok mu?"
"Ama işte onlar nakış, stilize
edilmiş şeyler. Bir portre, bir peyzaj veya natürmort değil."
Hafız Çelebi onun söylediği kelimeleri
anlamamış ama birer resim ıstılahı olduğuna kanaat getirmişti. Daha önceden de
onunla böyle bir konuyu tartıştıklarında resim ile nakış ve minyatür arasındaki
farkın doğrudan benzerlikle alakalı olduğunu öğrenmişti. Söylediği kelimelerin
yine bu farkı anlattığını düşünerek izah getirdi
"İyi ama Bican Efendi! Allah'ın
yarattığı bir şeyi bire bir aynen kâğıt -veya tuval mi diyorsunuz-, işte onun
üzerine geçirmenin neresi sanat olabilir ki?!.. Böyle bir sanatçı Allah'ın yap-
364
tığından daha güzel bir şey yapamaz
ki!.. Oysa bir nakkaş söz gelimi bir atı kendi görmek istediği biçimde iri
gövdeler ve ince bacaklar ile çizebilir, bir laleyi isterse siyah veya çini
mavisi yapabilir. Bu, o kişinin sanatçı kimliğinde daha özgür olduğunu
göstermez mi? Senin yaptığın resimler Allah'ı taklit gibi, oysa bir nakkaşın
çizgilerini kendi kalbinden gördüğünü tasvir etmek şeklinde anlamalı değil
midir?!. Şimdi söyler misin, doğulu ve batılı bu iki sanatçıdan hangisinde
yaratıcılık ve ibda yeteneği daha çoktur?"
"Çelebim, siz içinde tasvir olan
bir odada ibadet etmezsiniz, değil mi?"
"Elbette etmeyiz, ama bu bizim resme
karşı oluşumuzdan değil, mabetlerimizin sizin kiliselerinize benzemesini
önlemek içindir. Hani ne diyordunuz o resimlere?"
"İkona?.. Pitoresk?.."
"Her ne ise işte. Kuzum, İncil'in
neredeyse hepsini resimlerle anlatan, her köşesinde ayrı bir Meryem ve ayrı bir
İsa olan bir kilise içinde nasıl ibadet edilebilsin ki?
"Biz orada ibadet ederken o
resimlere tapıyor değiliz herhalde Kafız Selebim."
Burada Bican Efendi bilhassa kendi
şivesini vurgu ile telaffuz etmişti.
"Elbette Bicanım, elbette!.. Lakin
biz bu konuda sizden daha hassas davranıyoruz diye sizin bunu bir tasvir yasağı
gibi yorumlamanız hakkaniyetsizdir.
"Çelebim! Hele şu az evvel kazara
gördüğün kadın resmi var ya, ben onu sevdim ve hâlâ da seviyorum. Karşıma geçse
de 'Bican Efendi madem beni seviyorsun, tap bana!' dese sizce tapar
mıyım?"
"Hâşâ, sümme hâşâ!"
"O halde kendisine tapmadığım bir
varlığın suretine tapmamı nasıl düşünür veya kabul edersiniz?"
365
"İşte ben de bunu söylüyorum, biz
mabetlerimizde gönle vesvese verecek suretlerden kaçınmakla aynen bunu
yapıyoruz, yoksa bunu surete tapmak olarak anlatan softa vaizler gibi, şekilde,
surette takılıp kalmıyoruz."
"Durun durun!.. Şekil ve suret çok
önemlidir!.. Hele de böyle günde!.."
Kara Şahin'in bu neşe dolu sesi herkesi
yerinden fırlatmıştı. Sevinç böyle bir şey olsa gerekti. İstanbul çalkanırken
burada bir şetaret, bir ferahlık oluşuvermişti. Hafız Çelebi çoktandır
böylesine mutlu olmamıştı. Sevdiği herkes şu anda çev-resindeydi. Neşesini
belli etmek istiyordu. Yeye'den kümesteki tavuklardan birini getirmesini,
Hörükız'a da tavuk suyunda pilav için pirinç ayıklamasını söyledi. 0 gece Can
Kuyusu çevresinde ateş yakıp geç vakitlere kadar oturdular, güldüler,
şa-kalaştılar, hasret giderdiler, birbirlerinden hikâyeler dinlediler. Sanki
yarın yaşanacaklardan, belirsizliklerden, elemlerden, ayrılıklardan evvel bir
kez daha birbirlerine doymak istiyorlardı. Ömürlerinin en bahtiyar gecesiydi.
Sanki bir daha yakalayamayacakları bir mutluluğun içindeydiler ve bitmesini
istemiyorlardı. Bir ara yağmur dinmiş, Halic'in durgun sularına bulutların
arasından çıkan mehtabın görüntüsü yansımıştı. İnsanın böyle bir gecede bir
yakınına sarılası gelirdi. Halic'in karşısındaki bahçeleri seyreden Hörükız, o
gece, orada bulunan hiç kimsenin sarılacak hiç kimsesi olmadığını düşündü.
Hepsi kendi hayatlarını sürüklemekte olan bu beş kişi, yarın şehir
karıştığında, güzeller güzeli İstanbul'un hayat duvarları sarsılmaya
başladığında bambaşka dünyaları devşiriyor olacaklardı. Yardımlarına koşacak
kimseleri yoktu; ama yardımına koşmaları gereken birileri vardı. Yarın kendisi
de o birinin yardımına koşmak zorundaydı. Babası ölürken öyle vasiyet etmiş,
"Kendi hayatını feda etmen gerekse bile onu yaşatacaksın!" demişti.
Hatta kendisini sırf bunun için yetiştirmiş, Üç Hi-
366
iaı ^-cııııyeu ııııı yı/ın cııııuycL
guyıcııııe mensup ick Kauuıııı
yanına onu da katmış, Cemiyet'in
idaresini üstlendiği yıllar boyunca bundan hiç kimseciklere söz etmemişti.
Annesi o bebekken ölmüştü. Babası öyle diyordu. Kendini bildi bileli Üç Hilal
Cemiyeti muhtesipleri arasında yaşıyor, istihbarat topluyor, onları
değerlendiriyor, saklıyor, bilmesi gerekenlere söylüyor ve nihayet kendini de
gizliyordu. Tıpkı tanıdığı herkes gibi. Ama babasının "Şimdi diyeceklerimi
benden gayrı bilen yoktur." cümlesiyle başlayıp "Senden gayrı bilen
olmasın!" tembihiyle bitirdiği o son cümleyi, "Kendi hayatını feda
etmen gerekse bile onu yaşatacaksın!" cümlesini, Cemiyet'in diğer
mensupları hiç bilmemişti ve bilmeyecekti. O, yani Şehzade Ahmet!..
Gecenin hüzünlerle yoğrulan bu son
diliminde, suya yansımış dolunayın görüntüsünü dalgalandıran çiğil tanesinin
suya düşme sesiyle kendine geldiğinde bir elin sırtına bir hırka koymakta
olduğunu fark etti:
"Rüzgâr çıktı, üşüteceksin!"
Kara Şahin'e teşekkür ederken yanağına
süzülen damlayı sildiğini görmesini istemedi.
Yeye o sırada uzaktan onları seyrediyor
ve Şehnaz'ı düşünüyordu. Belki de şu anda onun yanında olması gerekiyordu.
İçinden "İnsana bir dost böyle zor günde lazımdır; rahat günde herkes
dosttur!" diye geçirmekteydi. İnsanın kederli günde kendisiyle birlikte
üzülecek bir dostunun olması bütün üzüntüleri giderirdi. O sırada küçükken
hangi kitapta okuduğunu tam kestiremediği Üsküdarlı âşıkların başından
geçenleri hatırladı. Uzaklarda bir bülbül şakıması duyuldu. Geceler gebeydi ve
yarın ne doğuracağını kestirmek elbette çok zordu.
367
-derkenar-üsküdarlı âşıklar
İstanbul'da bir zamanlar Abdullah ve
Aslıhan adında, birbirini seven iki genç yaşıyordu. Kader fırsat verir de
gizlice buluşabilirlerse birbirlerinin yüzüne bakarak aşk kadehinden şarap
yudumluyor, nefesleri birbirine karışarak şad oluyorlardı. Daha birbirlerini
bir kez olsun öpmemişlerdi. Aşklarını daima gizli tutuyorlar kimseye sır
vermiyorlardı. Fakat üç yüz perdenin arkasında bile gizlenemeyen aşk, sonunda
ortaya çıktı. Kızın babası o genci kendi asaletine denk bulmadı ve kızını zorla
bir paşa ile evlendirdi. Paşa da onu sevdiği gençten uzak olsun diye Boğaz'ın
öte yakasında, Üsküdar'dan Çamlıca'ya giden tozlu yolların kenarındaki bağların
arasında bir eve yerleştirdi. Aslıhan, gerçi gelin olmuştu ama kocasını henüz
odasına almıyor, ondan devamlı kaçıyordu. Abdullah ise sabrın sonuna gelmiş,
Aslıhan'ın yerini öğrenmeye
çalışıyordu. Nihayet bir gün onun
hizmetkârlarından bir halayığa rastladı. Kadın Abdullah'ın aşkını biliyordu.
Acıdı ve evini tarif etti. Abdullah arkadaşlarından birini buldu ve ona,
"Benimle gelebilir ve Aslıhan'ı ziyaretimde bana yardımcı olur musun?Zira
onun aşkıyla can boğazıma geldi, gündüzüm gece oldu!" dedi. Henüz on yedi
yaşında olan arkadaşı "Seni dinledim ve teklifini kabul ettim; her ne ki
benden istesen yapacak, her ne ki emredersen uyacağım!" cevabıyla onu
rahatlattı. Bir kayıkla derhal Üsküdar'a geçtiler. İki at kiralayıp bağlar
arasında Aslıhan'ın kaldığı evi aramaya koyuldular. Mevsimlerden sonbahardı ve
bağlar bozulmuş, sahiplerinin çoğu şehre dönmüştü. Ama bacası tüten birkaç
kulübe dışında hangi evlerde oturan vardı, hangileri boştu, belli olmuyordu.
Akşamı beklediler; ta ki lambaları yanan evleri tespit etsinler. Gece boyunca
sessizce araştırdılar ve sabaha karşı amaçlarına ulaştılar. Aslıhan'ın ellisine
merdiven
368
uuyuuuş uıan [juşu a.ucuûi KL/uerı
çın.ıncu nuuu/mn uı t\uuu~
şma "Şimdi git!" dedi,
"Kapıyı çal. Başkası çıkarsa Aslıhan'ı iste ve onu şu karşıki bağların
arasında beklediğimi söyle!" Genç gitti. Kapıyı seyis açmıştı. Ona
Paşa'dan küçük hanımefendiye bir mesaj getirdiğini söyledi. Sonra da sevilene,
sevenden bir vuslat haberi verdi.
iki saat kadar sonra Aslıhan buluşma
yerine geldi. Abdullah telaş içinde ne yapacağını bilemedi. Arkadaşı onları
yalnız bırakmak isteyince Abdullah itiraz etti, "Hayır, yanımızda kal.
Çünkü ortada uygunsuz bir şey yok." dedi. O genç de oradan ayrılmadı,
ancak seslerin duyulacağı kadar uzakta oturdu. Abdullah, Aslıhan'ın elini
tuttu, Göz göze geldiler. Ayrılık sırasında hasrete nasıl dayandıklarını
karşılıklı gözyaşlarıyla anlattılar. Sonra birbirlerini nasıl, ne derece
sevdiklerinden, eski hatıralardan, çocukluktan uzun uzun bahsettiler. Mutlu
geçen birkaç saatin sonunda Aslıhan müsaade istedi. "Birileri durumun
farkına varmadan eve dönmem gerekiyor!" dedi. Abdullah hasretiyle
yanmıştı, azıcık daha kalmasını istedi. O vakit Aslıhan uzakta oturan genci
işaretle sordu:
"Senin bu arkadaşından bir şey
istesem yapar mı?"
"Ne istersen!.."
"Tehlikeli olsa da mı?"
Cevap gençten geldi:
"Tehlikeli olsa da!.. Hatta canımı
Abdullah için feda etmem gerekse de!.."
"O halde, yakma gel. Seninle
giysilerimizi değişelim. Benim yerime eve gir. Sağdan üçüncü oda benim özel
odamdır. Akşama kadar sessizce otur. Akşam kocam sana bir tas çorba getirir,
kapıdan içeri uzatır. Yüzünü sıkıca ört ve tası kabul etmekte nazlı davran.
Sonra kapını kapat. Sabaha doğru ben gelirim, sen çıkarsın."
Delikanlı denileni yaptı. Eve girip
kapandı. Ta ki akşamın alaca karanlığında kapıda ses duydu, heyecanlandı.
369
Çorba tasını almakta çok gecikince tas
yere kapaklandı. Bu sefer paşa öfkelenip "Sen hâlâ bana inat mı
ediyorsun?" diye içeri girip eline geyik derisinin boynuzlarından kuyruk
sokumuna doğru kesilip sarılmış bir kırbaç aldı. As-lıhan diye delikanlının
sırtını sıyırdı ve başladı şaklatmaya. Alaca karanlık basmıştı ama delikanlı
yine de devamlı yüzünü örtüyor ve sesi tanınmasın diye hiç bağırmadan
sabrediyordu. Nice kırbaçtan sonra evdeki halayıklar, hizmetkârlar dayanamayıp
onu durdurmak istediler. Paşa da za ten yorulmuştu. Dadısı herkesi dışarı
çıkarıp ona nasihatler etti. "Sultan hanımım, hâlâ mı Abdullah'ın aşkı?
Kendine hiç acımaz mısın? Kocana birazcık fırsat tanışan, belki iyi..."
Nasihatleri ses çıkarmadan dinleyen delikanlı bir yandan yaralarının
sızlamasına dayandı, diğer yandan As-lıhan'a acıdı. Sabah Aslıhan gelince evden
çıkmak üzere bütün gücünü topladı, ona hiç belli etmedi. O gece her ne olduysa
bir sır olarak sakladı. Abdullah ölesiye kadar da bunu ne ona, ne başka birine
söyledi.
insanın kederli günde kendisiyle
birlikte üzülecek bir dostu olmalı!..
370
58. Sual: - Ne Dedin Sen?
Salacak kıyısında, Üsküdar Sarayı'ndan
sevgili şehrini saran dumanlara bakarken yaşadığı derin üzüntüyü hayatının
hiçbir döneminde yaşamamıştı. Her tarafını oya oya işlemek için çeyrek
yüzyıldır uğraşıp didindiği, sahillerini kasırlarla, meydanlarını çeşmeler ve
sebillerle donattığı, devlet hizmetinin yürümesi için zarif binalar yaptırdığı
şehri yanıyordu. Haliç'ten esen poyraz ile kendi doğup büyüdüğü Topkapı
Sara-yı'nın üstünden aşan dumanlar arasında bütün ömrü kara düşünceler içinde
akıp geçti. Daha dört ay evvel, Galata ve Kasımpaşa civarında yine böyle
dumanlar görmüştü bu şehir. Ardı ardına neydi bu yangınlar?!.. Şehirde lanet
büyüyor muydu yoksa?. Bunlar birer İlahî ikaz olabilir miydi? Eğer öyleyse
kendisi bunda ne kadar suçluydu? Tevbe etmesi gereken neleri vardı? Halkın
bilip de kendinin bilmediği suçları nelerdi? Büyük dedesi Muhteşem Süleyman
Kanuni "Saltanat dedikleri an-
371
V*«U»
V111U11 lVli.VgU.01VJ 11 UV-I1U^L1 UII
^111 U1UL. .TVİIİCI
UU gUIUUgU IMI-
ru bir cihan kavgasından da öte bir
şeydi. Bu gördüğü yozlaşmanın, kokuşmanın iğrenç yüzüydü. Eski Saray'ın
bahçesindeki yangın kulesinin işaret sancaklarına göre şehirde ateş büyümeye
devam ediyordu. İlk gelen haberler Balat'ta başlayıp Ci-bali, Yavuz Selim ve
Fatih civarında devam ettiğini söylüyorlardı. Yangının önlemini almak da,
söndürmek de yeniçeri or-talarıyla tulumbacı teşkilatının vazifesiydi. Lağımcıların
bir an evvel yangının önünde istihkamlar oluşturması gerekiyordu. Ahşap güzeli
İstanbul'un her yanı çıra gibiydi. Bir tutuştu mu evden eve, çatıdan çatıya
kıvılcımlar uçuşması yetiyordu. Bunun için bazı evlerin boşaltılması, bazı
ağaçların derhal kesilmesi ve yangının kontrol altına alınması gerekiyordu.
Böyle durumlarda tulumbacılar dört bir yana koşuşturuyor, çok yoruluyorlardı.
Lakin yangını tutmaktan ziyade yanmakta olan evlerden yükte hafif pahada ağır
eşya kurtarıyorlar, çok zaman da bunları sahiplerine vermek yerine kendi
depolarına sevk ediyorlardı. Son yıllarda İstanbul Türkçesi'nde "yangından
mal kaçırma" diye bir deyim bile türemişti. Velhasıl şu isyan günlerinde
yeniçerilerine de, tulumbacılarına da güvenemeyeceği-ni biliyordu. Yeter ki
insan, vicdanını razı etsin...
Sultan, gözünden yaşlar süzülürken
yangından sonrasını da düşünüyordu. Bunca harikzedeye el uzatmak, onlara
kereste ve taş yardımı yapmak, hatta bazılarının evlerini silbaş-tan inşa
ettirmek gerekecekti. Hep böyle olmuştu. İstanbul ne zaman yansa, yahut
depremde yıkılsa, sultan, şehri yeniden imar eder, devlet hazinesinden pek çok
masraf yapardı. Ama bu sefer hem hazine boştu, hem de isyan felaketinden yangın
felaketine bir para kalmayacağa benziyordu. Asya ile Avrupa'nın göz bebeği,
bütün Doğulu ve Batılı gezginlerin o güne kadar gördükleri en güzel şehir olan
İstanbul elden gidiyordu. Konaklarıyla, yalılarıyla, kasırları ve bülbül yuvası
evleriyle
372
rengarenk İstanbul, alevlerle eşkıya
arasında parçalanıyor, yağmalanıyor, didikleniyor, çekiştiriliyordu.
Selman Abdal'ın verdiği bilgilerden
sonra gözüne uyku girmemişti. Şüphesiz Boğaziçi'nin iki yakasında bu gece
uyumayan çok kişi vardı. Etmeydanı'nda ve Atmeydanf ndaki ihtilalciler ile
sarayda korumasız kalan hanedan halkı, bostancı ve zülüflü baltacı koğuşu
erleri ve enderunun eli silah tutar gençleri bunlardandı. Öte yanda odabaşı,
başeski, başkarakollukçu bölüklerinde de gözler kırpılmadan ne olacağı
bekleniyordu.
il 'il 1
Aynı sıralarda sultanın hemen yan
odasında, Üsküdar sarayının cumbalı kabul odasında padişah hazretlerini
bekleyenlerin hepsi muhatap olacakları sorulardan dolayı tedirgin, sinirli ve
huzursuzdular. Vezir hazretleri hepsini karşısına almış adeta öfke kusuyordu.
İlk lanetli bakışı, ayaklanan yeniçerilerin en tepesindeki adama, Yeniçeri
Ağası'na takıldı. Daha dün, Şehzadebaşı'ndaki kışlada, neferleri "Küfür
ile azanı / Eski düzen bozanı" naraları atarken "Höt!" demiş
olsaydı bugün bunlar yaşanıyor olmayacaktı. Onun ardında sanki gizleniyormuş
gibi başı önüne eğik bekleyen Kaptan-ı derya Abdi Paşa, eğer dün ihtilali haber
alır almaz gemilerinden biriyle Halic'e varsa ve Tersane'deki neferlerini
meydana sevk etseydi bu isyan yine dağılıverirdi. Demek o da cılk çıkmış,
başından korkmuştu. İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa'nın gafletine ise hiç
diyecek yoktu. Ulemaya haber yollasa, medreselileri teskin etse, halka birkaç
telkinde bulunsa serseriler yandaş bulamaz, korkarlardı. Sadaret Kethüdası
Mehmet Paşa gerçi dün de Üsküdar'daydı ama İstanbul'dan ayrılırken Tomruk
Emini'nin kulağını çekmiş olsaydı kimse bu cesareti kendinde bulamazdı. Vezirin
öfkesi bütün bunları yüzlerine vuracak şekildeydi:
"Bre siz misiniz Devlet-i
Aliyye'nin güvendiği adamlar; bu milleti biz size mi emanet etmişiz?!.. Nerde
ordunun gücü, ha-
373
ua
vıvııuıııııuııııı »_WXU1, I1V,1 UVUH 1\U V
V ^llVl 1I11Z. . L* kj'V.llI
HHUC Jf İICL
nı, çiyanı, akrebi, iti, hergelesi,
kurdu, kuzgunu boşanmış... Benim kanım donuyor, etimi kesiyorlar, siz baş
yerde, göz yu-mulu öyle mi?!.."
Başlar gerçekten de yerdeydi. Kimsenin
ağzını bıçak açmı- • yordu. Neden sonra İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa bir
şeyler mırıldandı:
"Efendimiz!.. Eşkıyayı dize
getirmek kolay, illa ki adamlar 'davamız şeriat üzeredir' diyorlar. Şeriat
davasında olanın derdi padişah tarafından dinlenmeden üzerlerine kılıç çekmek
caiz olmaz, vebali büyüktür."
"Efendi!.. Bu sözü şeyhülislam
söylese anlarım. Yoksa sen üzerine düşen vazifeyi yapmıyor, bir de bana fetva
mı veriyorsun?"
"Hâşâ efendimiz, yüz bin kere
hâşâ!.. Emrediniz, kellelerini koparıp önünüze atalım."
"Yapabileceğini söyle efendi!..
Senin cirmini biliriz..."
"Haliç'te toplarım amadedir
efendimiz!.."
Abdi Paşa'nın bu cümlesi veziri iyice
öfkelendirmişti:
"Şehri topa tutmak mıdır teklifin,
ahmak herif. İsyancı diyerek masumları öldürmekten mi bahsediyorsun? Devletin
geleneğinde olmuş mudur böyle bir şey? Bu mudur devletin adaleti?!.."
Sonra da Yeniçeri Ağası'na bağırdı:
"Meclisten meclise dolanmışsın dün
efendi!.. Yaveler yemişsin, haberini aldık. Hele şehri kollamak değil miydi
vazifen senin?!.. Şimdi çek cezanı da aklın başına gelsin?"
Kaymakam Mustafa Paşa araya girdi:
"Aman efendimiz, şimdi ceza vakti
değil, çare vaktidir. Bağışlayınız."
"Paşa!... Böyle soysuzlarla mı
düzene girer devlet? Bunlara güvenirsen yarın eşkıyanın başında sana karşı
bayrak çekerler. Derhal götürülsün!.."
374
"Aman efendimiz!.."
"Paşa!.. Sözümü kesme bir daha!.
Yerine tedbir bul yeter. Dumanlar tüten şu şehirde canlar yanıyor, kan
dökülüyor, belki bedenler burçlarından sökülüyor. Ta şuracığımda bir ateş
tutuştu. Bu herif dün gece 'Padişahı hal' edelim!' diye sıçıp sıvamışken
tutalım mı şimdi el üstünde. Söyle Paşa!.. Hünkârımız bunu duyarsa sana da,
bana da siyaset etmez mi? Nimete böyle midir teşekkür? Derhal götürülsün, işte
o kadar!.. Adalet, hukuk, kanun yok mu ülkede? Âl-i Osman'a vezir olan ben,
kuru gürültüye boyun eğecek kadar aciz miyim zannediyorsun?!.."
Mustafa Paşa, vezir hazretleri son
cümlelerini söylerken muhafızların yanında kapı kenarında bekleyen Arz Ağası'na
yanına çağırıp Yeniçeri Ağası'nı işaret ederek kulağına fısıldıyordu:
"Efendiyi götürün! Misafir edinin, yarın başka şehre sürülecektir!"
Bu sırada içeriye soluk soluğa bir haberci girdi: "İzin veriniz haşmetlim,
arzım var!" "Bre kalk, söyle çabuk. Nedir?"
"İspirizade Efendimiz bir de Nemçe
Hasan kulunuz..." "Ne oldu, öldüler mi, öldürüldüler mi?"
"Daha kötü efendimiz, daha kötü..." "Bre söyleee!.."
"İsyancılara karışıp ele bayrak
almışlar haşmetlim!.. Şimdi de kapıza gelmiş, hünkârımızdan ayak divanı
isterler."
"Ooof, of!.. İşte bu kötü haber
efendiler. Şimdi halk da düşer bu hezelenin peşine. İçi düşman, yüzü dost
köpekler!.."
Vezir, daha yumuşak bir ses tonuyla
devam etti bu sefer konuşmaya:
"Efendiler, ağalar, beyler!..
Devlet-i Aliye uğruna can feda, İstanbul'a canlar feda. Elan ikisi de
tehlikededir. Caddelerde alevlerle zulüm birlikte akıyor. Timarlılar ve
sipahiler, torlaklar ve solaklar, kadın erkek, çoluk çocuk... Bozgun başlamadan
söndürelim fitne ateşini. Dün geç kalınmış gündür, bugün artık ça-
375
resine bakılmalıdır. Dışarıdakileri
almadan içen, söyleyin ağalar, makul bir talep var mı ortada? Nedir eşkıyanın
istediği?!.."
"Efendimiz," diye söz aldı
Abdi Paşa, "eğer bozgun halka sirayet ederse, bir de halk takılırsa
peşlerine, dostlar kötülükte düşmanları geride bırakır alimallah. Bir çare
bulmalı hemen!.."
"Evet ya, devletlûların gözlerini
gaflet boyamış, zevk ü safa âlemlerinde diyor halk."
"Efendiler, hepimizde kabahat var
bu işte, itiraf edelim. Lakin şimdi kabahatten ziyade çareyi düşünmeliyiz.
Bu sırada salonun kapısında bir
hareketlenme oldu. Padişah III. Ahmet gözyaşlarını silerek içeriye girdi.
Salondakileri tek tek gözleriyle azarlarcasına kontrol etti. İsyandan ve
yangından dolayı hesap sorabileceği devlet erkânı neredeyse tamamı ayakta
bekleşiyorlardı. 0 anda pek çoğu "Tavan çökse de altında kalsak!"
diyecek durumdaydılar. Dizleri titremeye başladı. İlk defa sultanı bu derece
öfkeli görüyorlardı.
"Lala!" diye başladı hünkâr,
"nedir bu hal? Yeniçeri palaya el attı diyorlar. Çardak kolluğu
çorbacıları, 'Âl-i Osman tahtını altüst edip İstanbul'u yere gömeriz!'
derlermiş. Görüyor musun, şehrimde yerle göğün arasını kara dumanlar kapladı.
Nerde senin tedbirin, yeniçeri kullarımız neredeler? Hacı Bek-taş nimetiyle
beslenen o nankörler ne yapar şimdi? Rodos'u alıp Belgrad'a giden asker nerde
şimdi? Mohaç'a burç ve Bu-din'e beden asker nerde şimdi? Hani Kosova'da,
Varna'da, Niğbolu'da atamız Yıldırım'a, Yavuz'a şan veren o erler? Eğer hâlâ o
er değilse bu asker, eğer hâlâ bu asker değilse o er, söyle lala, nedir
tedbirin senin?"
Vezir, kıpkırmızı olmuş, kendi
memurlarının önünde başını yere eğmiş adeta kıvranıyordu. Sultanın cümleleri
meclisin ortasına bir gülle gibi düşmüştü. Vezir o güne kadar kullanmadığı bir
hitap üslubuyla ve boynunu bükerek "Haşmetmeab
376
efendimiz!.." diye yalvardı.
Sesinde onu yumuşatmaya çalışan bir üslup vardı. Birkaç saniye duraksayıp
anlattı:
"Haşmetmeab efendimiz!.. İspirizade
kulunuzla Nemçe Hasan Ağa kulunuz huzurunuza kabul için Üsküdar'a geçmişler.
Şehirdeki yangını söndürmeye belki bir çare bilirler. Eğer dinlemek isterseniz
huzura aldırtalım. Bakalım ne isterler, nedir maksat!.."
Sultan eliyle gelsinler işareti
yaptıktan sonra yine uzunca bir süre sessizlik oldu. Kimse başını yerden
kaldırmak istemiyordu. Nihayet İspirizade ile Nemçe Hasan Ağa huzura girer
girmez etek öpüp yere kapaklandılar. Padişah onların elinden eteğini çekerek
bağırdı:
"Bre riyakârlığın lüzumu yoktur!
Kibirle övgü birlikte bulunmaz, halinden memnun olmayıp azgınlık yapmakla huzur
sağlanamaz. Şimdi söyleyin, benimle ne söyleşmek istersiniz?!.."
"Velinimetimiz, devletlû
efendimiz!.. Görüyoruz ki üzülmüşsünüz, kederdesiniz. Asla bu değildir
meramımız. Zira kullarınızın sizden değildir şikâyeti, onlar size kıyamete
kadar sadıktır. Biz dahi kullukta sadığız." "Güzel!.. Nedir o halde
meramınız?"
"Devletlûlarınız azmış ve
kudurmuştur, meramımız buna son verilmesidir. Ülkenizde çirkef işler temiz
vicdanları vuruyor. Fakir kullarınız hayli zamandır cefada... Sabır sınırı
geçildi, vefa kaybolup itti? Bağrı yanınca feryat edene şaşılmaz elbette.
Veziriniz mirasyedidir, nankör ve arsızdır." "Bre ağzından çıkanı
kulağın duyar mı senin?" "Duyar hünkârım, damadınız halkınızın
derdini dert bilmez. Çevresini bir yığın hezele sarmıştır." "Bre küstah
sefil!.."
"Ben küstah ve sefil olabilirim
hünkârım, illa ki söz sahibi devletlûlarınız sizden habersiz köprülerin
altından sular akıtırlar. Ahali perişan, açlık, sefalet, rüşvet diz boyu...
Zengine ke-
377
miksiz et, fakire arpa suyu düşmede.
İran'dan gelen haberlere bakınız. Karadeniz'de gazileri taşıyan gemiyi
kendileri batırmışlar. Sadabat kasırlarında lale rengiyle örtülür oldu
günahlar."
"Bre yeter başını almayayım
senin!.. Dışarıdakiler ne ister onu söyle."
"Vezirinizi
hünkârım,vezirinizi."
Sultan hiç bu cümleyi duymamış gibi salonun
kapısıyla penceresi arasında gidip gelirken vezir telaşlanmış, yere yığılmış,
sayıklıyor, hafakanlar geçiriyordu. Sultan kısa birkaç adımdan sonra döndü.
Kararını vermişti. Herkesin şaşkın bakışları arasında tane tane mırıldandı:
"Gidin söyleyin eşkıyaya vezirimi
azledeceğim. Ulufelerine birkaç altın da ilave ettireyim. Lakin bitirsinler bu
arbedeyi. Şehrim yanıyor benim... Fitne ateşinden büyük bir ateş bu... Ciğerim
yanıyor benim..."
"Bir de kethüdanız ve kaymakam
paşalar hünkârım."
Bu sefer mecliste adı söylenenler birer
birer titremeye başlıyor, adı söylenmeyenler rahat nefes alıyordu. İspirizade
pervasız çıkmıştı.
"İstediklerini vermezseniz
dağıtmayacaklardır hünkârım. Artık ben bile durduramam onları. Bunlar
hükümetinizde ateşi tutan maşalarmış, eşkıya öyle bağırıyor."
"Peki efendi onları da azledeyim,
yeter ki dursun şu uğultular."
"Azil değil hünkârım, kendilerini
isterler!"
"Ne dedin sen?!.."
Bu cümleden sonra Sultan Ahmet de
bulunduğu yere yığılıp kaldı. İsyancılar adını andıklarının kellelerini
istiyordu, demek ki.
"Vezirim damadımdır, kızımın
kocası, nasıl istersiniz kellesini onun ve ben nasıl veririm? Ferasetli,
tedbirli, bilge, âsaf
378
vezirdir. Onun gibisi cihana yüzyılda
bir gelir. Hele İstanbul Kaymakamı benim en eski hizmetkârım; nasıl feda
ederim?!.."
"Hünkârım, bize eşkıya dersiniz ama
eşkıya sarayınızdadır. Bir elde yağ, ötekinde bal. Amma halkınız aç. Bütün
görevlerin başında vezirinizin ya damadı, ya yeğeni oturmakta. Taşra valileri
sizden ziyade onu tanır, ondan korkarlar. Siz onları sürseniz ve zindana
atsanız bile kediye ciğer emanet etmiş olacaksınız. O yüzden kıyam edenler
yalnız baldırı çıplaklar değil, ülkenizi yönetecek insanlardır. Kullarınız Hacı
Bektaş demine devranına 'Hu' demiş, kazan kaldırmıştır. Bir ucunda asker, diğer
ucunda ulema ve hocalar vardır, bunda artık vezirlerin, kocaların hesabı
yapılmaz."
İspirizade bunları söylerken dışarıdan
müthiş bir uğultu duyuldu. Bu sanki bir mucize gibiydi. Sanki biri onun ne
konuştuğunu biliyor da ona göre isyancıları yönlendiriyor, bağırtıp
çığırtıyordu:
"Veziri istemezük, kethüdayı
istemezük, kaymakamı iste-mezüüüük!..."
Sultan elini çenesinde sinirle ve üzgün
gezdirirken mırıldandı:
"Kullarım ateşe yanıyorlar
ha?"
"Veziri istemiyenler de bağrı yanık
kullarınızdır hünkârım. Eğer feda etmeyecek olursanız kızınız yetim,
cariyeleriniz gözü yaşlı halayık olur. Meydanları susturmanın artık imkânı
kalmamıştır. Kul feda edin ki sönsün ateş."
Sultan bütün kederi ile mırıldanırken
gözünden yaşlar akıyordu:
"Beni mağlup eden sizler değilsiniz,
hayır, asla, sizler değilsiniz. Hükm-i kaderdir ki bana bunu reva gördü. Şimdi
ikinizden de yeminle, Kuran'a el basarak söz istiyorum başka baş istenirse
kellenizi meydanlarda yuvarlarım. Hanedanıma ve
379
aileme zarar eriştirilmeyecektir. Hele
tahtıma göz dikenin gözünü çıkaracağım, biline!.."
"Beli hünkârım, böyle bilindi,
böylece uyulacaktır." "O halde varın ve sözünüzü geçirin, yangın
söndürülsün. Aksi takdirde dediğimin hilafına bir hareket görür, bir söz daha
duyarsam, işte buyruğumdur, hepsinin başını yılan gibi ezmeden bırakmam. Siz
taş üstünde taş koymazsanız, ben de omuz üstünde baş koymam!.."
380
59. Sual: - O da Kim?
"Kafir olup azanı/ eski düzen
bozanı / haklamak için biz anı / kaynatmışız kazanı!., deyip yatağanı aldım, hû
deyip daldım. Ya Hâdî asan eyle işimiz; elde kılıç başta silah dişimiz...
Vardık kafese. Kafesçide dört anahtar... Ağa kuşlar, reis kuşlar, baba
kuşlar... Derken haraç mezat bütün kafesleri açtım, kuşları uçurdum azat buzat.
Dördüncü kule kafesi pek muhkemdi. Kapısını yedi yoldaş çorbacı ile anca
aralayabildik. Eli kanlı cümle fetalar, sahib-i pençe dört kaşlı bahadırlar,
bir kantar gülle, kırk okka zincir sürür pehlivanlar... Açtık kafesi, kuşlar
aldı nefesi..."
Patrona Halil Ağa'nın önünde göğsüne
iftihar yumrukları vurarak rapor veren bu yeniçeri Elli Altıncı Orta'dan, Muslu
Beşe'nin samurkaş yoldaşı Binbereket idi ve cümleleri arasında geçen
"kazan" Hacı Bektaş kazanını, "dört kafes" sırasıyla
Ağakapısı, Rumelihisarı, Yedikule ve Babacafer Zindanlarını,
381
"kuş" zindandaki azılı
haydutları, anlatıyordu. Patrona Halil Ağa üzerine savrulup gelen yangın
kurumlarını eliyle dağıtırken biraz keyfinden, biraz da karşısındaki
serdengeçtiyi onurlandırmak için öylesine konuştu:
"Bu kafeslerin kuşları dişlerini
testere, ellerini hançer eden parçalayıcı şakilerdir bre yiğidim. Her biri
zincirini koparıp Kaf Dağı'ndan dünyaya düşmüşlerdir. Bir dilbere el sürseler
it ağzı değmişe döndürür, bir güzeli öpseler cüzzam artığına benzetirler. Bre
bu vahşilerden korkmadın mı hiç?!."
"Hepsi kapına kuldur ağam, ışığı
her gören güneşinin nerede olduğunu sorardı. Yakında eşiğine yüz sürüp eteğini
öpmeye gelirler. İlla ki bir kafes daha kalmıştır; ben şimdi oraya giderim,
eğer ağamın emri olursa!..."
"Var git yiğidim var git!.. Onlar
orada, biz burada ha; var git artık deniz olmasın arada..."
Patrona Halil Ağa'nın arada deniz
olmasın dediği kafesin Tersane Zindanı olduğunu, "onlar" dediği
ayaktaşlarının da Kalender Baba, Pirsiz Osman, Çopur Çomar gibi evbaş ve
kal-laş takımından eski arkadaşları olduklarını kendisini dinleyen herkes
biliyordu. Kara Şahin, Topaç Yeye ve Hörükız bu cümleyi duyunca birbirlerinin
yüzüne baktılar. Sanki üçü de aynı şeyi düşünüyorlardı. Denizin ötesindeki
zindan, burada konuşan adamlardan daha önemliydi çünkü. Tersane Zinda-nı'nda
Aslan Ağa ile Bindallı Mahmut onları bekliyordu. Şahin atıldı:
"Ağam, cenabınızdan hizmet diler,
Binbereket Ağama ser-dengeçti yamak olmak isteriz. Tersane zincirlerinin sızısı
bileklerimde tazedir. O kafesin her yerini, nerede kilit, nerede zincir, nerede
parmaklık, nerede anahtar olduğunu bilirim. Dahi kimi söyleteceğimi, kimden
size yarar kul olacağını da bilirim. Bizi zindana serdengeçti yazın, size işe
yarar yiğit feta-lar getireyim?"
382
Halil Ağa yüzlerinde hiç de zindan
yatmış halleri okunmayan üç delikanlıya bakıp güldü.
"Bre civelekler gidin sütünüzü için
siz. Bunca azman tız-man, dazlak bozlak âdem bozması herif arasında ne işiniz
var?!.. Alimallah sizi kavrulmuş çıtır fındık niyetine yerler, sonra pişman
olursunuz?!"
"Ağam, benim adım Kara Şahin. Bu
fetalara da Bozbulanık Doğan ile Kartal Recep derler, sizin saydığınız
kargalardan korkumuz yoktur."
Hörükız birden Kartal Recep oluvermenin
gereğine uysun diye hafifçe omuzlarını kabarttı, Topaç Yeye de terleyen
bıyıklarını burar gibi yaptı. O sırada külhanbeyi ağzıyla atıp tutan Şahin'in
aslında yüreği güm güm dışarı çıkacak gibiydi. Adını söylemekle iyi mi etmişti,
bilmiyordu; ama başka bir ad uy-dursaydı belki Ağakapısı avlusunu dolduran
bunca adam içinden kendini bir tanıyan çıkabilir, kimliğini saklamasından
şüp-helenebilirdi. Topaç Yeye'nin giydiği doğan başı dövmeli keçe cepkeni ile
Hörükız'ın partal giysileri de bir kartal için fazla göze batacak cinsten
değildi. Ama yine de Halil Ağa, hepsinin gözlerinin içine dikkatle bakıyor,
sanki zihninde bir görüntü taraması yapıyordu. Tam o sırada Binbereket Ağa'nın
neşeli sesi Hızır gibi yetişti:
"Ağam, bu torlak civanları bana
bağışlayınız, Tersane kafesinde şahbazlarım çok olsa iyidir. Hem bakalım
görelim alıcı kuşlarımız ne kadar uçabilecekler?!.."
Halil Ağa birkaç saniye daha dikkatle
bakıp "Gidin artık!" manasına elinin tersiyle Binbereket'in isteğini
yerine getirdi.
iki
Hızla atlarını sürüp Galata Köprüsü'ne
gelen on sekiz kişi, eğer buradaki kargaşaya bulaşmamış olsalardı
Kasımpaşa'da-ki Kaptan-ı derya Köşkü önüne daha erken varabileceklerdi.
383
Zaman aleyhlerine işliyordu.
Gecikmişlerdi. Şehir her yakadan kaynıyordu. Binbereket, akşam karanlığı
çökmeden zindanı boşaltmaktan söz ediyordu. Öte yandan engellerin biri bitiyor,
diğeri başlıyordu. Galata sakinlerinden bazı gayrimüslim tebaa köprünün üzerine
birikip İstanbul'dan gelenleri Gala-ta'ya geçirmemek üzere direniyorlar,
içlerinden şehir eşkıyası olduğu her halinden belli olanları tartaklıyor ve
geri göndermeye çalışıyorlardı. Bu arada Tophane'den bazı tulumbacı ve kayıkçı
makûlesi adamların gelip köprüdeki zımmi tebaayı arkadan kuşatmalarıyla ortalık
karışmış, denize dökülenler, kol bacak hesabından vareste sakatlananlar
ortalığı kaplamıştı. Köprüden geçebilenler bu sefer Kaptanpaşa Konağı önünde
durduruldular. Kaptanpaşa Galata muhafazasından sorumlu idi ve İstanbul'da
isyan çıkınca genelde bu yakada hayat sükûnetle sürer, asayiş korunurdu. Ama bu
sefer öyle olmamıştı. Tersane azapları ile leventler birbirine girmiş, sonunda
leventler yolları tutup geçenden beş, geçmeyenden on akçe hesabıyla bir
kanunsuzluk sürdürmeye başlamışlardı. O sırada ortalık birden kararıvermişti.
Dünden beri yavaş yavaş sönmeye yüz tutan yangının dumanları ile şehrin
üzerindeki bulutların birleşmesiydi bu. Güpegündüz ışığın geceye döndüğünü
gören halk çok ürkmüştü. Bu bir uğursuzluk olmalıydı. Sinirler gerilmiş,
ürküntülü bekleyişler ile şiddet gösterileri kol gezmeye başlamıştı.
Binbereket, bu gelişmelerden çok memnun
olduğunu, konuşurken hemen belli ediyordu. Buraya gelesiye kadar, yol boyunca
yatıştırıcı olmaktan ziyade yangına körükle gitmeyi yeğlemişti. Adamları da
tıpkı onun gibi davranıyor, çıkarlarına uygun olduktan sonra din, vicdan, ahlak
dinlemiyorlardı. Hö-rükız ile Kara Şahin biraz sonra zindana varınca bu
adamlarla nasıl başa çıkacaklarını kestirmekte zorlanıyor, bakışlarıyla bunu
birbirlerine anlatmaya çalışıyorlardı. Bir tek Topaç Ye-
384
ye aklınca planlar kuruyordu. Kara Şahin
konuşuyor, sorulara kaçamak cevaplar veriyor, Binbereket ve adamlarına laf
yetiştirmeye çalışıyordu. Yeye ve Hörükız dilsiz gibi davranmaktaydılar.
Adamların kendilerinden şüphelendikleri belliydi. Her hareketlerinin kontrol
altında tutulduğunun da farkındaydılar. Öte yandan, ne olursa olsun Aslan Ağa
ve Bindallı Mahmut'a ulaşmaları gerekiyordu. İsyancılar, zindanları boşaltmadın
işlerini kolaylaştıracağını biliyorlardı. İpten kazıktan kurtulan mahkûmlar
onların gücüne güç katabilir, saflarını birleştirebilirlerdi. Kendi saflarına
katılmasalar bile şehirde kargaşa ve şiddet rüzgârları estirmeleri yeterdi.
Yoksa zindan artığı adamlardan disiplinli hareket etmeleri beklenemezdi. Ama
öte yandan bunlara bazı küçük işler de yaptırtılabilir, hatta iş bitiminde
kolayca harcanabilirlerdi de. İsyanlar, efendilerine kullan ve at kabilinden ne
fırsatlar sunardı. Hem işler ters gider de isyan başarısız olursa hedef
gösterilip feda edilecek kellelere de ihtiyaç vardı. O kelleler, işte bu zindan
mahkûmlarının omuzları üstünde duruyordu.
Kara Şahin her geçen zamanda işlerinin
daha da zor olacağını düşünüyordu. Tersane Zindanı Kasımpaşa sırtları ile
Kulaksız arasında, Halic'in en muhkem taş yapılarından biriydi. Galata'nın
azılı haydutlarından gemici ızbandutlara, savaş esirlerinden suçlulara,
neredeyse yıllardır güneş yüzü görmemiş zalim ve ayaktakımı serserilerin hepsi
içerideydi. Buraya bir kere düşenin ilanihaye hücresinde unutulduğunu
İstanbul'da bilmeyen yoktu. Kaptanpaşa hazretlerinin şiddetli tedbirleri
buradaki mahkûmlara nefes aldırmıyor, her gün onları yoruyor, terletiyor,
eziyetten geçiriyor ve nihayet akşam olunca bitkin ve perişan uyuyup
kalmalarını sağlıyordu. Yoksa her yıl buradan kaçmak üzere tünel açan adamlar
olduğunu ve bunların zindan meydanında ipe çekildiklerini bilmeyen yoktu.
Birden Nakşıgül ve Katre-i Matem'i düşündü. Şu anda içinde bulundu-
385
ğu ortam ile taban tabana zıt iki şey
idi onlar. Nahif ve zarif iki güzellik... Oysa hemen önünde vahşice
canavarlaşmış bir zindan vardı. O sırada Topaç Yeye kendisine yaklaşıp
fısıltıyla planını anlattı. Hörükız'ı içeriye sokmaması gerekiyordu. Ne de olsa
o bir kadındı. Eğer konuşmak zorunda kalırsa veya halihazırdaki dilsiz rolünü
tam oynayamazsa hepsinin başları belada demekti. Plana göre Topaç Yeye, Kara
Şahin'den Binbereket'e sunulmuş bir rehine olacak, içerde ve dışarıda onun hizmetinde
bulunacaktı. Kara Şahin zindandan çıkartılmış yirmi kadar işe yarar adamı
Binbereket'e teslim etmeden de yanından ayrılamayacak, böylece Binbereket Kara
Şahin ve ekibine hâkim olabilecekti. Planın gizli olan kısmına göre de Yeye
Binbere-ket'in yaptıklarını izleyip Aslan Ağa veya Bindallı'yı arayacak,
buldukları vakit göz hapsinde bulunduracak ve Binbereket tarafından
öldürülmemeleri için bir şeyler uyduracaktı. Zindan kapısına gelindiğinde Kara
Şahin Binbereket'e seslendi:
"Ağam!.. Bu bizim Kartal Recep
dilsizdir ama gözleri hakikat bir kartaldır. Onu erkete bırakalım. Kaptanpaşa
dairesinden bir hareket olursa bize haber uçursun."
Binbereket daha önceki zindanları kendi
adamlarıyla başarıyla boşaltmış olmanın gururuyla cevap verdi:
"Olur tek kanat Şahin, hatta
istersen sen de burada kal. Yalnız ödleklik etmeyin, ahıra bağlayacağımız şu
atlara sahip olun yeter."
"Olur mu Ağam, sizin
himayenizdeyken insana korku mu gelir. Size neler yapabileceğimi gösterme
fırsatı verin bana. Tam yirmi şahbaz yiğit getirmezsem kanatlarımı yolun."
"Yapma yaaa!.. Bak hele şahinin
pençesi de pekmiş!.."
"Ağam, Beni küçük görmeyin,
yapamayacağımı demem ve dediğimi de yaparım. Aha size şu Bozbulanık Doğanım!..
Onu rehin tutun, yirmi adam getirmeden vermeyin bana!.. Bu yollara alışık,
zeberdest oğlandır..."
386
"Peki gelsin bakalım yamacıma... Şu
dilsiz de aha şu ağacın tepesinde gizlensin ve atları kollasın. Sakın ha az
sonra zincirinden boşanacak aslanlara bulaşmasın, yem olur."
Herkes atlarından inerken Kara Şahin ile
Hörükız geride kaldılar. Güya Şahin, Dilsiz Recep'e az evvel konuşulanları
tembih diyordu, ama ağzından çıkan son cümle, "Unutma, Bindallı benim,
Esed Ağa senin!" oldu.
Hörükız, içeriden çıkmasını
gözetleyeceği adamı neredeyse altı ay önce görmüştü. Muhtemelen saçları ve
sakalları mecnunlar misali uzamış birbirine karışmıştı. Onun ne kadar esed, ne
kadar aslana bezeyeceğini kestirmeye çalışarak ağaca tırmandı. O sırada
Binbereket Ağa ile Kara Şahin ve diğerleri büyük ahşap kapıyı tekmeleyerek
içeri girdiler. Muhafız direnmemiş, "Aha şu ilk avluda sermuhafızlar
vardır. Hesabı onlarla görün. Razı ederseniz benim için yazı da birdir, tura
da!" demişti. Binbereket'in küfürler ve anırmalar eşliğinde bağırış
çağırışlarını işitip de sonraki ve daha sonraki kapılarda cesetler bırakarak
ilerlediğini gören mahkûmlar sermuhafızın ona anahtarları güzellikle teslim
etmediğini anladılar. Aslında mahkûmların hepsi birden, neye uğradıklarını
şaşırmışlardı. İki gündür dışarıdaki hayatın akışında bir başkalık olduğunu
seziyorlar ama bunu yalnızca bir yangın zannediyorlar, duman kokusunu aldıkça
kıvılcımların bir an evvel kendi çatılarına da sıçraması için dua ediyorlardı.
Oysa şimdi birer ikişer kapıları açılıyor "Uçun şahbazlar, koşun yiğitler!
Küfür ile azanları, yola getirmek üzere Patrona Halil Ağanın bayrağı altına
koşun!" nidalarıyla zindan yanmadan boşalıyordu. Kara Şahin "Ne garip
tecelli!" diye geçirdi içinden, "azanı yola getirmeye azgınlar
koşuyor", sonra da yaralı muhafızlardan birinin gırtlağına yapışıp
hançerini yüzüne dayayarak hayatını bağışlama karşılığında Bindallı Mahmut
Çavuş ile Aslan Ağa'nın hücrelerini sordu. Bindallının hücresi en sondakiydi.
Ama As-
387
lan Ağa diye biri bu koridorda yoktu.
Koşarak son hücrenin kapısındaki delikten seslendi:
"Geldim Bindallı Ağam!. Tomruk
Emini'nin mahsus selamlarını getirdim. Şimdi hiç sesini çıkarmadan bekle."
Sonra da bir önceki hücre kilidinden
başlayarak demir kapıları birer birer gıcırtıyla açıp haykırmaya başladı:
"Uçun şahbazlar, koşun yiğitler!
Küfür ile azanları yola getirmek üzere Patrona Halil Ağa'nın bayrağı altına
koşun!"
Son hücredeki mahkûmu da çıkardıktan
sonra koridoru boşalttı. Bütün kapıları açık bırakıp Bindallı'nın hücresine
yeniden döndü. Ayaklarından zincirle duvara bağlanmış vaziyette kıpırdanıp
duruyor, ayağındaki kilidin anahtarını vermesi için kurtarıcısına ellerini
uzatıyordu. Kara Şahin ona yine "Sus!" işareti yaparak elindeki
torbadan anahtar arar gibi yapıp yanına vardı. Bir an bekledi. Göz göze
geldikleri sırada anahtar torbasını zinciriyle birlikte suratına şiddetle
yapıştırdı. Bindallı neye uğradığını şaşırıp yere yıkıldı. Kara Şahin küçük bir
kaytan parçası ile derhal ellerini arkadan bağladı ve adamın kendi poturundan
kestiği kirli bir çaputu ağzına tıkıp kuşağıyla da çenesini sıktı. Sonra işkence
odasından bir kelepçe ve bir çark getirip kelepçeyi bileklerine geçirdi, çarkın
halkasını kelepçenin zincirine takıp kolu çevirmeye başladı. Bindallı
gerdirilip kıpırdayamaz hale gelinceye kadar çarkın kolunu çevirdi. Artık ne
bağırabilecek, ne kıpırdayıp ses yapabilecek durumdaydı. Koridorun başından
bakıldığında bütün mahkûmların boşaldığı anlaşılsın diye Bindallı'nın da
kapısını sonuna kadar açıp diğer bölmeye geçmeden evvel eğilip kulağına
fısıldadı:
"Bindallı Çavuş, artık elimdesin.
Uslu durursan ne âlâ, yok çırpınırsan, işte şu çarkı kurdum, çırpındığın ölçüde
seni germeye devam edecek. Artık sen bilirsin. Şimdi gidiyorum... Bir dostumla
ilgilenmem gerekiyor da!"
388
t": ¦
Neredeyse bir saat oluyordu. Zindan
boşalmıştı ama Hörü-kız hâlâ ağacın dalları arasında kapıları gözlüyordu. En
çok gördüğü sahne, içeriden çıkan mahkûmların kapı önünde bek-leşip kendi
aralarında kanlı bıçaklı hesaplaşmalara girişmeleriydi. Yarım saat içinde
gözlerinin önünde sekiz cinayet işlenmiş, naralar, çığlıklar ile bazılarının
içeriden çıktığına pişman olduğunu görmüştü. Bu arada el değiştiren küçük
kıymetli eşyalar, pırlantalar, zümrütler, saatler, murassa zarflar da vardı.
Bunları zindanda nasıl saklayabildiklerine hayret etmişti. Tünediği ağacın
karşısındaki ahır kilitli olmasaydı, at kişnemelerini duyan bazı mahkûmların
elinden onları kurtarması asla mümkün olamazdı. Çünkü bir ata, kaçmak üzere
olan mahkûmdan daha fazla kimsenin ihtiyacı olamazdı. Eli çakaralma-zının
kabzasından hiç ayrılmıyordu. Gerçekten de bu dünya bazıları için çok zalim ve
acımasızdı. Demek zindanda kalmak, bazıları için yaşamak demekti.
Zindan kapıları ardına kadar açıktı ve
dışarı kaçanların neredeyse sonu gelmişti. Artık yürüyerek çıkanlar, hastalar,
sakatlar geliyorlardı. Bunca adam arasından yalnızca bir kişiyi Aslan Ağa'ya
benzetmiş dikkatle izlediğinde de o olmadığına hükmetmişti. Nihayet kapıda Kara
Şahin göründü. Talimatlar verdiği bir sürü adamın her birini diğerinin
zinciriyle bağlanmış görünce içi rahatladı. Yine de Şahin hiç kendisinden yana
bakmadan, adamlarla konuşa konuşa geçip gidiyordu. Beklemeliydi, Belki de Topaç
Yeye'yi alması gerekiyordu. Bekledi.
t i i
Kara Şahin zindan hücrelerini açarken
adamlarla durmadan konuşmuş, İstanbul'un yabancısı olanları hiç yanında
tutmamış, diğerlerinden de fazla zorlanmadan yirminin üzerinde
389
adamı peşine takmıştı. Bunun için
şehirdeki ihtilalin sonunda kendilerine devlet hizmetinde üst rütbeler vaat
etmesi ve Patrona Halil Ağa'nın yanına varasıya kadar az konuşmaları,
kimliklerini fazla ortaya saçmamaları gerektiği söylemek yetmişti.
Binbereket'in yanına vardıklarında onu ayağında topuzlu mahkûmlara emirler
yağdırırken buldu. Patrona Halil Ağa'nın yoldaşlarından Kalender Baba, Pirsiz
Osman, Çopur Çomar gibi dağ adamı azman herifler de yanındaydı, ama Topaç Yeye
ortalıklarda görünmüyordu. Binbereket ile yanındakiler mahkûmlardan bazılarını
tanımaya ve seçmeye çalışıyor, tanıdıklarının zincirlerini kırdırıyor,
diğerlerine de deniz istikametinde ilerlemelerini söylüyordu.
"İşte Binbereket Ağam!.. Söz
verdiğim gibi tam yirmi iki yeleli aslan!.. Her biri Patrona Halil Ağama hizmet
etmekten gurur duyacak cenk eri yiğitler. Ayaklarına birer dimiden şalvar
çekildi mi yeniçeriden fark edilmez güzel yüzlü çorbacılar."
Binbereket oralı olmadı. Yalnızca dudak
büküp geçiştirmek istedi. "Aferin bre Kara Şahin!.. İkna gücün de pençen
kadar kuvvetli imiş."
"Öyledir ağa, hele bu pençeler
verdiğini alma konusunda daha da kuvvetlidir."
"Verdiğin?!.. Haa?!.." O
sırada çevresine bakındı, adamlarına sorar gibi baktı. "Nerde bre o
civelek torlak?"
390
Herkes birbirine bakıyordu. Kimsenin bu
kargaşada yanlarındaki çocuğu düşünecek halleri yoktu anlaşılan. Binbereket
duruma kurtarmak istedi:
"Bekle biraz, buralardadır,
gelir!.."
Kara Şahin denileni yapmanın iyi
olacağını düşündü. Adamların yalan söylemedikleri ortadaydı. Topaç Yeye olup
biteni gözetleme görevini üstlenmişti. Eğer başına bir hal gel-mediyse şimdi
burada olmalıydı. Etrafa bakınarak olup biteni kendisi izlemeye çalıştı.
Ayağı topuzlu mahkûmlar genellikle daha
azılı haydutlar idiler. Binbereket ile adamları zindanda bulunup da kendi
işlerine yaramayacak, kendilerinden baskın gelecek veya amaçlarına uygun
davranmayacak olanları kazıklarından sökmüş, zincirlerinden boşandırmış, ama
son kertede kelepçelerinden ve ayaklarındaki topuzlardan azat etmemişlerdi.
Şimdi onları bir gemiye dolduruyor ve binerken ellerindeki kelepçelerini çözüp
"Tekirdağ'a nakledilecek ve orada ayaklarınızdaki kelepçelerden kurtulup
serbest bırakılacaksınız!" diyorlardı. İçlerinden homurdananlar, binmek
istemeyenler veya karşı koyanlar olursa zorla bindirip bir de sopalıyorlar,
taşkınlık yapanların kelepçelerini çözmüyorlardı. Bu yükleme işi uzun süreceğe
benziyordu. Kara Şahin o sırada Binbereket'in topladığı mahkûmlar arasında
aşina bir çift göz gördü. Kendisine bakan bir çift göz. Hatırlamaya çalıştı.
Beyni zonklayasıya kadar çırpındı. Kimindi Allahım bu gözler? Saç ve sakalları
birbirine karışmış, yüzü yara bere içindeydi. Bu gözler!... Bu gözleri
tanıyordu. Ve kimin olduğunu çok çabuk hatırlaması gerekiyordu. Gemiye
bindirilmeden onu kapmalıydı. Yoksa çok geç olurdu. Bir yerlerde görmüştü, ama
nerede? Çardak Kahve-si'nde mi?. Yeniçeri kışlasında veya Binbirdirek'te?!...
Hayır, hayır!.. Elleriyle başını saçını yoluyor, kıvranıyor, gözlerini kısıyor,
dudağını ısırıyordu. Kimindi bu gözler?
391
Bir türlü hatırlayamadı. Mahkûmların
gemiye bindirilmeleri yarım saat kadar sürmüş ve son mahkûm da gemiye çıkmıştı.
Birer birer geminin sintine kapağından içeri itiliyorlardı. 0 da içeri girmeden
evvel ayaklarındaki topuzu kucağına alm^k üzere eğildiğinde son kez Kara
Şahin'e baktı. Evet!.. Bu bakış!... Aman Allahım, ta kendisi!.
"HaaayııırL O değil, o değil!...
Onu almayın; o benim!.."
Herkes dönüp Kara Şahin'e baktı.
Binbereket Ağa acımasızca kahkahayı bastı:
"Ne oldu paşazadem?!.. Bana
verdiğin çocuk zindana girip çıkmakla pek çabuk yaşlanmış!.."
"Binbereket Ağam, bu benim
akrabamdandır. Onu bana bağışlayın, yalvarırım. Bir ihtiyar anacığı var,
hasretini çeker. Sevap işleyin, ha?!.."
"Tamam bre, eşkıyanın harmanı var,
biri olmazsa öbürü!.. Gemiden de biri eksik oluversin!.. Amma ki karşılığında
ne verirsin?"
"Canımdan gayrı üç altınım var
ağam!.."
"Sattım gitti!.."
Mahkûmlar geminin sintinesine tıkılıp
üzerlerine de kilit vurulduğu sırada Kara Şahin ile Seyrekbasan Osman sahilde
kucaklaşıyorlardı. Bir yıl evvel kendisini denizden kurtarıp gemiye çıkaran
adamı şimdi o bir gemiden kurtarıp karaya çıkarmış, bir yıl evvel otuz altın ve
bir can borcu olan dostunun üç altın ile canını satın almıştı. Bu gemide kalsa
öleceğinden şüphe yoktu. Çünkü mahkûmlar sintineye kapatılırken bunun bir taş
gemisi olacağını anlamıştı. Bu uygulama İtalyan gemilerinden ve Rodos
şövalyelerinden kalma bir usuldü. Gemi açık denize vardığında, muhtemelen
Marmara'nın ortalarında, gecenin karanlığında kaptan ile birkaç adamı gemiyi
delecek, bir barut varilini yarım saat sonra patlayacak şekilde ayarlayacak ve
kimseye bildirmeden gemideki tek kayığa atlayıp İstanbul'a
392
döneceklerdi. Ayaklarında topuz bağlı
mahkûmların denizin dibini boylamaları çok da uzun sürmeyecekti. Hele de böyle
şehrin yandığı, yeniçerinin ihtilal yaptığı bir dönemde tersaneden eksilen bir
geminin hesabını kim kime sorardı ki?!.. Yalnız Kara Şahin'in merak ettiği şey,
gemiye bindirilen haydutların devlete karşı mı, yoksa ihtilalcilere karşı mı
suç işledikleriydi. Tam Binbereket'e bunu sormak üzere göz göze geldikleri
sırada karşısındaki adam daha atik davrandı:
"Senin civeleği en son Kazasker
Efendi'nin ve vezirin mahkûm ettiği adamların bulunduğu iç koğuşta görmüştüm.
Sonra görmedim. Belki içerlerde bir yerlerde kalmış olmalı. Var çabuk bak, bir
haydut eline düşmüş olmasın, ne de olsa taze oğlandır!?.."
Kara Şahin hem onun lakaytlığına, hem de
son cümlesindeki imaya öfkelendi. Lakin yapacak bir şey yoktu. Derhal zindana
doğru gerisin geriye koşarken tehdit dolu bir ton ile bağırdı:
"Binbereket Ağam, seni bir sonraki
görüşümde inşallah Bozbulanık Doğan da yanımda olur!?.."
"?!.."
III
Kara Şahin geri dönerken zindan ıssız
bir harabeye dönmüştü. Binbereket'in adamlarından biri cesetlerin ve
yaralıların arasından atları çekip götürmedeydi. Zindan kapısına geldiğinde
Seyrekbasan Osman'ın ayağındaki güllenin zincirini kırdı, elindeki kelepçeleri
açtı:
"Yoldaşım, Osman Ağam!.. Ya gel
benimle, ya durma kaç buralardan!.. Sana yirmiyedi altın borcum var
hâlâ!.."
Seyrekbasan Osman onu kucakladıktan
sonra üzerindeki zindan gömleğini çıkardı, yerde ölü yatan muhafızlardan
birinin mintanını geçirdi üstüne ve helallaşıp yürüdü. Avludan çıkarken sesi de
boşlukta kaybolup gitti:
393
"Bana hiç borcun yoktur!.. Otuz
altını da başkası vermişti zaten!.."
Kara Şahin onun ne demek istediğin
anlamak üzere peşinden koşarken birden yolunu Hörükız kesti. Öfkeliydi:
"Topaç Yeye nerede?"
"Onu ben sana sorayım, gözcü olan
sen değil miydin?"
"Ne Aslan Ağa'yı ne de Yeye'yi
göremedim. Ama çok vahşi şeyler gördüm."
"Onların dediklerine göre içerde
olabilirmiş?"
"Dikkatli olalım. İçerde başkaları
da olabilir!.."
Zindanın dış kapısından ikinci defa
girdiler. Yaralı birkaç muhafızı kapının dışına çıkarıp artık canlarını
bağışladıklarını ve evlerine gidebilecek durumda olanların hemen evlerine
gitmelerini tembih ettiler. Kendilerini hâlâ isyancı gibi göstermek
zorundaydılar. Sonra içerde birkaç defa "Ahmet Ağaaa!.. Hüsam Ağaaa!...
Odabaşııı!.. Çorbacı Ağaam!.. Kimse var mm? Hasta veya sakat olaaaan!?"
diye rastgele bağırdılar. Duvarlarda asılı duran meşalelerden bazıları sönmüş,
bazıları da sönmek üzereydi. Ellerine birer meşale alıp etrafı arayıp taramaya
başladılar. Etrafta yalnızca yankılanan kendi sesleri vardı. Şahin, bir
koridorun kapısını kilitlerken Hörükız'a "Bindallı içerde!" diye
fısıldadı. Bir müddet sonra içeride yalnızca kendilerinin olduğuna kanaat
getirdiler. Şahin bu sefer daha yüksek sesle bağırdı:
"Yanık YusuuufL YusuuuufL"
Hörükız "O da kim?" der gibi
yüzüne bakınca
"Adını bilmiyordun değil mi?"
"Bilmiyordum."
"İkinci koridoru da döndükleri
vakit "Yusuf!" sesine şakacı bir karşılık buldular:
"Kim arıyoooor!.."
Kucaklaşırken Topaç Yeye
394
"Beni hayallerimden niye
uyandırdınız sanki!?" diye şaka yaptı. Hörü kız atıldı:
"Zindanda hayal kurmak?"
"Evet ya, annemi hayal etmiştim.
Bana Yusuf'u zindana attıran Zeliha'yı anlatmış ve demişti ki 'Oğlum!. Yas
evinde yüzlerce ağlayıcı olsa yine de en tesirlisi dert sahibinin ahi olur. Yüz
dertli bir halka olup otursa, halkanın merkezi yaslı olandır.'
"Şimdi hikâyenin de yas tutmanın da
zamanı değil Yeye, nerelerdeydin, merak ettik."
Yeye güldü ve çıkıştı:
"Planımın geri kalanını nasıl
buldunuz ama!?"
"Ne planı?"
"Buraya gelirken herkes için görev
taksimi yapmış ama sonunda nerede nasıl buluşacağımızı konuşamamıştık...
"EeeeL."
"İşte buluştuk!.. Ama siz
tahminimden de geç geldiniz."
Doğrusu güzel plandı. Herkes gittikten,
el etek çekildikten sonra onları birleştirmek üzere isabetle işlemiş bir
plandı. Kara Şahin dişlerini sıkmış başını sallar ve "Seni ısırıp etini
koparmalı!" der gibi bakarken itiraf etmişti:
"Sendeki bu zekâyı hep kıskandım
zaten!.."
"Haydi bırakın birbirinizi
yağlamayı da çıkalım buradan.
"Durun, durun... Bir misafirimiz
olacak."
Topaç Yeye bunu söylerken elindeki
meşaleyi köşede, yerde yatan bir adamın üzerine tuttu. Elleri arkadan bağlanmış
yüzükoyun yatıyordu. Onu ayağa kaldırmak için yanına yaklaşırken esefle
anlatıyordu:
"Bu şerefsiz köpek, Veyis Ağa'nın
konağında bana uygunsuz teklifte bulunan alçaktır. Onun yüzünden çok dayak
yiyip annemden ayrılmış, bimarhaneye düşmüştüm. Allah'a çok şükür anamın
intikamı yerde kalmayacak!"
395
Adam ayağa kalktığında Kara Şahin ile
Hörükız birlikte bağırdılar:
"Aslan Ağa!.." "Esed
Ağa!.."
-derkenar-
yusuf'u zindana attıran zeliha
Anlatırlar ki; Zeliha, Yusuf'u zindana
attırdığı vakit onun ayrılığıyla ardından yanıp yakılmaya başlamış. Hem
kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı
ziyarete gider, sureta "Hükümlüm kaçmış olmasın!" diye kontrol eder,
ama içten hasret gide-rirmiş. Eğer Yusuf'u uyurken bulursa hücresinin önünde
bekler, seyreder, uyanık bulursa azarlar, böylece yüzüne bakarmış. Nihayet bir
keresinde sesini de çok özlediğini fark etmiş ve bir köle çağırıp, "Hemen
şimdi, Yusuf'u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki ta uzaktan ah ettiğini
duyayım." demiş. Köle emre itaate niyetlendiyse de Yusuf'un güzel yüzünü
görünce kıyamamış. Hücrede bir post var imiş, onu yere sermiş ve başlamış
vurmaya. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryad etmekte, çığlık
at-maktaymış. Zeliha ise bağırmaya devamda:
"Daha hızlı vur, adamakıllı
vur!"
Nihayet köle Yusuf'a yalvarmış:
"A güneş yüzlü, Zeliha gelir de
sırtında kamçı izi göre-mezse şüphesiz beni öldürür. Omzunu aç, dişini sık, bir
ke-recik olsun kamçıya dayan!"
Yusuf elbisesini sıyırmış. Köle öyle bir
vuruşla vurmuş ki Yusuf yere kapaklanmış. Zeliha, bu sefer Yusuf'un ah edişini
duyar duymaz bağırmış:
"Yeteeer!.."
396
bu. suaı: Gönül Dili Ne Anlatır?
"Bu yağmur şehrin üstünü bastıran
yangın kokusuna iyi gelecek!" diyordu içinden. Kaplumbağaların havuzunu
örten çinkolarını ve Can Kuyusu'nun kapağını açmış, mezarın rahmet deliğindeki
otları temizlemişti. Her sonbaharda, mevsimin ilk yağmurlarından herkes nasibini
almalı diye böyle yapardı. Ama bu seneki sonbahar yağmurları için aynı şeyi
düşünmek istememişti. Bilemiyordu, bu yağmurlar yeryüzüne ölüm mü getiriyordu,
ölüm kokusunu almaya mı geliyordu. Arzularının en keskin ve hızlısının bile
kader surlarını delip geçemeyeceğini biliyordu. Alıp verdiği her nefesin
kendisinde icra etmekte olduğu bir kaderi olduğunu, bu kaderi yaşamadan ömrü
tüketmenin yaşamak olmadığını düşünüyordu. İnsanın ümitli olduğu her şeye köle,
ümit kestiği her şeyden de hür olduğunun farkındaydı. Son günlerde çok kaderci
bir ruh hali içine girmişti. Bütün ömrü boyunca Allah'tan istediği şey-
397
lerden ziyade Allah'ın kendisinden
istediği şeyleri önemsemişti. Ama şimdi Allah'tan bir şeyleri şiddetle istemek
geçiyordu içinden.
Birden üzerindeki girift ve derin hüznün
asıl nedenini hatırladı. Topaç Yeye henüz dönmemişti. Hörükız ile Kara Sahih
için o kadar endişelenmiyordu, ama Yeye henüz tecrübesiz sayılırdı. İlk defa
bir isyana şahit oluyordu. Ya bir yerlerde yol şaşırmış, bir kuytuda dizleri
tutulup kalmışsa. Konak sahibi efendiler, zenginler onun yaşındaki delikanlılar
ile genç kızları, eşkıyanın eline düşüp heder olmasın, yoldan sapmasın diye
gizli kuyularda saklıyorlardı.
"Bu kadar kendini üzme Hafız
Çelebi!.. Çıtkırıldım hanım evladı değil a bu!.. Elbette bakar başının
çaresine!.."
Dostu kendisinin Yeye'yi düşündüğünü
nereden biliyordu?!.. Gerçi her söylenen söz, her gösterilen tavır, içinden
çıktığı bir kalbin elbisesini giyinmiş olurdu, ama bu derece göze çarpan bir
kıyafet de sanki gösteriş olmaz mıydı? "Demek Ye-ye'ye dair hislerim bu
kadar belli oluyor!" diye geçirdi içinden, Bican Efendi'ye başını teşekkür
eder gibi sallarken. Sonra da gönlünü bir sevinç kapladı. İnsan ancak çok
severse duygusu dışarıdan belli olurdu. Yeye'yi çok sevmekten dolayı sevindi,
kendisiyle gurur duydu. Uzun yıllar olmuştu birini bu derece sahiplenmeyen.
Eski dostuna baktı sonra. Tanışalı ne
kadar olmuşlardı; aralarında hep bir saygı ve ahbaplık sürüp gelmişti. Lakin
bu, birinin kendisine ihtiyaç duyduğu türden bir algı değildi. Yeye kendisine
babasıymış gibi davranıyordu. Zaten üzüntüsü de bir baba olarak onu isyanın
ortasına bırakmaktan ötürüydü. Muhtemelen şu anda Şehnaz da onu merak ediyordu.
Bu Şehnaz iyi bir kıza benziyordu. Lisanından tek kelime çıkmıyordu ama gönül
diliyle çevresindekileri kendisine imrendirmeyi her zaman başarıyordu.
398
vjuAlcıllll yuııcLia. Miıucyıp Lanı
ift.ı acıaı u^ıcv_c uıuıuu. leye geldiğinde perişan, bitkin ve ürkmüş haldeydi.
Hafız Çele-bi'nin düşündüğü gibi isyanın ortasında kalmak değildi bunun sebebi,
hayır, Yeye'nin kalbine ateş bırakan kıvılcım Haseki Bimarhanesi'nin yanından
geçerken düşmüştü.
Eskiden beri İstanbul yangınlarından en
az zararla kurtulan binalar taş yapılar olurdu. Lakin bu sefer alevler şiddetli
rüzgârın önünde çevreye çılgınca saldırmaya başlamış, şehrin ahşap çatılarına
kıvılcımlar sıçratmış, Haseki Bimarhanesi'nin çevresindeki evleri de sarmıştı.
Yeye'nin yolu buraya uğradığında Bimarhane çevresindeki halk, sanki eli kolu
bağlanmış bir çaresizlik içinde yanmakta olan evleri seyrediyor, yangının
Bimarhane'ye sıçramaması için duaya el açıyordu. Azgın alevlerin arasından
Bimarhane'ye geçilebilecek küçük bir koridor oluşturmak için çırpınmalar boşa
gitti. Alev tam bir müdafaa hattı gibi önlerini kesmişti. Şimdi çevrede
yüzlerce insan yalnızca dua ediyor, ağlıyordu. İçeride zincirlere vurulmuş
deliler vardı ve ne içeridekiler dışarı çıkabiliyor, ne dışa-rıdakilerden
içeriye yardıma gidilebiliyordu. Bir ara alevlerin arasından yarı çıplak
hastalar sıçrayıp kurtulmaya başladılar. Saçları başları yananlar, elbiseleri
tutuşanlar, yanmaya devam eden elbiselerini söndürmeyi bile akıl edemeyerek
çevrelerine şaşkın şaşkın bakman mecnunlardı bunlar. Durmaksızın kahkaha
atanlar, gırtlaklarını parçalarcasına bağıranlar, çevresindekilere
saldıranlar... Yürek parçalayan bir sahneydi. Alevlerin içinden çıkanları
ellerindeki kovalarla ıslatmaya çalışanlar olduysa da deliler şaşkın vaziyette
ıslanmamak üzere de kaçışmaya başladılar. Bir anda ortalık karıştı. Herkes
delileri yakalayıp üzerlerindeki alevleri söndürmenin peşindeydi. Yeye, o
sırada "Eğer içeriden dışarıya çıkılabiliyorsa, dışarıdan da içeriye
girilebilir!" diye düşünüp ileri atılmaya hazırlanıyordu ki tanıdığı bazı
hekimler ve hasta bakıcılar çığlık çığ-
399
lığa alev hattını geçtiler.
Söylediklerini göre artiK çok geçti. Alevler sahanlığı ve bahçeyi tutuşturmuş,
kubbenin kurşunları erimeye başlamıştı. Kilitli hasta hücrelerini açmışlar ama
zincirbend hastaların kilitlerini açmaya zamanları yetmemişti. Dediklerine göre
hastaların bazıları alevlerden ürküp çevreye saldırıyor, ağlıyor, bağırıyor,
birbirlerini parçalıyorlarmış. Ye-ye o anda mutlaka içeri girmesi gerektiğini
düşündü. İleri atıldı. Lakin alevleri aşması mümkün olmadı; kaşları ve
kirpikleri tütsülenmiş olarak geri döndü. İkinci hamlesinde halk onu tuttu ve
bir daha bırakmadı.
Hafız Çelebi onun is olmuş bedenini,
yanmış kaşlarını ve kirpiklerini görünce derhal ıslak bir tülbent getirip
yüzünden başlayarak ellerini, kollarını silmeye başladığında Yeye'nin
kulaklarında hâlâ tanıdık seslerin çığlıkları yankılanmaktaydı. Tam iki saat
boyunca, çaresizlik içinde yanan ve yanarken gittikçe tonlamaları değişen
çığlıkları dinlemek ruhunda derin bir yara oluşturmuştu. Onların içeride
yanarken zincirlerinden kurtulmak için çırpındıklarını veya hiç kımıldamadan
alevlere teslim olduklarını, hatta ne olup bittiğinin farkına bile varmadan
alevlerle oynadıklarını düşünüp durmaktan bitap düşmüştü. Kim bilir belki de
içlerinden bazıları alevlerle konuşmuş, sarmaşmış, kucaklaşmış, bir sevgili
gibi bağrına basmıştı. Yıllardır gönüllerinde yanıp duran ateşin şiddetiyle
belki de bedenlerini yakan ateşi hiç hissetmemişlerdi. Hatta belki de ateş, bu
uzun birlikteliğin hatırasına onları hiç yakmamıştı. Belki de onların yerine
zincirlerini yakmıştı. İçerde olup bitenleri görmeden bunu kim bilebilirdi ki?
Ateş, elbette bu sırrı gizleyecekti. Belki de ateş orada Mecnun'un yanında
oturan Leyla'y1 görmüştü, ama dışarıda olanların bundan haberi yoktu.
Yeye bütün ruh ve beden yorgunluğuyla
kendini Hafız Çe-lebi'nin kollan arasına bırakıverdi:
"Ağlamak istiyorum..."
400
-uernenar-
mecnun'un yanında oturan leyla
Günlerden birinde Mecnun'u bir duvarın
üstüne oturmuş ayakların, sallandırmış otururken gördüler. Kerpiçten duvarın
üstünde gayet neşeli ve bahtiyardı. Kendince konuşuyor, işaretleşiyor, kâh
gülüyor, kâh ağlıyordu. Gelen geçen bu hale bakıp alay etmedeydiler. Nihayet
bir gönül eri oradan geçti. Bakınca Mecnun'un yanında Leyla'nın da oturmakta
olduğunu gördü. Başkasına gizli olan ona açılmıştı Şükretti:
'
"Bir ömürdür koşup durdum... Çok da yoruldum Ama sonunda bu ikisinin
mutlulukla bir araya geldiklerini gördüm!.. Çok şükür Tanrı'ya!.."
401
61. Sual: Bu Tuzak Kimin içindir?
I
Tomruk Emini, Sadrazam İbrahim Paşa'nın
cesedini gördüğü an işlerin daha da kötüye gideceğini anlamıştı. Sultan Ahmet
Camii"nin minarelerinden birinde Yeniçeri Ağası ve Patrona Halil bayrak
sallamakta, meydana toplanan halkın uğultusuna yeni kalabalıkların eklenmesi
için elden geleni yapmaktaydılar. Bayezit Meydanı'nda açılan hamam
peşte-malları artık yerlerini yeniçeri ve sipahi sancaklarıyla değiştirmişti.
İstanbul halkının neredeyse dörtte biri şimdi bu meyda-
402
na yığılmış gibiydi. Damat İbrahim
Paşa'nın çıplak sayılabilecek cesedi birkaç azılı yeniçeri haydutu tarafından
yerde "Sünnetsizmüiiş!... Bakın, işte gizli din taşırmııış!" gibi
çığlıklar arasında sürükleniyor, parçalanıyor, etleri kopuyor ve tanınmaz
oluyordu. Vahşi bir manzara idi. Seyredenlerden bazıları homurdanırken, bir
kısmı da gizli gizli rahmet okuyordu.
Kara Şahin ve Hörükız Tomruk Emini'nin
ne yapacağını kestiremiyor, karar verme konusunda tereddüt yaşıyorlardı. Kara
Şahin onun bir yandan devlet yanlısı görünürken diğer yandan yeniçerilerle
irtibatlı karanlık işlerini takip ettiğini biliyordu. Bu yüzden bir sonraki
durağının Binbirdirek veya Şehzadebaşı'ndaki yeniçeri kışlası olacağından adı
gibi emindi. Kazasker İshak Efendi şehirde asayiş ve emniyeti sağlama adına
Tomruk Emini, Yeniçeri Ağası, Bostancı Ağa gibi kolluk güçlerini yöneten
adamlara emirler yağdırmış, şehrin dört bir yanında ileri karakollar
oluşturmuş, bu da halka ilan edilmişti. Sultan Ahmet hâlâ Üsküdar'da ordu ile
birlikteydi. İbrahim Paşa ile beraber yeniçeriye teslim edilip Sultan Ahmet
Meyda-nı'ndaki çınarda cesetleri sallandırılan insanların yakınları gizlenmiş
veya kaçmış, ona muhalif olanlar da meydanları doldurmuştu.
Kara Şahin, Tomruk Emini'nin her
hareketini yakından izliyordu. Divanyolu'na yöneldiğini görünce birden
Hörükız'ın kulağına eğildi "Evet! Vakit geldi. Başlayalım!" dedi ve
Baye-zit'e doğru Tavukpazarı ve Çemberlitaş istikametinden hızla koşmaya
başladılar. Hörükız, Sultan Bayezit Han'ın yaptırdığı külliyenin bahçesine
girip elindeki bohçada getirdiği ferace, şalvar, yaşmaklı kıyafeti üzerine
geçirdi. Şahin Laleli semtindeki konağa doğru koşmaya devam ediyordu. Topaç
Yeye ile Bican Efendi orada kendisini bekleyeceklerdi.
Bu onların son fırsatıydı. Eğer Tomruk
Emini, Bindallı Mahmut ile Aslan Ağa'nın söylediklerini doğrulamazsa hakikati
403
bulmuş olamayacaklardı. Hörükız Tormuk
Emini'nin yoluna çıktığında, yanında iki nefer tomruk mensubu ile arkalarında
birkaç çapulcu serseri yürümekteydiler.
"Ağam! Cariyenize bir yol kulak
verseniz, sonra nimete er-seniz!..
"?!.."
Hörükız'ın bütün dişilik cazibesiyle
söylediği bu küçük cümle Tomruk Emini'nin benliğini sarsmaya yetmişti.
Durakladı. Sesini yumuşattı ve sevecen bir tavır takındı, sordu:
"Ne istersen Hanımım?"
Hörükız cilvelenip kulağına fısıldar
gibi eğildi:
"Mahremdir."
Aslında ona kokusunu ve sıcak nefesini
duyurmaktı niyeti. Böylece sözleri daha inandırıcı olacaktı. Tomruk Emini
yanındaki adamlara eliyle ilerlemelerini işaret etti. O sırada Hörükız, Tomruk
Emini'nin elini yakaladı, avucunu açtı ve diğer elindeki armûdî elması
sıkıştırırken fısıldadı:
"Ağam! Bir hazinedir, illa ki
yalnız kaldıramam."
"Bre Devlet-i Aliye'de kim kimin
hazinesini kaldıra!"
"Ağam! Bir vakitler Bayezit Hamam
halvetinde meşşata idim ben. Bazı şeylerin yolunu yordamını bilirim. Eflak'tan
kaçırılıp getirileli on yıl oluyor, yoksulluktan kurtulamadım. İlla fırsat
elime yeni girmiştir. Sizinle iş yapmak isterim, çünkü adınızı ve bu hususta
maharetinizi bilirim. İlla ki siz istemezseniz Kapalı Çarşı'da sarraf
çoktur."
Tomruk Emini şifreleri doğru okumuştu.
Bu kız zengin hanımların mücevherlerinden birine sahipti. Avucuna tutuşturduğu
elmasa bakılırsa oldukça da değerli bir koleksiyondu. Bedesten'deki sarraflara
taklitlerini ve sahtelerini yaptırtarak değiştirdikleri hazinelerden birsiydi bu.
Bir an tereddüt eder gibi oldu. Hörükız derhal gönülsüz davranma yolunu seçti,
sabırsızlandı, çevresine bakındı:
404
"Ağam! Ne buyurursunuz?"
"Kimindir ve nerededir?"
"Laleli Zerefşan Konağı'nda. Ama,
yalnız siz ve ben." Tomruk Emini Hörükız'ın elini tuttu. Elması avucuna
iade ederken duru gözlerinin içine tehditvari baktı. Şüphelendiğini belli etmek
istiyordu. Hörükız'ın işveli gülümseyişini görünce bir değil iki mücevhere
birden sahip olduğu hissine kapıldı, ihtilal günlerinde böyle fırsatları
değerlendirmek gerektiğini düşündü. Nihayet hazineyi bulunca boğazını
sıkıvermek kolay olurdu. Eflaklı bir cariyeyi kim arardı? Hele de ihtilal
günlerinde!.. Patrona Halil Ağa bu işe çok sevinecekti. Ne de olsa şu sıralarda
ziyadesiyle hazine ve altına ihtiyacı olduğu açıktı. İhtilalden sonra alacağı
yüksek vazife için şimdiden onu memnun etmesi gerektiğini biliyordu. Hörükız'ın
elini sıktırıp "Gidelim Hanımım!" deyiverdi. O sırada Hörükız avucuna
koyduğu elması almamakta direndi: "Sizde kalsın, gideceğimiz yerde başka
parçalar var, onlardan alırım."
Tomruk Emini kızı inandırmak için
adamlarını bir işaretle başından savmıştı. Hörükız artık kendini daha rahat
hissediyordu. Çünkü isyancıların kol gezdiği yerlerde kadın kılığıyla dolaşmak
yeterince bela idi. Öbür yandan Kara Şahin tam bir yıldır bu günü bekliyordu.
Suratına vurduğu haksız yumrukların yıl dönümüydü bu gün. Fırsat ele girmek
üzereydi.
Zerefşan Konağı'nın kapısından giresiye
kadar Hörükız ona konakta yaşlı bir karı koca olduğunu, bazı günler yürümekten
bile aciz kaldıklarını, genç oğullarının ihtilal başladığı gün şehri terk
ettiğini, giderken de hem anne babasını, hem de kıymetli eşyaları kendisiyle
kâhya Hüsmen Ağa'ya bıraktıklarını, Hüsmen Ağa'nın daha efendisi gider gitmez
kendisine sarkıntılık yaptığını ve mallara tek başına konmak istediğini, bu
yüzden dünkü akşam da güya yatağına girer gibi yapıp onu bir hançerle
öldürdüğünü vs. anlatıp durdu. Bu tür konuşmalarla
405
onu hem kendisine alıştırmak ve
ısındırmak, hem kimsesizliğine ve yalnızlığına inandırmak, hem de himayesine
muhtaç olduğunu göstermek ve şüphelenmesini önlemek istiyordu. Konak kapısının
dışında en az on adamın onu bekleyeceğinin ve içeriden çıkmadığı takdirde
konağı basacaklarının da pekâla farkındaydı. Bu yüzden planı çok titiz yapmışlar
ve öylece uygulamaya koymuşlardı. Hafız Çelebi'nin kadim dostu Dukakin-zade
Cemaleddin Molla'nın Zerefşan Konağı ile Şehzadebaşı bakırcılarına açılan
caddede onunla sırt sırta vermiş olan Kalfakadm Konağı'nın anahtarlarını üç
günlüğüne teslim alıp planı uygulamaya koymuşlardı. Birinden girip diğerinden
çıkacaklar, böylece Tomruk Emini'nin adamları ön caddede konak kapısını
beklerken bunlar arka caddeden köprüye varmış olacaklardı. Bu konaklardan
birinin sahibi henüz Boğaziçi'nde, Kuzguncuk ila Beylerbeyi arasındaki fevkanî
sayfiyesinden şehre dönmemiş, diğeri de iki ay evvel limandaki gemisiyle
Karadeniz sahillerine sefere çıkmış, giderken hanımını da beraberinde
götürmüştü. Kara Şahin ile Hörükız, Hafız Çele-bi'den, anahtarlarla birlikte
konakları beklemekte olan kâhyaları Kâğıthane'ye çağıran iki de pusula
almışlardı. Hafız Çelebi iki gün boyunca kâhyaları Kâğıthane'de tutacak, o
arada Bi-can Efendi, Hörükız ve Şahin de Tomruk Emini'ni ele geçireceklerdi.
Hörükız konak bahçesine girer girmez Tomruk Emini'nin koluna sarılıp
yalvarmıştı.
"Ağam! Ben kimsesiz bir cariyeyim.
Eflak'tan koparılıp getirildiğimde henüz dokuz yaşımdaydım. Kimim kimsem de
yok. On yıldır huyunu tüyünü sevemediğim evlerde, konaklarda, yalılarda dolaşıp
durdum. Artık kendime ait bir hayatım olsun istiyorum. Mücevherlerle birlikte
beni de al. Yok istemezsen beni helal süt emmiş birine ver ve bu hayattan
kurtar".
"Sencileyin tazeyi esir etmek
değil, serbest bırakmak ahmaklıktır. Hele önce mücevherleri görelim."
406
"Göreceksin Ağam! Az kaldı
göreceksin."
Gerçekten de Hörükız'ın dediği gibi
oldu. Daha iki dakika geçmeden kapı aralanıp da çok zevkli döşenmiş bir salona
girdikleri sırada Tomruk Emini başına inen sopanın şiddetiyle halının üzerine
yuvarlandı. Neye uğradığını şaşırmıştı. Bican Efendi'nin iri vücudu üzerine
çöktüğü sırada Kara Şahin'in getirip burnuna dayadığı ecza da onu serseme
döndürdü. Gerisi arkadan ellerini ayaklarına bağlayıp irice bir çuvalın içine
tı-kıştırılmasından ibaretti. Zerefşan Konak'tan Kalfakadın Ko-nağı'na kadar Bican
Efendi'nin sırtında çırpınmaya çalıştıysa da konağın arka caddeye açılan
kapısından çıktıkları sırada tamamen bayılmıştı. O sırada Kara Şahin ile
Hörükız onu ön sokakta bekleyenlerin ne kadar bekleyeceklerini düşünüp
gülüyorlardı.
Kara Şahin ile aralarındaki buzları
eritmiş olan bu işbirliğinin sevinciyle Bican Efendi, boz bir beygirin çektiği
saman arabasını tersane zindanına doğru alıp götürürken, Hörükız giysilerini
değiştiriyor, Şahin de binecekleri atları hazırlıyordu. Şehir, isyancıların
uğultuları ile çalkalanıyordu. Tahtakale istikametindeki ticarethaneler
kepenklerini indirmiş, alım satım durmuştu. Halk sokak başlarında, meydan ve
aralıklarda öbek öbek toplanmış çaresizliklerine çözüm yolları arıyor, bazen
sultandan, bazen Patrona Halil ve adamlarından şikâyetle öfkelerini
kabartıyorlardı. Bilhassa fırınların önünde kalabalıklar vardı. Gıda
dükkânlarıyla depoların kapıları yumruklanıyor, kasapların sayalarda meleşen
hayvanları yağmacıların iştahını kabartıyordu. Henüz bu semtlerde dükkân kepenkleri
kırılmaya başlanmamıştı. Bu konuda şiddetli emirler almış olan ve bunu
uygulamakta kararlı davranan tersane leventlerinden seçilmiş Galata
muhafızları, bir saman arabasının önüne düşüp giden iki yeniçeri kolluk
neferine fazla dikkat etmemiş, mürur tezkiresinin mührüyle fazla da
ilgilenmemişti.
407
I m m
Topaç Yeye tersane zindanının karanlık
koridorlarında ilk ayak seslerini duyduğunda hücredeki çırayı derhal söndürüp
koridora açılan kapıyı gözetlemeye başladı. Duyması gereken , baykuş sesi henüz
kulağına gelmemişti. Baykuş sesini duyunca yarasa sesiyle karşılık verecekti.
Aslan Ağa'nın ve Bindallı Mahmut Çavuş'un ses çıkarmamaları için ağızlarını
yeniden bağlamakla kalmadı, ses çıkarmamalarını tembih için mengeneyi bir diş
daha gerdirdi. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Eline hançerini aldı. Gelenler
sığınmak üzere evlerine dönmüş mahkûmlardan bazıları olabilirdi. Bindallı veya
Aslan Ağa'yı aramaya gelen birileri de olabilirdi. Dikkatle beklemeliydi.
Mamafih yerde bir sürüklenme sesi de duymaya başladı. Sol elinin parmaklarını
sağ avucuna yerleştirdi, başparmaklarını yan yana gelecek şekilde üstüne
kapattı, sonra dudaklarına götürdü.
Koridorda birden bir duraksama oldu.
Duydukları kumru sesi koridorlarda uzayıp giderken içlerine bir ürperti
vermişti. Bican Efendi kumruların yılanlardan korktuklarını biliyordu. Bir
yılan tıslaması ile karşılık verdi. Ve duymayı umduğu kanat seslerini beklemeye
başladı. Hayır, bir kanat sesi yoktu. Demek duyduğu ses gerçek bir kumrunun
sesi değildi. 0 halde beklemek iyi olurdu. Öte yanda Yeye de baykuş sesi duymak
üzere beklemeye başladı. Zindanın ne demek olduğunu işte o zaman anladılar.
Kafalarındaki zindan düşüncesi hep çığlıklar ve feryatlarla doluydu. Oysa bir
mahkûmun dört duvar arasındaki sessizliği dayanılmaz bir acı olsa gerekti. Bir
cana muhtaç, bir harekete muhtaç, bekleyişle geçen ve arkası gelmeyen
geceler... Hele de mahkûm, masum ise... Sessizliğin birer çığlık kesilip
karanlıklar boyu devam ettiği geceler... Gün ışığı gelmeyen uzun saatler...
Dışarıdakiler işe başlarken, dükkânlarını kapatırken, lambalarını yakar veya
söndürürken,
408
bahçelerde gezinir veya çiçek koklarken,
zindanın rutubetli, sağır duvarları içinde sürüp iden izbe düşüncelerin
sessizliklere karışan hayalleri. Bir zindanı zindan yapan şey herhalde bu idi.
Bican Efendi üstüne sıkı sıkıya
bastırdığı çuvalın hareketlenmeye başladığını hissetti. Çuvalın ağzını açtı.
Hançerini boğazına dayayıp sakin durması gerektiğini işaret etti. Tomruk Emini
baygın ışığın altında nerede olduğunu, neye uğradığını, başındaki adamların kim
olduklarını merak ederek şaşkınlık dolu bakışlarla çevresini tanımaya
çalışırken var gücüyle çırpınıyor, ağzındaki yağlıktan kurtulmaya çalışıyor,
inliyordu. Birden Hörükız'ın aklına zindan duvarlarında yansıyacak bir çığlığın
nasıl bir sonuç vereceği fikri geldi, Tomruk Emini'nin ağzındaki bağı aniden
çözüverdi. Çığlık Yeye'nin hücresine bir nara gibi yansımıştı. Tanıdığı bir ses
değildi. Tedbirli olmalıydı. Yine de bu haykırış zindandaki birisi için ise
onun kendisi olduğunu biliyordu. Belki de bir yaralı mahkûm geri gelmişti.
Yardıma ihtiyacı olabilirdi. Eğer öyle ise onu kendi bulunduğu koridordan uzak
tutması yeterliydi. Yavaşça koridorun başına kadar yürüdü:
"Kim var orada?"
Eğer bu sorusuna cevap gelirse kendisini
gösterip olacakları farklı bir koridora yönlendirmekti niyeti. Neyse ki sesi
tanıdık bir sese karıştı ve bir çıra yandı: "Bizi korkudan
öldürecektin!.."
iftl
Arabayı gizledikten ve atların önüne de
samanları döktükten sonra Bican Efendi'nin görevi sorgu için erkete olmaktı. Kara
Şahin, Hörükız ve Yeye, yan yana üç hücerede üç mahkûmu sorgulamaya başladılar:
Tomruk Emini, Aslan Ağa, Bindallı Mahmut Çavuş.
409
62. Sual: Kader Rüzgârları Ne Yönden
Esecek?
Topkapı Sarayı'nın pencerelerinden
Üsküdar'ın sisli ufuklarına bakan sultan, nemli gözlerini silerken pembe bir
güneşin ilk huzmeleri Sarayburnu'nun hışıltılı sularında kırılmaya başlıyordu.
Saray bahçesindeki uzun servilerin ve yaşlı çınarların altında zülüflü
baltacılar ile saray ağalarının telaşla dolaştıklarını gördü. Üsküdar'dan
gelmekle iyi mi yapmıştı, bilemiyordu. Üç gecedir gözleri bir damla uyku
görmemişti. Bu süre içinde Kazasker İshak Efendi ile üç muhafızı yanından hiç
ayrılmamıştı. Bu sabah Üsküdar'dan gelirken veziri ve damadı İbrahim Paşa'nın,
onun damadı Kaptan-ı derya Kaymak Mustafa Paşa'nın ve çok sevdiği kethüdasının
boyunları morarmış sapsarı cesetlerini taşıyan kağnının hazin gıcırtıları
arasında yükselen uğultuları işitmiş, cesetlerinin azgın isyancılar elinde
parçalanışını düşünmüş, az evvel aldığı bir habere göre de cenazeden geri kalan
birkaç et ve kemik parçasının
410
bir çuvala doldurulup namazı bile
kılınamadan gizlice defnedildiğini öğrenmişti. Şimdi akıtmakta olduğu pişmanlık
yaşlarından dolayı gözleri şişmiş durumdaydı.
Devlet erkânı o geceyi sarayda
geçireceklerdi. Şu anda Kubbealtı'nda birikmiş olmalıydılar. Dairesinden çıkıp
taşlık yolu yürürken Ayasofya minarelerinde kıpırdayan adamlar gördü. Sarayın
içini gözetlediklerine göre demek henüz bela bitmemişti. Demek isyancılar yine
haddi aşacaklardı. Bu sefer onlara haddini bildirmek üzere kendi kendisine söz
verdi. Ne var ki Kubbealtı'na vardığında evdeki hesabın çarşıya uymayacağını
gördü. Patrona Halil'in birkaç adamı ile Muslu Beşe orada vezirleriyle
tartışıyor, îspirizade de aralarında pazarlıkçı rolü oynuyordu. Sultan içeri
girdiğinde derin bir sessizlik oldu. Herkes ellerini önünde bağlayıp pençe
durdular. Sultan tahtına doğru ilerlediği sırada Alacalı Mustafa atıldı:
"Devletlû, saadetlû hünkârımız!..
Yeniçeri kullarınız ile halkınız size pek kırgınlar." "Nedenmiş
efendi!.."
"Vezirinize kıyamadığınız, bize
İbrahim Paşa diye Kürkçü-başı Manol'un cesedini gönderdiğiniz için
efendimiz!.."
Sultan yumruklarını sıktı, kaşlarını
çattı, dudağında bir tik belirmeye başladı. Alacalı Mustafa korkusundan bir
adım geri çekilirken herkesin başı yerdeydi. Dün boğdurulup cesedi saray dışına
gönderilen kişinin İbrahim Paşa olduğunu sultan kadar onlar da biliyordu. O
kendi kızını öz eliyle dul bırakmıştı ama isyancılar şimdi ölenin başkası
olduğunu iddia ediyorlardı. Sadrazam kızıl sakallı iken dedikleri kürkçü Manol
sarı bıyıklı, gök gözlü ve sakalsız idi. Üstelik vezir olduğunu gör-meselerdi
onu bir atın kuyruğuna bağlayıp Bâb-ı Hümayün'a kadar sürükleyerek cesedini
paramparça ettirirler miydi?!.. Bunda bir iş vardı. Çevresindeki adamlarına
baktı. Herkes gözlerini yere indirmiş durumdaydı. Öfkesi iki katına çıktı:
411
"Bre nankör haramzadeler, bre
eşkıya tohumu soysuzlar!.. Vezirimi size verdiğime yeterince yanarken bu ne
küstahlıktır ki bana yalancı dersiniz?!.. Bre haydi vicdan ve haysiyetiniz
yoktur, bre edep, erkân da mı kalmamıştır?!. Bu lakırdı ne lakırdıdır?!.."
İspirizade, yine arayı bulur gibi
atıldı:
"Şevketlû sultanım!.. Kullarınız
sizi istemezük diyecekler amma diyemiyorlar!.."
412
"Öyle ya, sen itin kuyruğusun, bunu
söylersin!.."
Bu sırada Kazasker İshak Efendi ile
muhafızlar hançere el atmış ama sultan kazaskerin bileğine yapışarak onları
durdurmuştu. Yeniçeri Ağası Zülali Hasan Ağa araya girdi:
"Hâşâ hünkârım, bizler yalnızca
sizin canınız için canını feda edecek kullarınızdan bir kaçıyız, o kadar. Lakin
Halil Ağa ile yoldaşları bu konuda hemfikirdirler. Vazgeçirmeye çalıştıysak
da..."
"Yeter bre, alçaldığın yeter...
Madem beni de istemiyorlardı dün neden cihan değer vezirimi aldılar? 0 vezir ki
sizin kökünüze kibrit çalacak asker yetiştirmeye çalışmıştı... Bu muydu
derdiniz, Devlet-i Âl-i Osman sizin elinizde böyle kalsın mıydı, bu muydu
ihtirasınız? Eğer öyle ise dün şeyhülislam efendi fetvayı niçin bana değil de
ona verdi."
"Hâşâ hünkârım!.. Dün sizin azliniz
için fetva verilemezdi. Yalan söylediğiniz bugün belli oldu. Şeyhülislamınız da
zaten buna göre fetva verdi."
Sultan, bu adamların kendisini hal
etmek, tahtından indirmek için buraya toplandıklarını ancak bu cümleden sonra
an-layabildi. Orta Asya'dan bu yana Türk töresiydi, "Yalancı" olduğu
anlaşılan birinin hükümdarlığı geçerli olmazdı. Hiddetle sordu:
"Peki neymiş yalanımız?"
"Vezir diye Manol'un leşini
vermek!.."
"EveeettL Desenize her şey
hazırlanmış!.. Vah ki vaaah!.. Bizi Tebriz'de ölen askerin ahi tuttu besbelli.
Yoksa bu bela sizin kadar aşağılık alçak adamlardan gelmez."
Sultan uzunca bir müddet sustu. Gözleri
bir tek noktaya takılı kaldı. Neden sonra sesinin tonunu yumuşatarak sohbet
eder gibi konuştu:
"Aileme ve çocuklarıma zarar
vermemek kayd u şartıyla tahtımı size teslim ederim. Bunun için hepinizden
Allah'ın ki-
413
tabı üzerine yemin isterim. Ondan sonra
varın şimşirlikten kim gelecekse getirin?!."
"Canınız kendi canımız, namusunuz
öz namusumuz olacaktır. Sizi aile efradınızla birlikte Çırağan'da
ağırlayacağız. Yeğeniniz Şehzade Mahmut Efendi'ye Allah Âl-i Osman tahtını
mübarek eylesin!.. Bugün mübarek cumadır. Eyüp Sultan huzurunda yeni
sultanımıza kılıç kuşandırıp taht-ı hümayunu sunmak gerek. Malum, şehir
karışık, irade boşluğu mahzurludur."
Sultan dışarı çıkmak üzere hareket
ettiği sırada Kazasker İshak Efendi de onunla birlikte hareketlendi. Sultan onu
durdurup kalmasını işaret ederken "Buraya kadarmış!" diye fısıldadı,
"Hakkını helal et!". O sırada kızlarağası ile bostancı ağayı gördü.
Yeğeni Şehzade Mahmud'un kollarına girmiş getirmekteydiler. Eski efendilerinin
yüzüne bakamayan bu adamlar kapıya gelince durdular. Şehzade titriyordu. Belli
ki kendisini getirenler ya gerekli açıklamayı yapmamışlar veya sultan olacağına
inanmamış, bunun canına kıymak üzere bir tuzak olduğunu düşünüyordu. Ne garip
bir tecelli idi. Mahmut'un babası tahttan indirildiğinde de kendisi aynı
şekilde korkarak ve titreyerek Kubbealtı'na gelmişti. Şu anda zavallı
şehzadenin heyecanı korku ile umut arasında bir trajedi sayılırdı. Bestekâr,
hattat ve şair olarak şimşirlikte kendine ait küçük bir hayatı yaşamakta olan
bu adam, artık bilemiyordu, koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmi dördüncü
padişahı olarak tahta çıkmak üzere mi Kubbealtı'na geliyordu, yoksa kendisini
cellatlara verecek bir iradenin kurbanı olarak mı sürüklenmedeydi?!.. Sultan
Ahmet, kendi halini unutup onun haline acıdı. Başına geleceklere üzüldü. Tam o
sırada Şehzade Ahmet adına sevinmek geldi içinden. Hiç olmazsa devlet
dağdağasından uzak yaşayıp öylece öldüğüne sevindi. Şimdi onun ağabeyi hükümdar
oluyordu ve iki kardeşten hangisinin daha bahtiyar bir ömür sürdüğü
tartışılabilirdi. Birincisi ölürken saltanat
414
umudunda mıydı, bilemiyordu; ama
ikincisi hiç saltanatı ummadığı halde sultan olmuştu. Birincisi ölerek
kurtulmuş muydu; ikincisi ölmeyerek çekecek miydi? Sonra yaralı bir kalple
karşısındaki genci alnından öptü, elini omuzuna koydu:
"Bak a oğul!.. Baban cennetmekân
Mustafa Han hazretleriyle ben, sırf şu makûle alçak devlet adamlarına teslim
olduğumuz, işleri onlara emanet ettiğimiz için şimdi senin çıkmak üzere olduğun
tahttan indik. Sen bizden ibret al. Kendini kimseye teslim etme. Şiddetli,
fakat âdil ol. Hacet sahiplerine adalet kıl. Fakirlerin haline riayet eyle.
Kimsenin ahım almayasın, ve benim dahi ettiklerime kalmayasın. Şehzadelerim
sana emanettir; sultanlığın şanı onlara siyanet olsun. Saltanatında daima var
olasın, gücünle kudretinle berkarar olasın!.."
Sultan Ahmet gözünden sızan iki damla
yaşı saklamaya çalışarak dar koridorlardan şehzadeler dairesinin basit
taşlığına doğru yöneldiği sırada onunla beraber görevde bulunan herkes görevden
alınıyor, yerine Zülali Hasan Ağa'nın elindeki listeden hayta ve serseri
makûlesi bir yığın adam tayin ediliyordu. Bu arada harem dairesinden bakan
gözler sultanın tek başına geri dönmekte olduğunu görünce hakikati anlamış,
çığlıklar yükselmeye başlamıştı. Osmanlı hanedanından çoğunun ömürlerinde bir
defa yaşadıkları çaresizliği yaşama sırası şimdi onlardaydı.
İÜ
Şehirde yağmalanmamış dükkânlar hâlâ
kapalı, halk hâlâ ekmeksiz ve aşsız idi. Kırılabilen kapılar kırılmaya, içinde
bulunan ne varsa yağmalanmaya devam ediyordu. O sırada Mus-lu Beşe
İspirizade'yi dürtüklüyor, "Hadi!.. Hadi!.." diyordu. İs-pirizade
"Bekle efendi!. Kılıç kuşanmadan bîr sultanın sözü ferman yerine geçmez ve
onun dediğini kimse yapmaz. Hele cuma vakti gelsin; ağzından ilk çıkacak
fermanlardan biri Sa-dabat köşklerine dair olacak, merak buyurma!"
415
63. Sual: Hatırlıyor musun?
"Evet ağa!.. Elimdeki çıranın ve
üstüne oturduğun barut fıçısının farkındasın değil mi?!.."
"?!.."
"Soracaklarımı buna göre
cevaplandırırsan birbirimizi yormamış oluruz, öyle mi?!.."
Bu sorular üç hücrenin üçünde de aynı
anda yankılanmadaydı. Her üç hücrenin ortasında tahta tekerlekli birer sedye,
sedyenin alt kısmına bağlı küçük barut fıçıları, tam fıçıların üzerine
oturtulup el ve ayaklarından zincirlerle bağlanıp gerdirilmiş üç adam, onların
başında da ellerindeki meşalelerle üç kişi vardı. Zindanda insanı hayrete
düşüren pek çok sorgu, işkence ve eziyet için düzenek vardı. İşkenceyi
uygulayanların bunları kullanırken nasıl bir zevk aldıklarını merak etti
birden. Suçluların sorgulanması esnasında kullanılanlar ile sırf eziyet olsun
diye işkence yapılırken kullanılan aletler ayrı ayrı böl-
416
melere yerleştirilmişlerdi. Her koridor
girişinde ise mahkûmların günü yorgun geçirmeleri ve böylece kıpırdayamaz
konuma düşmeleri için ayrı işkence sedyeleri bulunuyordu. İşkence, burada
asayişi sağlamanın yollarından biriydi. Azılı haydutların her daim yorgun olmaları
her zaman iyiydi. Hiç olmazsa haftada bir kere kolları ve ayaklarından
duvarlara bağlanıp gerdirilmeleri zindanın asayişi için gerekli sayılıyordu.
Tabii muhafızlar mahkûmların böğürtülerini dinlemek istemedikleri vakit bundan
vaz geçebiliyorlardı.
Kara Şahin'in düşüncesine göre şu anda
sedyelere bağladıkları adamlar o azılı haydutların en şirretlerinden üçüydü.
Kendilerinin yerine zindan muhafızları da olsa, bunları zincir-bend olarak
tutar ve haklarından öyle gelirlerdi. İşte bu yüzden sorgulama odasından bazı
aletleri de her hücrede hazır etmekten geri kalmadı. Plan basitti. Her üçüne de
aynı anda aynı türde sorular soracaklar, arada sırada ellerindeki işkence
aletleriyle ya tırnaklarını, yahut sinirlerini çekecekler, feryat ve çığlıklar
yan hücrelerden duyuldukça duracak, bekleyecek, birbirlerinin seslerini
tanımalarını sağlayacaklar, sonra sorgu-cular yer değiştirip tutsaklarının
birbirleri aleyhinde bulundukları itirafları ortaya dökerek onları birbirine
düşürecek ve her şeyi teker teker öğreneceklerdi. Onun için her hücrede, her
şey aynı sayılırdı. Yalnız bir tanesinin hücresinde diğerlerinden farklı bir
düzenek daha vardı: Tomruk Emini'nin hücresindeki tomruk. Kara Şahin bunu diğer
koridordan bin bir güçlükle taşımış, Eyüp Karakolu'nda ayağına geçirilen
benzerinin acısını bir kez olsun bu zalim adama tattırmak istemişti. Ömrü
boyunca zanlıları tomruğa koyup işkence eden bu adamın bir tomruğa kendi ayağı
takılınca ne yapacağını merak ediyordu.
Zindan karanlıktı ve duvardaki çıraların
ışığı yetersizdi. Tutsaklarına çok az ekmek ve su vermişlerdi. Azıkları
yetersizdi ama vakitleri boldu. Zindanda zaman kavramı kaybol-
417
muştu. Loş ışığın altındaki konuşmaları
arada sırada, uzaktan uzağa yankılanan farelerin sesleriyle karışıyordu. Kara
Şahin zihnini istila eden sayısız sorudan hangisiyle başlaması gerektiğine
karar veremez durumdaydı:
"Eyüp Sultan Tomruğu'ndan Galata'ya
nakledilirken Halic'in derinliklerine düşürülen mahkûmlarla başlayalım mı? Ne
dersin, Emin hazretleri?"
Tomruk Emini için hayat tersine akıyordu
sanki. Sorgulamaya alışkın adam, şimdi sorgulanan konumundaydı. Avcı av
olmuştu. Karşısındaki adamın ne bildiğini kestiremiyordu. Buraya kapatıldığı
andan itibaren düşünüp durmuş, kendisinden hesap sorulacağını, ama bunun neyin
hesabı olacağını pek tahmin edememişti. Böyle bir soruyu bir devlet
görevlisinden çok bir katili arayan adam sorabilirdi. Bu da karşısındaki
kişinin gücünün büyük olmadığını gösterirdi:
"Hangi serserisin, kimsin, seni
bilmiyorum! Ama sen de beni bilmiyorsun. Bak şimdi, seninle güzel bir anlaşma
yapalım. Sen benim ellerimi çöz, ben de bu yaptıklarına göz yummuş olayım. Çok
sürmez adamlarım burayı bastıklarında..."
Kara Şahin, elindeki kolu bir diş
kendine doğru çekerken şefkatli bir sesle fısıldadı:
"Sorularıma cevap alamadığım her
cümlede zincir bir halka sıkışacak!.. Bu senin tomruğa benzemeyebilir, ayrıca.
İstersen buna göre cevapla suallerimi."
"Adamlarım gelince..."
"Adamların mı? HıhL Şu anda şehri
korumaktan ziyade yağmalamakla meşguller, seni düşünecek halleri yok. Üstelik
burası cehennemin dibi. Hiç kimse seni burada aramayacak, sahte lakabın gibi
emin olabilirsin. Şimdi yeniden başlayalım, Eyüp-Galata hattında denizin dibine
gönderdiklerinizle alıp veremediğiniz neydi? Birilerinin emrini mi yerine
getiriyor-dun, yoksa emirleri sen mi veriyordun?"
418
"Neden bahsettiğini
bilmiyorum!"
"Hatırlamana yardımcı olalım
öyleyse!"
Kara Şahin elindeki kolu bir diş daha
sıkıştırdığında Tomruk Emini dişlerini kenetleyip yüzünü acıyla buruşturdu. Yan
hücrede Bindallı Mustafa bu ikinci halkanın sıkıştırmasıyla yüzünü
buruşturmanın ötesine geçip inledi. Sorulara bakarak karşısındaki kadının Üç
Hilal Cemiyeti'nden olduğunu bile düşündü. Bunca bilgiyi nasıl elde etmişti,
hayret içindeydi. Üstelik de işkencede hiç acemi sayılmazdı. Sinirlerinin bir
kademe daha gerdirilmesinin verdiği acıyla kıvranırken kadının öfkeli sesi
duvarda yankılandı:
"Son defa soruyorum aşağılık
herif!.. Çardak Kahvehanesinden Binbirdirek Sarnıcı'na uzanan ölüm çetesinde
kimler vardı?"
"Bilmiyorum... Hatırlamıyorum!.."
"Bak bana it kuyruğu! Sorduklarıma
cevap vermezsen seni asla öldürmem, diri diri köpeklere etlerini parçalatır
sonra yeniden buraya getiririm. Şimdi baştan alalım; Taslak Remzi Be-şe'yi,
Odabaşı Abduh'u hatırlıyorsun değil mi? Ya da Tomruk Emini ağayı?"
419
"Hatırlamıyorum,
bilmiyorum..."
Hörükız elindeki kolu bir bakla daha
sıkıştırırken yan hücrede Topaç Yeye Aslan Ağa'ya daha insafsız davranıyordu.
Ona sorulacak çok sorular vardı. Birer birer gelip hepsi soracaklardı. Yeye
başına gelenlerde bu alçak ve şerefsiz mahlukun payını düşündükçe etlerini
birer ikişer koparası geliyor ve zincirin baklalarını ikişer ikişer
gerdiriyordu. Aslan Ağa inlemelerine son verip konuşmaya başlamıştı bile:
"Veyis Ağa'yı fazla tanımazdım.
Kızının güzel olduğunu söylediler. Bir ticaret bahanesiyle kızını görmeye
gittiğimi hatırlıyorum."
"Kızını görüp ne yapacaktın
peki?"
"Bir yakınımızın oğluna
isteyecektik?"
Topaç Yeye çarkı bir bakla daha gerdirip
elindeki falçatayı bileyledi:
"Her yalanında bir alamet-i farika
sahibi olacaksın!.. Ayağından başlayıp saçlarına kadar seni haritaya
benzeteceğim. Şimdi söyle, kızı görüp ne yapacaktın?"
"Mısır ve İran'da İstanbullu cariye
iyi para ediyordu. O sırada bir kervan yola çıkmak üzereydi. Fakat kız dilsiz
çıktı."
Topaç Yeye bu herifin konağa Şehnaz'ın
kucağına yılan düştüğünden birkaç gün sonra geldiğini o vakit hatırladı.
İçinden iyi ki o gün dili tutulmuş diye geçirdi.
"Dilsiz olmasaydı kaçıracaktınız
yani?"
"Hayır, kaçırma işini başkaları
yapacaktı?"
"Bindallı Mahmut Çavuş mesela, öyle
mi?"
"Binbirdirek'te böyle adamlar
bulabilirdiniz? Çardak Kah-vesi'nde de? Bir de Eyüp Sultan Tomruğu'nda tomruk
neferleri vardı?"
"Ağaları yok muydu?"
"Ben ağalarını bilmem?"
"Merak etme o seni biliyor; hemen
yan hücrede!.."
420
Aslan Ağa'nın çözüldüğü sırada Tomruk
Emini'nin hücresinde de hemen hemen aynı sorulara sıra gelmişti:
"Denize attığınız adamları
başlangıçta size kim getiriyordu; Aslan Ağa mı?"
"Aslan Ağa da kim,
tanımıyorum."
"Peki Esed Ağa diyelim
öyleyse..."
"Hayır bilmiyorum."
"Nasıl oluyorsa o seni biliyor,
hemen yan hücrede, üstelik başka şeyler de biliyor."
"Ne gibi?"
"Tomruğa getirilen masumları mahkûm
gibi sorgulama karşılığında alınan altınlar gibi. Haliç'te denize kazara
düşürü-lüveren sözde mahkûmları ortadan kaldırmak gibi."
Tomruk Emini birden durdu. Yan hücreden
Aslan Ağa'nın çığlıkları geliyordu. Yarı aydınlık hücrede, kendisini sorgulayan
adama dikkatle baktı. Çıraların cılız ve dalgalı ışığının yansıyıp kaybolduğu
yüzü tanıdık gelmiş gibiydi. Sonra birden başını sallayarak mırıldandı:
"Sensin!.. Eveeet bu sensin!.. Seni
denize düşürdüğümüz o güne lanet olsun, meğer öldürüp atmalıymışız. Oysa ben
sana acımıştım, adamlarım 'Öldürelim!' dediklerinde, gençliğine bakmış ve
'Bağışlayın canını, fakat iyice korkutun!' demiştim."
"Hangi suçumu bağışladığını da
söyle bari?!.."
"Senin suçun çoktu. Bir defa
yalnızdın, kimsen yoktu ve serserice tükettiğin bir miras vardı. Böyle bir
mirası tek başına yemene göz yumamazdık. Haydi İncili Konak bir yana, otuz
şahane inciye de sahiptin?.."
Kara Şahin Tomruk Emini'ni sonuna kadar
dinledi. Kendisinden adalet isteyen, bağışlanmayı dileyen yüzsüzlüğüne önce
inanır gibi oldu, Hafız Çelebi'nin "Düşmanına galip geldiğin zaman
galibiyet nimetinin şükrü olarak onu affet!" dediğini hatırladı, ama sonra
bu fikrinden vazgeçti. Onun herkese yaptı-
421
ğını bir kez de kendisine yapmak
gerektiğini düşündü. Zincirin bir halkasını daha gerdirip hücreyi terk etti.
Arkasından avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağız dolusu küfrediyordu. Aslan
Ağa'nm hücresine girdiğinde Topaç Yeye'nin işini çok iyi yaptığını bir kez daha
görerek sevindi. Onu Bindallı'nın hücresine gönderip Hörükız'ın da Tomruk
Emini'ne uğraması gerektiğini söyledi. Aslan Ağa, Kara Şahin'i görünce bütün
acılarını unutmuş gibi bir hayretle sordu:
"Sen ha!.."
"Evet benim babacığım!.. Kendi öz
kızma kıyan babacığım!.. Damadını katil diye yakalatan babacığım!.. Sana
sayısız soru sorabilir, günler ve geceler boyunca merakımı giderecek
itiraflarını dinleyebilirim. Tabii o kadar sabreder, hayatta kalmayı başarabilirsen
Aslan Ağam, Aslan Babam, hıh!.. Merak ediyorum, öz kızına nasıl kıydın?"
"Konuşmayacağım!.."
Kara Şahin Aslan Ağa'yı çeşitli yollarla
ikna etmeye çalışırken Hörükız'ın Tomruk Emini'ne kısık sesle bambaşka sorular
yönelttiğini bilmiyordu:
"Şimdi soracaklarımı fısıltıyla
cevapla; yoksa avazın çıktığı kadar sesini ben yükseltirim. Şehzade Ahmet'i ne
yaptın?"
"Kim dediniz?"
"Haydi, domuzluk yapma!.. Ne
sorduğumu biliyorsun."
"Peşine bir adam taktım, ölü veya
diri bana getirsin diye? Lakin bir gün onu öldürülmüş bulduk."
"Kimin için öldürecektin?"
"Vezir-i Azam İbrahim Paşa
Hazretleri için!"
"İsyan çıkarıp devirdiğin İbrahim
Paşa için mi?"
"İsyanı ben çıkartmadım ya!.."
"Öyle, öyle, Patrona Halil Ağa'yı
da hiç görmedin zaten."
"Ben olacağın önünde duramam. Lakin
olandan yararlanmak gerektiğini düşünürüm."
422
"Şehzade'den ne yarar
sağlayacaktın?"
"Diri yakalanırsa İbrahim Paşa onu
himaye edecekti. Ölü yakalanırsa ölümü saklanacak Sultan Ahmet'e tehdit
sayılacaktı."
"Şimdi hangisi oldu peki?"
"Az evvel şu zincirimi gerdiren
eller onun olduğuna göre ikisi de olmamış, görüyorsun."
"Pekâlâ, Kazasker İshak Efendi'den
aldığın bilgiler?"
"Onu yazılı olarak vezir
hazretlerine sundum."
"Ne diyordu?"
"Okumadım. Okumaktan korktum. Bazı
bilgiler insanın başına bela açar. O da belalı bir nameydi. Hatta Kazasker
Efen-di'yi dilsiz ve sağır cellatlara sorgulattım ki onlar da
öğrenmesinler."
"Peki şimdi kimler biliyor."
"Aha bir sen, bir de ben. Ben bunu
bildiğim için öleceğimi de biliyorum. Sen de kendini hazırlasan iyi edersin.
Çünkü onu kim bildiyse sonunda öldü."
"Bu bildiğini saklarsan yaşamak
için bir sebebin olacak, yok, söylersen yüreğini deşer kendi ellerimle
parçalarım."
"?!.."
Yan hücrede Kara Şahin, Aslan Ağa'nm
yeterince gerdirilmiş zincirini yokladı, küflü ve pis bir sandığın üzerine
dizilmiş duran işkence aletlerine baktı. Hücrede gezinirken sohbet edasıyla
anlattı:
"İşkence yollarını pek bilmem,
ancak mesela şu kerpeteni kullanmayı iyi bilirim. Vaktiyle atımın ayağına
batmış bir çiviyi kanırtarak çıkarmıştım. Şu sırada serçe parmağın eline batmış
bir enseri gibi sana fazla geliyor olabilir?!. Tırnağından mı başlamalı, yoksa
doğrudan parmağı mı sökmeli? Ha!.. Ne dersin balıkçı Esed Ağa!.."
"?!.."
423
"Eğer kerpeteni beğenmediysen bak
şurada bir çivi zinciri var. Ustası bunları balık oltası gibi ne güzel büküp
bir ipe di-zivermiş. Belki de bunu yutmaya heveslisin!.. Ama yok yok!..
Yuttuklarını geri çekip de ciğerlerini ağzından çıkartırken o. güzel sesin
boğulur, kelimelerin anlaşılmaz olabilir..."
Bu sırada yan hücreden Topaç Yeye'nin
Bindallı Çavuş'a merhaba dediğini gösteren bir çığlık duyuldu. Kara Şahin
önündeki adamın bu çığlıktan ürktüğünü görmüştü. Sordu:
"Nakşıgül'ü önce bana vermek
nedendi, ve sonra almak neden?"
"?!.."
"Demek inat edeceksin? Olsun, vaktimiz
var. Kıyamete kadar sürse sana bunu söyleteceğimden emin olabilirsin."
"Kıyamete kadar sürse
söylemeyeceğime inanabilirsin."
"Belki de bu şişi, şu meşale
alevinde nar gibi kızdırıp kulağından içeri sokmamı istersin. Beynini yahni
yapıp yemem gerekirse diye hani!.."
"Oğul, acı bu ihtiyara!.."
"İncili Konak'ın sekiz yüz
altınıyla rahmetli anacığımın incilerini çatır çatır yerken sen bana acıdın
tabii!.. Sahi ne kadarını sen harcadın, ne kadarını başkalarına dağıttın?"
"Sana o altınların hepsini geri
öderim."
"0 kadar paran var demek?"
"Bulurum."
"Kimden bulacaksın, Bindallı Mahmut
Çavuş'tan mı?"
"Bindallı'yı nerden tanıyorsun
sen?"
"Kendisi yan hücre komşumuz olur?
istersen seslenelim bir, Mahmut Çavuuuş!.."
Aslan Ağa Bindallı'nın acı ile
inleyişini işittiğinde bayılacak gibi olmuştu. Artık saklanacak bir şey
kalmadığını anladı.
"Oğul, ben ettim sen etme!. Temiz
süt emmiş birisin sen. Acı bu ihtiyara!"
424
"Sen Nakşıgül'e acıdın ya sahi!. Öz
kızına merhamet etmeyenin merhamet dilenişi ne hazin?"
"0 merhamet edilmeyen benim kızım
değildi.
"Değil miydi?"
"Gerisini var Bindallfya sor."
Şahin derhal koştu. Bindallı bitkin
vaziyetteydi.
"Bana Nakşıgül'den bahset
şimdi?"
"Nakşıgül de kim?"
"Aslan Ağa senin bildiğini
söylüyor."
"Ben ona yalnızca bir defa kadın
götürdüm, o da parçalanıp torba içine konulmuş bir kadındı?"
"Oyuncakçının karısını demiyorum
ben, Nakşıgül'den bahsediyorum."
"Nakşıgül kim, bilmem."
Kara Şahin şaşırmıştı. Bu adam
Nakşıgül'ü öldürürken kim olduğunu bilmiyor muydu, yoksa başka bir ölü kadından
mı bahsediyordu, kestiremedi. Hikâyenin parçalarını tamamlamak üzere hepsini
bir araya toplamanın ve birbirlerinin yanında konuşturma vaktinin geldiğini
anladı. Bindallı ile Aslan
425
Ağa'yı hücrelerinden Tomruk Emini'nin
yanına taşıdılar. Burası hem biraz daha geniş, hem de duvarları işkence
aletleriyle dolu bir hücreydi. Bütün sorgulama sürecinde Hörükız pek dayanıklı
çıkmıştı. Topaç Yeye de maharetli işler yapıyordu. t Kara Şahin ise
yaptıklarına kendisi de inanamaz gibiydi. Ne var ki Nakşıgül için ve çektiği
bunca sıkıntı pahasına, üstelik de İstanbul halkını bu iğrenç pislik
heriflerden kurtarmak adına acıma duygularını bir kenara kaldırmış gibiydiler.
"Eyüp Tomruğu'nda senin
muhafızlardan biri bana bir cümle söylemişti. Daha dün gibi kelimesi kelimesine
hatırımda. İşlemediğim suçu itiraf etmem için baskı yapıyor ve 'Seni Nakşıgül
gibi diri diri kesmem de gerekse suçunu söyleteceğim!' diyordu. Şimdi söyleyin
bakalım, karımı kesen cani kimdi? Sen miydin Bindallı?"
"Ben çok adam kestim ama yalnızca
bir tek kadın doğra-dım, elim kopsaydı, zaten o yüzden buradayım."
"Yoksa sen misin Aslan Ağa? Öz
kızını parçalarken vahşi bir zevk de duydun mu?"
"Hâşâ oğul!.. Ben kızımın
kesilmesine izin vermezdim."
"Sabrımı taşırıyorsunuz... Birer
halka daha uzatalım mı sizleri?"
Hörükız ile Topaç Yeye ellerini zincir
çarkının koluna uzattıkları sırada Tomruk Emini atıldı:
"Tamam, tamam!.. Ben anlatayım.
Konağı ve incileri elinden aldıktan sonra seni öldürmeyi düşündük. Bizim için
çok kolaydı, seni Yenibahçe tarlalarının ıssız bir köşesinde öldürüp Halic'in
dibine göndermek. Sonra sana acıdık. Ama başına gelenleri de anlatmanı
istemiyorduk. Bunun için seni hapsetmek, öldürmekten beter sayılırdı. Göz dağı
verip ağzını aça-mayacak şekilde yaşamanı istiyorduk. Karının katili olursan
bundan kimseye bahsedemez, konağı ve incileri de unuturdun. 0 günlerde Bindallı
hiç yoktan oynaşını boğazlamış, son-
426
ra da başını kesmiş, vezire bir yemiş
sepeti içinde hediye göndermekten bahsediyordu. Bunu bir gün geç yapmasını
söyleyip, Nakşıgül'ü kestiğini yanlışlıkla ağzından kaçıran o tomruk neferini
gönderdik, cesedi parçalamasını söyledik. 0 bu işlerde mahirdi, öldürülen
herkesi çuvallık eder, biz de torba torba Halic'e bırakırdık."
"Balıkçının ağlarına takılan
cesetler değil mi?"
"Haliç'te üç derin bölge vardı.
Kaptanpaşa'nın Halic'i temizlemek için yaptırdığı geminin dip tarakları bu üç
çukura yetişmiyordu. Kasımpaşa açıklarında seni de düşürdüğümüz yer onlardan
biriydi."
Topaç Yeye elini zinciri gerdirecek kola
uzatıp sordu:
"Peki diğer ikisi?"
"Biri Hasköy açığında, diğeri de
Ayvansaray'da. Aslında Halic'in daha derin bölgeleri var, ama ya tersane veya
kaptan-ı derya zabitlerine yakalanmamak için buraları kullanmazdık."
"Bu kadar insanın hepsini altın
için mi öldürdünüz peki?"
"Çoğunu altın için."
Hörükız o sırada içinden "Ve
devletin pis işleri için tabii!" diye geçirdi, sonra da Öç Hilal
Cemiyeti'ndeki bir sahneyi, Reis Ağa'nın "Götürün!" dediği bir
mahkûmu hatırladı. Herhalde cesedi şimdi Haliç'te olmalıydı. Namazı kılınamayan,
birden ortadan kaybolan insanlar hep orada olmalıydı.
"Peki altınlar kimin içindi?
"Yeniçeri Ağası'ndan tutun da
Çardak Kahvesi'ndeki Çaycı Ali veya Gedikpaşa Külhanı'nın destebaşısına kadar
pek çok kişi için. Bazen bir vurgunun ucu vezir hazretlerine kadar bile uzanır."
"İdaresi kimdedir bu çetenin?"
"Hazinesini saklayan kişide?"
"Kimdir o?"
"Bunu söylersem beni
öldürürler."
427
"Söylemezsen de ben
öldüreceğim."
Tomruk Emini tehditkâr bir gözle
Hörükız'a baktı. Bu bakışta az evvel paylaştıkları gizli bilgiyi söyleyeceğine
dair ima vardı. Şimdi onun yardımını istiyordu. Hörükız atıldı:
"Tamam Kara Şahin!.. Bu kadarı
yeter. Şimdi Nakşıgül'ün ölümüne dönelim. Bindallı'nın kestiği cesedi Nakşıgül
kılığına nasıl soktunuz?"
"Bunun için çok uğraşmak gerekmedi.
Zaten tomruk neferi bu işlerde maharetliydi. Kendine göre usuller uydurur,
cesetlerin derilerini bile yenilerdi. Elindeki kellenin suratına biraz balmumu
işçiliği yaparak gençlik verdi. Şahin derin uykulardayken karısını odadan
çıkartıp ceset parçalarını ortalığa saçtık. Birkaç yeri kana boyamak taze
damadın gözünü de boyamaya yetti. Zaten o sırada damadımızın başı dönüyor,
zihni hayaller görüyor olacaktı. Öyle değil mi?"
Şahin hatırlamaya çalıştı. Gerçekten de
o sabah başında bir ağırlıkla uyanmıştı. Çevresindeki her şey uçan bir hayal
gibiydi.
"Evet öyle!"
"Hatta daha da inandırıcı olsun
diye akşamdan odanızda sakladığımız lale soğanının ikizini de cesedin sol
avucuna yerleştirdik."
"Katre-i Matem!.."
"Hayır Cücemoru. Onu Kâğıthane'de
bir bahçıvandan çal-dırmıştık. Damat İbrahim Paşa için yetiştiriyordu ve
mevsiminde beş yüz altın edecekti. O gece Kazasker İshak Efen-di'nin özel
muhtesipleri laleyi aramak üzere Yenibahçe'ye gelmişlerdi. Biz de onu saklamak
için bir gerdek odasından daha emin bir yer bulamazdık."
"O halde lale mezadında da onu siz
çaldınız?!.."
"Ne sanıyordun; kendi malımızın
izini sürmeyeceğimizi mi? Önce çaldık, sonra da Elçi Hanı'nda bir ecnebi
hücresinde
428
sakladık, ilginç olan, gerdek gecesinde
onu gelinin avucunda kaybetmiş olmamızdı. O odadan soğanı kim aldı, nereye
götürdü, kime verdi, nerede yetiştirdi, uzun süre bilemedik. Garip olan,
mezatta onu, ta ilk çaldığımız adamın pazara sürmüş olmasıydı. Hafız Çelebi mi
neydi adı? Öyle bir şey. Lalesine de Katre-i Matem mi demişti? Evet evet, öyle
bir şeydi, bizim Cücemoru sonunda Katre-i Matem olmuştu."
"Peki gerdek sabahına geri dönelim;
sonra ne yaptınız?.."
"Sen her şeyi bizim istediğimiz
şekilde algıladın ve düşündün. Sıra seni katil diye yakalayıp sorgulamak ve
kazara elimizden kaçırmaya gelmişti. Eyüp Tomruğu da Galata Tomruğu da bir
hikâye idi. Ayağına taş bağlayıp ipi gevşetecek ve elimizden denize
düşürecektik. Yüzme bildiğini öğrenmiştik. Güzel plandı..."
Tomruk Emini'nin övünmek için söylediği
bu iki kelimeden sonra uzunca bir sessizlik oldu. Herkes hayretler içindeydi.
Sanki donmuşlar, kıpırdayamıyorlardı. Korkulu bir rüyayı tekrar görmek gibi bir
şeydi bu. Sanki orada kapana kısılanlar, bağlı olanlar değil de ayakta
gezinenler idi. Şahin birazcık havayı değiştirmek ve hikâyenin geri kalanını
daha rahat öğrenmek için üç mahkûmu da zincirlerinden çıkarıp baldırlarından
tomruğa kilitledi. Oturmaları için de barut fıçılarını altlarına verdi.
Gerdirilmekten sünmüş olan etleri tomrukta hareket ettikçe şimdi çığlıkları
birbirini bastırıyordu. Neden sonra Hörükız ayağını tomruğa dayayıp bir soru
daha sordu. Cevaplamazlarsa tomruğu kıpırdatıverecekti:
"Bütün bunlar olurken, öldürmeye
niyetlenirken veya bağışlama kararı alırken Kara Şahin'in kim olduğunu biliyor
muydunuz?"
Tomruk Emini onun neyi sorduğunu
anlamıştı. Diğerlerinin dikkatini çekmeyecek şekilde Hörükız'ın yüzüne bakarak
"Hayır!" manasında başını iki yana sallamakla yetindi. Öte yandan
429
Kara şanın numma noDetlerı geçiriyor
gibiydi. Zilini allak bullak olmuştu. Sormak istiyor ama cesaret edemiyordu.
Onun yerine Topaç Yeye sordu:
"Nakşıgül şimdi nerde?"
Zindan, kurulduğu günden itibaren hiç bu
kadar derin bir sessizliğe şahit olmamıştı. Nefesler tutulmuştu. Aslan Ağa
konuşmak üzere yutkunduğu sırada çok uzaktan Bican Efen-di'nin sesi yankılandı:
"ŞaahiiiinL"
430
64. Sual: - Nasıl Yapabildin, Nasıl?!..
Gün ışığı henüz Sadabat yamaçlarından
çekilip gitmemiş, buna rağmen dolunay Sütlüce sırtlarından tepsi kutrunda yüz
göstermişti. İstanbul semalarında dokuz pare top sesi dalgalandı. Yeni padişah
tahtına oturmuştu demek. Nihayet İstanbul'da asayiş ve düzen geri gelecekti.
Gençken sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladığının farkında bile değildi:
"Gül yüzünde göreli zülf-i semensây gönül / Kara sevdada yeler bîser ü
bîpay gönül..." Ne güzel bir zamandı!.. Eskiden olsa "Ne güzel bir
mekân!" da derdi. Oysa o güzellik göz göre uçup gitmişti. Sabahtan bu yana
Sadabat'ın ıssız köşklerinden çığlıklar geldiğini duyuyordu. Atlar, eşekler,
katırlar ve hatta kağnılarla dalga dalga gelen isyancılar, taşıya taşıya
bitirememişlerdi. Kimisinin terkisinde bir cariye, kimisinin omzunda bir gümüş
mangal, kiminin kucağında bir billur avize. Daha aç gözlü olanlar -ki
arabalarla gelmişlerdi- ne buldularsa yüklemiş, hat-
431
ta kapı kanatları, pencere pervazları ve
pirinç tırabzanlara kadar tenezzül etmişler, güzelim kasırları birer viraneye
çevirmişlerdi. Bazı kendini bilmez haramzadelerin bahçelere dikilmek üzere
çuvallarla getirilmiş lale soğanlarını parçalayışlarını, ayaklarıyla ezerken
ettikleri küfürleri ise hiç unutamayacaktı. Demek kendini bilmez cahil hödükler
bu kötü gidişte laleyi de suçlu görüyorlardı. Ne büyük aymazlıktı bu!.. Kuşluk
vaktinde kendi bahçesine de girmek, hatta havuzdaki kaplumbağaları yakalayıp
götürmek isteyenler de çıkmış ama içlerinden birisi Can Kuyusu ve mezarı
görünce "Çarpılırız sonra!" diyerek diğerlerini bu düşünceden
vazgeçirmişti. Yine de tekrar gelebileceklerinden endişe ediyordu. Şimdi
isyancılardan canı pahasına koruduğu çiçek tarhları arasında gezinerek nilüfer
tohumlarının tutup tutmadığını, lale soğanlarının kurtlanıp kurtlanmadıklarını
görmek istiyordu. Mevsim sonbahar sonuydu ve yaseminler tabiata veda etmeye
başlamışlardı. Laleleri toprağa koymak gerekiyordu. Ve Bican Efendi de ülkesine
her senekinden evvel dönmek istiyordu. İsyan onu çok etkilemiş olmalıydı. Neler
söylüyordu neler? Onu kalmaya razı edecek hiçbir sebep gösteremiyordu artık.
Söyledikleri doğruydu. En çok da yeni sultanın, yağmalayacaklarını bile bile
eşkıyanın Sadabat'a girmesine izin verişine öfke duymuştu. Dükkânların kapalı
oluşunu, ticaret hayatının durmasını, şehirde bir korkunun kol geziyor olduğunu
anlayabilirdi, ama ihtilalcilerin o güzelim köşkleri yakma arzularını bir türlü
anla-mıyordu. Hele buna fetva veren İstanbul Kadısı'yla, yakmaya karşı çıkıp yıkılmasına
izin veren hükümdarın yaptığını anlamak mümkün değildi. Bunlardan birincisi
cinnet ise ikincisi felaketin ta kendisiydi. Bir de sokaklarda münadiler
çığırtılıp köşk sahiplerinin köşklerini üç gün içinde yıkmaları, aksi takdirde
Patrona Halil tarafından yıktırılacağım ilan etmek neyin nesiydi? Kim bu
kargaşada cesaret veya tenezzül edip de köş-
432
künü yıkmaya gelirdi ki? Nitekim daha
ikinci günün öğlesinde dünyanın o güne kadar gördüğü en muhteşem güzelliğin
ha-rim-i ismetine el uzatılmıştı. Burada yer alan yüz altmış kadar kasır,
tabiat ile aklın el ele vererek imbikten geçirdiği bir güzellik şahikasıydı ki
dünya öyle bir güzelliği yeniden görebilecek değildi. Bahçeleri bozmak,
ağaçları yerinden sökmek, müzeyyen sahilleri harap etmek bir yana, şu güzelim
lale bahçelerini çiğnemek neyin nesiydi? Bunları yapanlar kendilerine Müslüman
diyorlarsa Hafız Çelebi bir melek olmalıydı. Çünkü Çelebi'de tanıdığı İslam,
asla böyle bir şey değildi, şiddete hiç fırsat bırakmazdı. Patrona Halil
Ağa'nın halk nezdinde bir itibarı vardı, sözü dinleniyor, kendisi de zaman
zaman tutarlı hareket edebiliyordu; lakin çevresindekiler tam bir vahşi kurt
sürüsü idiler. Devleti düşünmek şöyle dursun onlar kendi geleceklerini bile
düşünemeyen ufuksuz adamlardı. Çoğu aç ve sefil oldukları için ağızlarına
atılacak bir kemik parçasından daha ötesini göremeyecek kadar kör köpek
sürüleri. Bunlar Osmanlı tarihini yapan şerefli yeniçeriliğin yüz karası,
sünnet-siz, nursuz, pirsiz it takımıydılar. Haysiyet, namus, hamiyet, devlet, millet
onlar için bir anlam taşımıyordu. Bican Efendi çok hayıflanmış, üzülmüştü.
Buralardan gitmek istiyor ve soranlara derdini yanıyordu: "Nazenin
433
hanımefendileri taşıyan ihtişamlı
saltanat kayıkları, peremeler, hanım iğneleri; sahil boyunca musikili bir eda
ile akıp giden kurdelelerle süslü landolar, öküz arabaları, atlar; sırma ipek
giysili saraylılar, paşalılar, vezir dairesi eşrafı; sevinç ve neşe içinde
tatlı tatlı çınlayan sahillerde sakırdayan sular, fıs-" kiyeler, havuzlar;
bahçelerinde gönül okşayan rengarenk laleler, filbahriler, şebboylar; sadrazam
ve çevresindeki zarif dev-letlûlar, memurlar ve hizmetkarlar; günler ve geceler
boyunca ayyuka çıkan sazlar, şarkılar, gazeller ve şiirler olmadıktan sonra
Kâğıthane'de durmanın ne anlamı olabilirdi ki?
Nerden hatırladı yine bunları? Şarkıya
devam etmeliydi; bu rüya birazcık daha sürsün istiyordu, buna ihtiyacı vardı:
"... Demedim mi ben sana dolanma ona hây gönül / Vay gönül, vay bu gönül,
vay gönül, ey vây gönül". I-ıhL Olmuyordu. "Gönül!" diye tekrar
etmenin gönlü bahtiyar etmeyeceğini^bilecek kadar yaşamıştı.. Topaç Yeye'yi bir
kez daha kaybetmeye dayanamazdı. Bican Efendi de onlarla gitmemiş olsaydı
Yeye'ye asla izin vermezdi ya, neyse!..
Birden artık ihtiyarladığını hissetti.
Daha bunları iki gün evvel de düşünmüş ve Bican Efendi'den neredeyse azar
işit-mişti. Sayıklamaya başladı. "Laleleri toprağa gömmek gerekir! Havuzun
çinkolarını örtmeli. Kaplumbağalar siyah un tozlarını yemişler midir?! Bu sene
siyah lale yetiştirmeli!.. Adını Topaç Yeye koyar!.. Şehnaz kızı da babasından
istemeli!.. Kuru Kirkor Efendi'nin dediğine göre isyan sırasında Şehnaz'ın
babası iyiden iyiye evhama kapılmış, durduk yerde kızı da, annesini de döver
olmuş. Böyle giderse Yusuf'u gönderdiği yere gitmesi zaruri olacakmış. O daha
fazla çıldırmadan kızı elinden kurtarmalı. Hem evimizde bir kadın eli
oğulcuğuma iyi gelir. Kirkor Efendi bize bir oda daha çatar..."
Hafız Çelebi şırıl şırıl akan derenin
kıyısında, çiselemeye başlayan yağmurun farkına varmadan orada öylece oturdu.
434
"vay gönül, vay bu gönül..."
terennümünde zamanı yitirmişti. O anda neler yaşadığını bilmiyordu. Ama çok
şeyler hayal ettiğini ve hayal ettiği her saniye için bin yıl yaşamış gibi
mutlu olduğunu biliyordu. Bican Efendi'nin sesiyle kendine geldi:
"Kaaafızııım?!.."
"Hı?"
I <k «
"Nasıl yapabildin, nasıl?!.."
"Onlar yaşarsa bizim hayatımız
tehlikeye girerdi."
"Ama bir insanı öldürmek...
Anlayamıyorum. Sencileyin bir kadın..."
"Topaç Yeye'yi ve seni feda
edemezdim."
"Nakşıgül'ü feda ettin!.."
Bu sesler evin bitişik odalarında
ıslanmış elbiselerini değiştiren Kara Şahin ile Hörükız'ın aralarında hâlâ
devam eden tartışmanın neredeyse yüz kere tekrarlanan cümleleriydi. Bican
Efendi'nin sesini duydukları an zindanı bir an evvel terk etmek üzere kararsız
kalmışlar, Topaç Yeye ile Hörükız gitmeleri gerektiğini söylerken Kara Şahin
Tomruk Emini'nin üzerine çullanıp Nakşıgül hakkında bilgi istemiş ancak adam
zekice bir pazarlık yapmış ve tomruk kilidinden kurtarılma karşılığında
hikâyenin geri kalanını anlatacağını söylemişti. Bican Efendi Bahriye Dairesi
leventlerinin asayişi sağlamak üzere önlerine kattıkları adamları zincirlere
bağlamış olarak zindana doğru sürükleyip getirmekte olduklarını, eğer onlar
gelmeden kaça-mazlarsa zindanda sonsuza kadar kalabileceklerini söylemişti. Çok
hızlı hareket etmek gerekiyordu. Kara Şahin'in Tomruk Emini'nin kilidini açmaya
eğildiğinde Hörükız "Çıkalım buradan!" diye bağırıyordu. Kilit kolay
açılan türden değildi. Adamların üçünü birden açmak ve diğer ikisini geri kilitlemek
gerekiyordu. Oysa buradan hemen çıkmalıydılar. Üçü de yalvarı-
435
yor ama Şahin'i bundan
vazgeçilmiyorlardı. Nihayet Hörükız tezgâhta duran baltayı kenarda duran barut
fıçılarından birine bütün şiddetiyle vurdu. Yere dökülen barutlardan bir avuç
alarak kapıya doğru yerde bir çizgi yaptı. Sonra da duvarda duran meşaleyi
eline alıp barutun ucunu tutuştururken bağırdı: "Kara Şahin!.. Koş!...
Gidiyoruz..."
Zindanın arka kapısından dışarı çıkıp
atlarına bindikleri sırada leventler yakaladıkları çapulcuları ön kapıdan içeri
sokuyorlardı. Sultan Mahmut'un tahta cülusu şerefine atılan dokuz pare topun
son üçüyle aynı anda zindandan üç patlama duydular. Topaç Yeye her biri için
saydı:
"Bu Aslan Ağa, bu Bindallı Çavuş,
bu da Tomruk Emini!.." Sonra aralarında başlayan o tartışma, Hasköy
sahilinden, Sütlüce tepelerini ve Okmeydanı sırtlarını aşıp Hafız Çelebi'yi
sırılsıklam titrerken gördükleri ana kadar sürdü: "Babacığım!.. Ne oldu
sana!?"
"Yeye, sarıl bana evladım!.. Bir
daha bırakma beni!.." Bican Efendi'nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
"Huri! Sen bir sıcak tarhana çorbası pişir. Kara Şahin sen de var önce Can
Kuyusu'ndan bir kova su çek, sonra odaya geç, Hafızımın aşılı lale soğanlarını
koyduğu sergende parmak kadarcık bir muşambaya sarılı macun olacak, onu getir."
Hörükız, ocakta sönmeye yüz tutmuş
ateşin üzerine kuru odunlar atarken kendisine Huri diyen Bican Efendi'yi
düşünmüştü. Annesi ona Huri diye ad koymuş, lakin ölümünden sonra babasının
hepsi erkeklerden oluşan Üç Hilal Cemiye-ti'ndeki arkadaşları arasında büyürken
kendisine "kız" sıfatını da uygun bulmuşlar daha çocukluğundan
itibaren Hörükız demişlerdi. Huri adı ona kadın olduğunu hissettiriyor, Hörükız
ise cesaret veriyordu.
"Yeye, oğulcuğum!.. Hafif
kırışıklıklarla mavi Halic'e akan şu dere var ya; işte orda, kayıkların gökten
yere yansımış hi-
436
lal gibi zarif endamlarıyla ağır ağır
kayıp gittiklerini gördüm az evvel. Atlas kaftanlı, zebercet kakma hançerli,
zümrüt yüzükleri parmaklarında bir şehzadeydin sen. Karşı yamaçtaki şu otuz
sütunlu beyaz mermer kasrın yayvan pencerelerinden birine oturmuş, oymalı
şahnişinlerden aşağıya inen bir kadını karşılıyordun. Kucaklarında beyaz
laleler yığın yığındı ve içlerinden bir tanesi nur olup o kadının yüzünü
aydınlattı. Yeye, o kadın Şehnaz'dı oğlum, pek güzeldi... Sonra şair Nedim
Efendi geldi yanına, kasrın serin ve rayihalı fıskiyeleriyle yarışırcasına
medhiyeler okudu sizin için, saray hizmetkârları ayaklarınıza şu yamacın
leylaklarından pırıl pırıl ıtırlar serptiler. Elli yıl evvel ölen çiçekçibaşı
Sarı Abdullah Efendi'yi gördüm sonra. Seni lale encümenine şeref konuğu diye
davet ediyordu. Siz ikiniz", herkesin arasından yürüyor, yeni lalelere
isimler koyarak geçiyordunuz: Sahipkıran, Narçiçeği, Altınsarısı, Gülcü-başı,
Aşçıpembe, Kızıl Bıyıklı, Pençe, Kumaş-ı Aşk ve Necm-i İkbal (ikbal
yıldızı)..."
Hafız Çelebi anlatırken Topaç Yeye
hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bütün bunları görmüş müydü, yoksa uyduruyor mu,
bilemiyordu. Bildiği, onu bırakıp gitmemesi gerektiğiydi. Bundan sonra yanından
asla ayrılmamak üzere kendine söz verdi. Aynı anda Bican Efendi "Yarınki
gemiye binmezsem buralarda kalırım!" diye geçiriyordu içinden.
t İt I
Gecenin ortalarında Hafız Çelebi'nin
ateşi düşmüş, sayıklama nöbetleri geçmiş, aklı başına gelmiş ve hatta
"İşlerinizi halledebildiniz mi?" diye sormuştu. Bu cümle bir soru
olmaktan öte bir sağlık müjdesiydi.
Herkesin yüzüne bir sevinç ve tebessüm
yayıldı. Çok geçmeden aralarında içtenlikli bir sohbet başladı. Hafız Çelebi
iyi görünüyordu. Bir saat kadar sohbetten sonra sakin ve derin
437
bir uykuya dalmıştı. O uyuyunca herkes
tam da kendisi olarak davranmaya, anlatmaya, hissetmeye başladı. Konuşmaların
adresi yine Nakşıgül'e çıkınca zindanda öğrendiklerini yeniden değerlendirmeye
aldılar. Sonbahar gecelerinin serinliği onları birbirlerine sokulmaya
yönlendirmişti. Ocağın başında dördü bir araya gelip sorgulama sürecini
tartışmaya başladılar. Bican Efendi öğrendiği her yeni bilgi için bozuk
Türkçe-si'yle "a"ları uzatmadan "Sahi mı, sahi mı?" diye
tekrarlayıp duruyordu. Bilmedikleri daha çok şey vardı. Karşılıklı konuşmaları
hatırlıyor, sonra kendilerine soruyor ve yine cevaplamaya çalışıyorlardı:
Nakşıgül nasıl ölmüştü? Mezarı
neredeydi? Yenibahçe'deki konak ve içindekiler nasıl ortadan kaybolmuştu?
Haliç'teki cesetler kimlerindi? Bunları devlete haber vermek gerekirdi, ama
kimi, hangi devletlûyu nasıl ve neye inandırmalıydı? Bu işlere karışanların
bazıları şimdi Patrona Halil'in adamları olduğuna göre iş tehlikeli bir alana
kaymıştı. Şimdi nasıl bir yol izlenmeliydi? Binbirdirek ve Çardak Kahvesi gerçekten
bir batakhane miydi? Buraların sırrı araştırılmalıydı.
"Belki de dilencilik günlerine
dönüp birkaç gün buraları gözetlemeliyiz." dedi Topaç YeyeL Kara Şahin
şiddetle karşı çıktı:
"Sen bundan böyle bu bahçenin
dışına çıkmayacaksın!.. Anlaşıldı mı?"
"?!.."
"Ne? Çıkmayacaksın işte!. Hafız
Çelebi'yi düşünmüyor muşun? Hem bugün sorguladığımız üç adamın ortak adresleri
buralar, yani birimizin Hafız Çelebi'ye göz kulak olmamız gerekiyor. Sen de
Bican Efendi, bu arada lalelerle ilgileniver."
"Doğru, yarın aşılı soğanları
dikmemiz gerekiyor. Ama bunu ben yapacak değilim artık; Yeye yapacak."
"Olur Bican Ağam."
438
reye nın du Doyun egeıı uosuugu ııemesı
uırueıı memnun etmişti. Sohbetin geri kalanı cinayetlerden, sorgulamalardan
çıkıp laleler üzerine döndü. Topaç Yeye bu bahçenin sahibi olmaktan da,
arkadaşları arasında öyle görülmekten de mutluydu. Bundan böyle Şehnaz'la
birlikte İstanbul'un en güzel lalelerini yetiştirme imkânı olacaktı. Hafız
Çelebi'den devralacağı her ışığı çiçeklere yansıtacak, her bilgiyi renk renk
yapraklara sunacaktı. Belki de insanlar ileride onun adını Hafız Çele-bi'yle
birlikte anacaklardı. Ay'ın Güneş'i kıskandığı hikâyeyi hatırladı birden.
Çocukluğunda okuduğu kitaplardan birinin aşk babında yazıyordu. Elbette kendisi
Hafız Çelebi'yi kıskan-mayacaktı; tıpkı onun kendisinden hiçbir şeyi
kıskanmadığı gibi. Ama yine de ay güneşi kıskanmıştı işte.
Ocağın başında güzel sözler söylenmiş,
konu aşılı soğanlar ile kaplumbağalara gelmişti. Bican Efendi'nin cümlesi
Yeye'yi daldığı hikâyeden uyandırdı:.
"Kafız Çelebi yeni soğanın adını
senin koymanı istiyordu Yeye."
Hörükız atıldı:
"Öyle mü?.. Ne koyacaksın? Ben
olsam 'Katre-i Hayat' derdim, geçen seneki 'Katre-i Matem'e inat..."
"Belki, ama bu sefer Cücenin Moru
olmayacağı kesin."
Bu cümle oradaki iki kişinin suratına
bir şamar etkisi yaptı. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Hörükız ile Bican Efendi
olanlara anlam vermeye çalışıyorlardı. Topaç Yeye atıldı:
"Allah kahretmesin; bunu daha önce
neden düşünmedik?
"Elbette cücenin moruydu o..."
"Hangi cücenin Kara Şahin?"
"Çardak Kahvesi'ndeki cücenin
Hörükız, ve Binbirdirek'te-ki cücenin..."
439
ay güneşi kıskanmıştı
Bir gün Ay'a "En çok neyi
seversin?" dediler, "Güneşin tutulup ebediyen perde altında, bir
bulutun gerisinde saklı kalmasını severim; çünkü onu kendi gözümden bile
kıskanırım." diye cevap verdi ve iddia etti ki, "Güneşe olan aşkımla
bütün âlemi nura boğabilirim ben!"
"Sözün doğruysa eğer, gece gündüz
durmadan ona koşmalısın ki ona ulaşabilesin. Ona ulaştığın vakit de zaten onda
yok olursun, varlığın görünmez olur. O zaman onun ışıkları seni yakar, varlığım
ortadan kaldırır. Sonunda onun cemaliyle görünmeye başlayabilirsen işte o vakit
halk seni parmağıyla birbirine gösterir, "Acaba ne oldu da güneş önünde
ışık saçabiliyor?" der.
440
65. Sual:
- Bahtiyar Bir Zevk Gecesi Otuz
Parlak inciye Değmez mi?
I
Neye benzediğini bilmedikleri karanlık
odaya girdiklerinde önce ürktüler. Tepedeki küçük delikten cılız bir ışık
geliyordu, o kadar. Gözleri ışığa alışınca içerisi yavaş yavaş belirmeye
başladı. Daha evvel hiç karşılaşmadıkları türden bir yerdi burası. Ne eşyaları,
ne de tefrişinde göze aşina bir şey vardı. Demir kollar, sarkan halatlar,
duvara yapışık iskemleler, döşemesiz zemin. Bunlar ne içindi, anlayabilmek için
çevrelerine yeniden bakındılar. Bir hayat emaresi yok zannettikleri sırada en
uzak köşede fıldır fıldır dönen iki göz gördüler. Dikkatle baktılar. Evet, işte
ordaydı. Sarığı ve kaftanı üzerinde yokken ne kadar da acayip görünüyordu.
Allah insan diye yaratmış. Sakalsız, göde bir balkabağı. Belki bir sürahi demek
daha doğru. Alnı tahta gibi yassı, yüzü Kırkağaç kavunu, kulakları çocuk
pabucu, burnu Mora patlıcanı, burun kılları pırasa pürçeği gibi sarkık, kırış
mırış siyah pos bıyık, dudaklar deve duda-
441
-»'«¦a^
ğı, ağzına somun ekmek sığar, dişler
kazma. Kara Şahin onu daha önce de görmüştü ama bu derece hilkat garibesi
olduğu dikkatini çekmemişti. "Belki de dikkatli bakmamıştım!" diye
çelişkiye düştü zihninden:
"Baba Yorgi, Tazı Cafeeer?!.."
Şahin, Hörükız'ı arkasına aldı. Bu
kadarını beklemiyorlardı. Adam kusar gibi homurdanarak konuşuyor, ağzından
salyalar, tükürükler saçılıyordu. Hiç korkmuşa benzemiyordu. Onları, çağırdığı
adamları zannetmiş olmalıydı. Yerinde oturuyor, sanki yanına yaklaşmalarını
bekliyordu. Hörükız, sevimli cüceler görmüştü, iyi kalpli ve cana yakın. Lakin
bu adam bir kötülük torbası, bir ifritti sanki. Sarığını başına geçirdiği
sırada sarık başından, başı gövdesinden, gövdesi de ayaklarından kalın
görünmüştü. Kamburdu. Konuştuğu vakit sesi ve tavırları yüzünü bir kat daha
çirkinleştiriyor, ruhunu dışa çıkarıyordu. Bu derece çirkinlikten dolayı mı
ruhu kötüydü, yoksa ruhunun kötülüğü mü kendisini bu derece iğrenç gösteriyordu
kes-tiremediler. Çevresini şimdi daha iyi görebiliyordu. Duvarların tamamı halı
ile kaplı yalnız bir köşede raflar ve raflarda hiç tanımadığı eşyalar, boy i
boy çemberler, dizilmiş şişe ve susaklar, birbirine geçmiş cam borular...
Cücenin oturduğu yer, sütunların ardında sanki bir taht gibi halılarla
döşenmiş, üzerinden yine düğümlenmiş ipler, halatlar, zincirler sarkmaktaydı.
Belli ki bütün bunlar birer
i. t',">'!
442
amaç için buradaydılar. Neydi burası,
bir batakhane mi; bir işkence odası mı? Galiba kaçırıp getirdikleri zenginlere
hazinelerinin yerlerini burada söyletiyorlardı. Kara Şahin hiç telaş etmeden
mırıldandı:
"Boşuna bağırıp yorulma,
gelemeyecekler..."
"HığğL Sizi kim gönderdi?
Kimsiniz?"
"Yardıma muhtaç iki kişi
diyelim."
"Çoluk çocukla uğraşamam,
defolun!.."
Bu söz ağzından çıktığı anda üstünde
sarkmakta olan iplerden birini çekti ve içeri girdikleri kapı açıldı.
"Haydi dedim, çıkın dışarı,
sümüklüler sizi!.."
Kara Şahin birkaç adım ilerleyip
diklendi:
"Ama önce birkaç sorum olacak
sana!"
Birden odayı parlak bir ışık kapladı.
İkisinin de gözleri kamaştı. Ardından köşedeki sütundan bir duman üzerlerine
doğru püskürmeye başladı. Hörükız yana kaçarak duvara tutundu. Gözlerini
açamıyordu. Duvarı takip ederek ilerlemeyi denedi. Bu sırada salonu cücenin
kahkahası dolduruyor, sütunlarda kırılıp tavanda yankılanıyordu. İğrenç bir
gülüştü bu. Kendisi bundan keyif alıyor olmalıydı. Eğer karşısındaki adam
gülebiliyorsa salonu dolduran dumanın gözüne zararı olmamalıydı. Kara Şahin
gözlerini açtı. Evet, haklıydı, yaklaşık yarım dakika içinde gözü dumandan
yanmaz olmuştu. Üstelik tekrar etrafını görmeye de başlamıştı. Cüce oturduğu
yerde hem gülüyor, hem de işaret parmağıyla "Gel!" diyordu. Şahin
ihtiyatla ilerlerken duvara yapışmış bekleyen Hörükız'ı gördü.
"Aç gözlerini Hörükız! Duman bir
aldatmaca!.."
O sırada cüce iki avucunu çanak gibi
birleştirip ağzıyla üfü-rüyor, sonra öne doğru avuçlarını boşaltıyordu. Birden
avuçlarından salonun içine atmacalar uçuşmaya başladı. Hepsi de arka arkaya
Kara Şahin'e ve Hörükız'a saldırıyorlar, gözlerine, kulaklarına hamle
yapıyorlardı. Kahkahalar devam ediyordu.
443
Hatalı davrandıklarını o vakit
anladılar. Halbuki dün yakalayıp sorguya çektikleri Tazı Cafer "Bileğine
yapışmadan kimse onu yakalamış olamaz!.." demişti. Tam üç gündür
takipteydiler. Bu arada İstanbul'da yeniden düzen sağlanır gibi olmuş^ sultanın
tahttan indirilmesinden sonra şehre bir sükûnet gelmişti. Patrona Halil ve
adamları artık divana katılıyorlar, yönetimde ve atamalarda belirleyici
oluyorlar, Sultan I. Mahmut da onların isteklerine fazla direnmiyordu. Lakin
her iki tarafın da çok ihtiyatlı davrandıkları ortadaydı. Patrona Halil Ağa,
sultan kendisine rütbe teklif ettiğinde "Ömrümün nasıl sona ereceğini
bilmiyor değilim. Şimdiye kadar padişah tahta çıkaranlardan hiç kimse yatağında
ölmemiştir ki ben öleyim." cevabını verecek kadar işin farkındaydı. Artık
onun da istediği milletin acı çekmemesiydi. Fırınlar ve dükkânlar açılmış,
hayat kısmen normale dönmüştü. Eğer öyle olmasaydı Binbirdirek gibi şehrin en
merkezi yerindeki bir mekânı tam üç gün üç gece göz hapsinde bulundurmaları çok
zor olacaktı.
Binbirdirek hallaçların topluca iş
yaptıkları, pamuk tozlarının, bütün dükkânların üstünü beyaz örtülerle
kapladığı izbe bir mekân idi. Bizans döneminde sarnıç iken artık su yolları
kurumuş pamuk ve yün esnafı için bir lonca haline gelmişti. Hallaçların burayı
tercih sebebi rutubet ortamıydı. Sarnıcın içinde daimi bir rutubet vardı ve bu
da pamuk ve yün tozlarını havada fazla dolaştırmadan yere indiriyordu. O yüzden
yaklaşık elli kadar dükkânın işlediği çarşının zemini sürekli olarak ıslak
paspaslarla siliniyordu. Sarnıcın bir bölümü iki katlı inşa olunmuştu ve
haşmetli merdivenlerle çıkılan bu kat lonca kâhyası Pamukzade Cüce Çaker'e
aitti. Kendi adamları dışında, sarnıç esnafından henüz dairesinin içini
görebilen yoktu.
Hafız Çelebi'nin ateşlenip hayaller
gördüğü gecenin sabahında Hörükız ile Kara Şahin atlarına binerken Bican
Efendi, "Ben de sizinle geliyorum!" deyivermişti. Önce onun gemiye
444
yetişmek üzere birlikte gitmeyi teklif
ettiğini sandılar, "Hayır, hayır..." dedi Bican Efendi, "Kafız
Selebimi böyle hasta bırakıp gider miyim hiç?!"
Yolda yapılan plana göre Bican Efendi
ecnebi bir pamuk taciri, Kara Şahin de onun tercümanı olacaktı. Hörükız'ın
şimdilik çarşıda görünmemesinde yarar vardı. Bu yüzden onu Kazasker İshak
Efendi'nin peşinden gönderdiler. İshak Efendi ihtilalcilerin azletmediği dürüst
birkaç kişiden biriydi. Hörükız onu bulup Haliç'teki cesetlerden bahsedecek,
faili meçhul vakaların aydınlatılması için harekete geçirecekti. Böyle bir şey
ihtilalcilerin işine yarayabilir veya bağlantılı olanların ayıklanmasını
sağlayabilirdi.
İlk gün çok ilginç bilgilere
ulaşmışlardı. Pamukzade Cüce Çaker kiminin gözünde pamuk gibi bir evliya,
kiminin gözünde cüce bir şeytandı. Keramet gösterdiği gibi büyü de yapabiliyor,
mesela insanları ortadan yok ediveriyordu. Saray salonları kadar geniş olan ve
yine saray kadar zengin döşenmiş hücresi de büyülü idi ve kendisi oradan uçup
kaybolabiliyor-du. Kapısından izinsiz girmeye kalkanları cin çarpıyordu. En iyi
dostları arasında İstanbul Kadısı ile Tomruk Emini vardı. Esnafın dertlerini
dinliyor, yılda bir gün hallaçların fukaralarına yardım ediyor, evlenecek
kızlarının çeyizini hazırlatıyordu. Akbıyık'taki köşkünde çok güzel cariyeleri
vardı ve onun cariyeleri kadar güzelini sarayda bile bulmak imkânsızdı.
İkinci gün öğrendikleri bilgiler bu
bildiklerini ters yüz etmeye yetmişti. Bir yolunu bulup kapı kâhyası Tazı
Cafer'i yakalamış, Yerebatan Sarnıcı'na çekmişlerdi. Burası İstanbul'un ilk su
sarnıcıydı ve içinde biriktirilen su hâlâ kullanılmaktaydı. Lakin birkaç ay
evvel burası hakkında halk arasında söylentiler çıkmış, cin yatağı olduğu
haberleri yayılmış, geceleri iyi saatte olsunların toplantı yaptığına dair
rivayetler dolaşmış ve ihtilal sırasında da azılı haydutlar esnaftan bazı adam-
445
lan burada söyletmiş, sonra dışarıya
cesetleri çıkmıştı. Belki de bu yüzden İstanbul halkı Yerebatan Sarnıcı
yakınlarında bile görünmek istemiyorlardı. Nitekim Kara Şahin ile iriyarı
Bi-can Efendi'nin Tazı Cafer'i içeriye sürükleyerek götürdüklerini gören iki
kişi, ihtilalcilerin yine adam kaçırdıklarını düşünüp oradan hızla
uzaklaşmışlardı.
Doğruydu, cinler burada top oynuyor
sayılırdı. Su damlalarının zemine düştükleri vakit çıkardıkları sesler
haricinde her şey ıpıssızdı. Kapıları sürgüleyip etrafı dinlediler. İçeride
kimsecikler yoktu. Sarnıç içinde ma-i leziz ağasının su kontrolü yaparken
kullandığı sandala binip doğruca Medusa başına kadar ilerlediler. Sonra da
tutsaklarını sütuna baş aşağı bağladılar. Adamın ağzı su seviyesinde kalıyordu
ve ağzına su dolma-ması için boynunu geriye doğru çevirmek zorundaydı. Baş
aşağı bağlanmış birinin belli bir müddet sonra başını geriye doğru tutabilmesi
tam bir işkenceye dönüşüyordu. Sormaya başladıklarında Tazı Cafer önce direndi.
Doğru cevap alamadıkça saçlarından tutup başını suya batırıyor ve öylece
boğulma noktasına kadar tutuyorlardı. Bir müddet sonra adamın boynu o derece
ağrımaya başlamıştı ki geri kalanını, suya başını sokup çıkardıkça daha onlar
sormadan söyledi:
"Cüce Çaker aslında bir simya
ustasıydı. Oturduğu mekânın alt katındaki mağaralarda çalışıyordu. Mücevherlere
karşı çok hassastı. İstanbul'da onun bilmediği ve isterse elde etmediği
mücevher yoktu. Şehirdeki mücevher hırsızlıklarının çoğunu o planlıyordu.
Çalamadığı mücevherlerin sahtelerini yaptırıp hamam külhanlarında bulundurduğu
adamları vasıtasıyla değiştirttiği olurdu."
Tazı Cafer başını geride tutamadıkça
artık kendiliğinden suya daldırıp çıkartıyor, o sırada bunları kesik kesik
anlatıyordu. Bir müddet sonra ıztırabına artık son vermeleri için yalvarmaya,
bilmek istedikleri her şeyi söyleyeceğine yeminler
446
etmeye başladı. Bican Efendi asla
merhamet göstermeyecekti ama adam bayılmak üzereydi. Baş aşağı durmaktan kanı
beynine akmış, yüzü mosmor kesilmişti. Bağlarından kurtarıp sandala oturttular.
Tazı Cafer cümlelerinin geri kalanına bir nükte ile başladı:
"Mücevher âşıkıdır. Ona Pamukzade
değil de Cevherzade demek daha doğru. Ve bir özelliği daha: Büyücülükte çok
mahirdir. İnsanı kılıktan kılığa sokabilir, güneşin doğduğu andan bir sonraki
gün doğumuna kadar kişiyi kendisinden başka birisi yapabilir. Dairesinden bir
dehliz Sultan Ahmet arastasında bir kumaş dükkânına açılır. Bu dükkânı biz
işletiriz. Fazla müşteri gelmez. Gelene de biz asık surat gösterip ayağını
keseriz. Alışverişi yoktur sizin anlayacağınız."
"Ortadan kaybolma numarasının sırrı
bu mu?"
"Evet. Buradan dükkâna geçerek
hallaç esnafını ortadan kaybolduğuna inandırmıştır."
Tazı Cafer, baş aşağı kalmanın bünyesine
verdiği hasar yüzünden fazla dayanamamıştı. Bayılmadan önce ağzından şu
cümleler döküldü:
"O koca kafasının içi safi beyin
doludur. Eğer onu ele geçirmek istiyorsanız çok dikkatli olun. Bileğine
yapışmadan kimse onu yakalamış olamaz!.."
Evet!.. Dumanların altında onun nasıl
parlak bir beyin olduğunu görüyorlardı. Ama yine de ellerinden kaçamayacaktı.
Buradan kaçsa bile Bican Efendi arastadaki dükkânda onu bekliyordu. Kara Şahin
üzerine doğru ilerlediği sırada Cüce Çaker tepesindeki halatlardan birine daha
asıldı. Bu sefer Şa-hin'in üzerine alevler saldırıyordu. Evet, yakan bir alevdi
bu. Hiç büyü gibi değildi. Kükürt ve ateşe hükmetme becerisi bütün simyacıların
ortak özelliğiydi. Zorlu birine çattıklarını iyice anlamıştı. Ateşin çevresini
dolaşmak istedi. Hayret, o ne tarafa giderse ateş o tarafa yöneliyor ve onu
kapıya doğru sü-
447
rüklüyordu. Bu sırada Hörükız duvara
tutunarak ilerlemeye devam etti. Ellerinin dokunduğu halıda bir manzara,
manzara ortasında da bir dişi geyik vardı. Geyik resmini tamamlasın diye de
üzerine gerçek geyik boynuzları çakılmıştı. Ayağının altında bir hareketlenme oldu.
Derhal geyik boynuzuna tutundu. Yer çukurlaşıyordu. Birden tutunduğu boynuzla
birlikte savrulduğunu, sonra da bir dehlizden sürtünerek aşağılara düştüğünü
hissetti. Şimdi bambaşka bir odadaydı. Tutunduğu geyik boynuzu bir anahtar
olmalıydı. Karanlığa gözleri alışınca yerde kazanlar gördü. Tazı Cafer'in
söylediği mağara bu olmalıydı. Burası bir simya ocağı olduğuna göre çeşitli
eczalar ve damıtma cihazları bulunmalıydı. Hah, işte raflarda sıralıydılar.
Biraz sonra içeri birilerinin gireceğinden adı kadar emindi. Kendisini savunmak
üzere birkaç ecza kabını eline alıp kazandaki eriyiklerden doldurdu. Şimdi
kapıyı bulmalıydı.
Üst katta Kara Şahin kapıya yaklaştığı
sırada eşikte birkaç susak gördü. İçleri su doluydu. Hepsini teker teker
başından aşağı boşaltıp ateşe daldı. Cüce hayret etmekle birlikte bir kahkaha
daha kopardı:
"Gel bakalım, süt kuzusu... Sanki
seni bir yerlerde görmüş gibiyim ben!"
Bu sırada kendisi salonun tavanında
uçmaya başlamıştı.
"Tanırsın elbet!. Karımı
öldürmüştünüz!"
"Yanlışın var evlat, ben genelde
yaratırım, öldürmem."
Odanın içinde devamlı bir dönüş vardı ve
onu takip etmekten dolayı yerde Şahin'in başı dönmeye midesi bulanmaya başladı.
Neredeyse yere yıkılacaktı. O sırada Cüce Çaker bir ipin ucuna daha asıldı ve
zemin ayağının altından kaydı.
Hörükız gümbürtüyle açılan kapağa
saldırdı. Elindeki dolu küreyi kafasına geçirmek üzereyken yere düşenin Kara
Şahin olduğunu fark etti. Son hatırladığı, odanın içine yayılmakta olan kokunun
genizini yaktığı oldu.
448
I i I
"EveeetL Şimdi sorma sırası bende!
Sizi kim gönderdi bakalım?!"
"Kimse!"
"Neyin peşindesiniz peki?"
"Karımı öldürdün, hesabını sormaya
geldim."
"Ben mi öldürmüşüm karını? Bu
yaşımla, bu cüssemle ben ha?"
Cüce hem alay ediyor, hem de bir
hortumdan üzerlerine buhar püskürtüyordu. Buhar burun deliklerinden girdikçe
içlerini yakıyor, gözlerini kaşındırıyor, kulaklarını gıcıklandırıyordu.
Kaşınmaları gerekiyordu, lakin elleri yukarıdan iple bağlı ve tavana asılı
vaziyetteydiler. Simya kazanlarını kaldıran cayraskal düzeneği ikisinin de
ayaklarını yerden kesme noktasında durdurulmuştu. Parmak uçlarında durur
gibiydiler. Bedenleri karıncalanıyordu. Kara Şahin ağzında değişik bir tat
hissetti. Sanki baygınken Cüce ona bir şeyler içir-mişti.
"Evet sen!.. Sen, Tomruk Emini,
Aslan Ağa..."
"Bu saydığın herifler gerçekten
katildir haa!.. Öldürmüşlerdir. Sahi kimdi senin karın?"
"Aslanağa'nın kızı Nakşıgül
Hatun!.."
"Efendi bütün kadınlar zaten Aslan
Ağa'nın kızıdır. Hele sen başka şeyler söyle. Nerede, ne zaman, nasıl
falan..."
"Yenibahçe'deki konakta, geçen
sene..."
"Haaa, anladım!.. Önce sen
Yenibahçe'deki bağ kulübesini konağa çeviren bu ellere teşekkür et
bakalım!.."
"Nasıl?"
"Efendi, kim bir kulübede gerdeğe
girmek ister veya bir kulübede gerdeğe girmek için sekiz yüz altını
kayınbabasının avucuna döküverir ki?.."
449
"Ah eşek kafam, anlamalıydım...
Konağı yerinde bulamadığım vakit anlamalıydım. Mahalleden hiç kimseye
evliliğimi inandıramadığım vakit anlamalıydım. Peki Nakşıgül sağ mı?"
"Ben sana katil olmadığımı söylemedim mi?" "Sağ ise şimdi
nerede?"
"Haag!.. Sağ mı, sağ ise nerdeee?
İşte çok özel iki malumat. Her biri otuz bembeyaz ve yuvarlak inci eder."
Kara Şahin suratına inen yumruğun
uğultusuyla cümlenin sonunu duyamamıştı. Cüce Çaker karşılarında bir peykeye
kurulmuş, üstünde sallanan iplerden birini daha çekmişti. İp çekilir çekilmez
tavandan inen bir kolun ucunda ayvalara sarılmış paçavradan yumruk, suratına
inmişti. Sonra Cüce Ça-ker'in kahkahası duyuldu:
"Ben ayvayı yarı ezilmiş severim
de!.. Neydi adın bakayım, Hörü mü? Sen de ister misin?"
Cüce Çaker bir başka ipin ucunu
asıldığında Hörükız suratını yumruktan sakınıp gözlerini yumarken karşıdan
sarkaç biçiminde bırakılmış bir gülle karnını çökertti. İçi dışına çıkmış gibi
oldu. Öğürdü, nefesi daraldı, öksürdü.
Kıvranmak istiyor ama ellerinden güç alıp kıvranamıyordu.
"Affedersin hanım sultan, bu
balkabağıydı... Sırada pırasa olacak. Hığ. Sana gelince Kara Şahin!. Az sonra,
yarattığım ve sonra başkalarına öldürttüğüm insanlar gelecek yanına. Hangisi
karındı bana söylersin değil mi? Hağh, hağh..."
450
Şahin'in önünde çok geçmeden erkek ve
kadın yüzleri belirmeye başladı. Gitgide bedenleri de oluşuyordu. Alımlı
çalımlı, altın yaldız perçemli, sikirdim nümayişli kadınlar, dünya güzeli tek
başına defineler. Bazısı gülüyor, bazısı çığlık atıyor, bazısı da kendisiyle
alay ediyordu. Renk renk kıyafetler arasında çıplak olanlar, kavga edenler
arasında sevişenler... Görüntüler gittikçe kalabalıklaşıyor, Şahin dikkatle
hepsine bakıyor, tanımaya çalışıyor, kıvranıyor, yerinde duramıyordu. Hörükız
neler olduğunu, Şahin'in neden bu anlamsız hareketleri yapıp durduğunu
anlayamıyordu. Şahin "Nakşıgül!, Nakşıgü-üüül!" diye çığlıklar atmaya
başladığında Cüce bir ipe daha asıldı ve Kara Şahin'in üzerinden bir kova su
boşaldı.
"Gördün mü?!.."
Cüce Çaker'in hırıltılı kahkahaları
karnına yediği yumruktan daha sinir bozucuydu. Kara Şahin ıslandığı halde bile
kendine gelemiyordu. Demek etkili bir ilaç içirilmişti. Bir çare bulmalı, bu
iğrenç heriften onu kurtarmalıydı. Babasına söz vermişti, Şehzade Ahmet'i
tehlikelerden koruyacaktı. Cüceyi oyalamak için sordu:
"Bu nasıl sihir olabilir,
inanmıyorum."
"Sihir de tıpkı simya gibi bir
ilimdir sultanım. Fakat sihirle görülenler aslı olmayan hayaller değildir.
Bilakis aslı olan bir şeyin hayalidir. İşte şu gördüğü çadır Isfahan Hanı'nın
çadırıdır. Az sonra size hemen şuracıkta Lahor sultanının sofrasını
kurdurabilir, çevrenize hizmetçiler yığabilirim. Efsun ve hülya insan
muhayyilesini inandırır. Seninkinin evlendiğini sandığı kız hakikatte bizim
çöpçatan karıydı, ama onu iki yıl evvel Sultan Ahmet'in Kölemen Emiri'ne hediye
ettiği Gürcü cariye olarak gördü, Nakşıgül olduğuna inandı."
"Yani Nakşıgül yaşıyor -bunu
söylerken bir tuhaf olmuştu-öyle mi?"
451
"Uyle tabii. Ama bunu seninkine
söyleyemezdim. Varsın karısının cariye diye satıldığını bilmeden mutlu
ölsün."
Hörükız Cüce Çaker'in "Varsın,
mutlu ölsün!" sözünden Kara Şahin'i zehirlediğini anlamıştı. Bir an evvel
bir şeyler yapmalı, önce kendini, sonra onu kurtarmalıydı. İçindeki tedirginlik
öfkesini kabarttı. Belki de bu adamın davranışlarını değiştirmek, sağlıklı
düşünmesini önlemek lazımdı. Öfkelendirmek de bir yol olabilirdi. Onu
aşağılamak istedi:
"Seni kuduz köpek, onu zehirledin
mi yoksa?!.." "Hağh, hağh!.."
"Lanet olası bok çukuru!.. Suratını
fareler yiyesi kambur cüce, söyle zehirledin mi?!."
"Cık, cık, cık... Sana hiç
yakıştıramadım, hiç!.. Ayrıca mutlu bir ölüme zehirlenmek diyemezsin!.."
"Mutluluğu veren öd torbasına bakın
hele!.. Gerdek gecesinde onun karısını öldüren konuşuyor?"
"Ben katile benziyor muyum hiç
güzelim!.. Ayıp, çooook ayıp. O gece kimseyi öldürmedik. Bindalh'nın ölü
oynaşının yüzüne birazcık balmumu, damadın şerbetine de biraz Cabilsa şurubu
yetmişti... O gece kime baksa Nakşıgül diye sarılırdı zahir. Ertesi gün Eyüp
Tomruğu'nda suyuna şu eczadan katmasaydık ağlaya ağlaya ölecekti. Ama bu gün
ona bu eczadan veren olmayacak!.. Ama yine de iyiliğim üstümde, bu sefer ona
bir iyilik daha yaptım. Azıcık sabret bak, seni dünya güzeli karısı zannedip
sevinecek ve ardından kahkahalarla gülmeye başlayacak. Eh ağlayanların da bir
gün gülmesi gerek değil mi?!.."
"O zehiri yaptığın güne lanet
okuyacaksın Allah'ın belası, sidik suratlı cüce."
"Biz adama sevgili yanında, güle
güle ölme şerefi bahşediyoruz, sen hâlâ..."
"Kes sesini pislik, büyüye layık gördüğün
bir gerdek gecesi bile ona bir ömür acı çektirecek."
452
"Bahtiyar bir zevk gecesi, otuz
beyaz inciye değmez mi sence, ha, değmez mi?"
"Değmez aşşağ..."
Hörükız iki göğsünün arasından bedenini
delip geçen bir okun acısıyla kıvrandı. Üstelik ok peşinden alev almış bir
ibrişimi sürükleyip getirmişti ve ibrişim sönmek bilmiyordu. Bütün bedeninini
alevler kaplamıştı ve acısı tahammülden öte bir şeydi. Demek Cüce Çaker yine
bir ipin ucunu asılmıştı. Artık ikisi de ayakları üzerinde durmuyor, ellerinin
bağlı olduğu halatlarla tavana asılı, baygın bekliyorlardı. O sırada bir çift
gözün, bütün bu olup bitenleri gözlediğinden kimse haberdar değildi.
I 11
Bican Efendi Sultan Ahmet Arastası'ndaki
kumaş dükkânına vardıktan birkaç dakika sonra sıska ve ihtiyar dükkâncı ondan
şüphelenmiş, sorular sormaya başlamış, dükkânından gitmesini istemişti. Bican
Efendi dışarı çıkar gibi ayağa kalkınca punduna getirip adamı önce yere
yapıştırmış, sonra kıskıvrak bağlamış, sesini çıkarmasına fırsat vermeden
tezgâhın altına tıkmış, üzerine de Bursa çatmalarından bir kumaş topunu
açı-vermişti. Kapıyı içeriden sürgüleyip dolabın içinden girilen dehlizde
ilerlemeye başladığında önce bu dehlizin bir cüceye göre olduğunu gördü.
Gittikçe daralıyordu. Hatta bir yerinde sıkışıp kalmış, farelerin hücumuna bile
uğramıştı. Azman hayvanlar hayat yollarının tıkandığın zannedip çığlık çığlığa
bağırmaya başladıklarında bir an evvel buradan kurtulması gerektiğini, yoksa
fare çığlıkları dehlizin öteki ucundan duyulursa ölümüne davetiye yollanmış
olacağını düşünmüştü. Öyle ya, ta Felemenk diyarından gelip de İstanbul'un
bütün güzellikleri dururken bir dehlize sıkışarak ölme düşüncesinden kim
ürk-mezdi? Çırpındı, çırpındı. Giysisi parçalanasıya kadar çırpın-
453
di. Dar bölgeyi geçtiğinde üzerinde yalnızca
çiçek desenli iç çakşırı vardı ve dehlizin bir daha daralmaması için dua etti.
Neyse ki çok geçmeden sesler duymaya başlamış, fareler ve köstebeklerin çekilip
gittiğini fark etmişti. Dikkatle ilerleyip de ışık sızan kapıya geldiğinde
hırıltılı bir ses, "Otuz beyaz inciye karşılık bahtiyar bir zevk
gecesf'nden bahsediyordu. Gözünü kapıdaki yarığa yerleştirdi. Gördüğü manzara
dehşet vericiydi. Cücenin olması gereken yerde Kara Şahin ve Hörükız
duruyorlardı. Besbelli ki içeride birkaç kişi onları kıskıvrak yakalamıştı. Ama
hiçbiri ortada görünmüyorlardı. Yalnız Cüce Çaker yerinden hızla kalkıp birkaç
ipin ucunu duvardaki çengellere astı ve odanın en izbe köşesinde gözden
kayboldu. Bican Efendi uzun süre bekledi. Sessizliği bozan tek ses Kara
Şa-hin'in kendine gelip ağlamaya başlamasıydı. Kara Şahin çocuk gibi ağladığına
göre çok kötü gerçekler öğrenmiş olmalıydı. Onu hiç böyle görmemişti. Hörükız
hâlâ baygındı. Kara Şahin bir ara ona baktı, sonra "Nakşıgülüm,
şekerparem!.." deyip bu sefer gülmeye başladı. Bu arada Cüce Çaker
kaybolduğu karanlık köşeden hızla odaya yeniden girdi. Elinde altın külçeleri
vardı. Demek gerçekten simyayı başarmış, altın elde edebilmenin yolunu
bulmuştu. "Yahut da..." dedi içinden, "Kara Şa-hin'in ve
öldürdükleri diğer adamların altınları bunlar!" Cüce Çaker külçeleri
istiflediği kasayı tezgâhın üzerine koyup yeniden gözden kayboldu. Bican Efendi
burada garip bir şeyler olduğunu hissetmişti ama başka kimseyi de görememişti.
Kara Şahin'in kahkahaları ortalığı boğmaya başladığında bu fırsatı kaçırmak
istemedi ve kapıya yüklendi. Sürgülü olmalıydı. Eliyle yokladı ama mandal
bulamadı. Karanlıkta kapının her yerini tekrar tekrar yokladı. "Bu kapıyı
dışarıdan da açan bir düzenek olmalı" diye düşünüyordu. Ortalık zifiri
karanlıktı, eliyle çevresini yoklamaya başladı. Sonunda kapının menteşe
duvarında eline bir düğüm ilişti. Evet, bu olmalıydı. Yarıktan içe-
454
riye baktı. Tam ipi çekecekti ki Cüce
elinde külçelerle yeniden odaya girdi. Bir sefer daha gidip altın getirmesi
için dua etmekten başka çare yoktu. Külçeleri kasaya yerleştirdi, kasanın dört
yanındaki halkaları yukarıdan sarkan bir zincire bağlayıp zincirin ucundaki
mekanizmanın kolunu çevirdi. Külçe sandığı tezgâh üzerinde önce yürüyüp sonra
bir karış kadar havalandı. Bican Efendi "Demek yukarıya çıkaracak! Kaçmaya
hazırlanıyor" diye düşündü. Cüce altın kasasını öylece bırakıp oturduğu
peykeye gitti. Tavana asılı iplerden birini daha çekmesiyle Kara Şahin'in
yıldırım çarpmış gibi yerinde yalabık-lanması bir oldu. Sanki ağlara takılmış
bir balık gibi çırpınıyordu. Kahkahaları kesildi. Bir dakika kadar sonra
bayıldı. Cüce Çaker o bayılır bayılmaz geldiği deliğe doğru yeniden
hareketlendi. Şimdi etrafta çıt yoktu. Bican Efendi hem sessiz olması, hem de
elini çabuk tutması gerektiğini iyi biliyordu. Düğümü yavaş yavaş çekti. Onun
korktuğu cüce değildi ama eğer içeride kendisinin görmediği köşelerden birinde
cücenin muhafızları varsa başa çıkmak zor olabilirdi. Çünkü üzerinde hiçbir
silahı yoktu. Kapının gıcırdaması her şeyi berbat edebilirdi. Neyse ki korktuğu
olmadı. İçeriye girip yavaşça kapıyı kapadığında ilk yaptığı şey gizlenecek bir
yer aramak oldu. Cücenin peykesi bu iş için uygundu. Hemen arkasına geçip
gizlendi. O sırada Cüce içeri girdi. Külçeleri sandığa yerleştirdikten sonra
durdu, etrafı dinledi, havayı kokladı ve neşeli bir homurdanışla sordu:
"Hm!. Bir misafirimiz var, öyle
mi?!"
Bican Efendi'nin kalbi duracak gibi
oldu. Cüceden korkmuştu. Daha doğrusu adamın böğürür gibi konuşması çok
ürkütücüydü. Ona sırtı dönük bir kişi bu sesin bir cüceden çıktığına asla
inanmazdı. Bekledi. Cüce yerinde yavaşça döndü. Yere sakına sakına basarak
duvarda dizili cam tüplere doğru ilerledi. Bican Efendi bir ara arkasından
gidip kıskıvrak yaka-
455
lamayı düşündü. Sonra bundan vazgeçti.
Peykenin bacaklarını kavradı. Gerektiğinde kaldırıp onunla vurabilirdi. Cüce
raftan yıldız kesimi demir bir kabare aldı. Sonra aniden dönüp fırlattı.
"Ciyak!.." sesiyle birlikte tavandan kazanın içine bir fa- t re düşmüştü.
"Ben size eczalarımdan uzak duracaksınız
demedim mi?!." Bican Efendi az kalsın bayılıyordu. Cücenin maharetini
görmüş, karanlıkta küçük bir kabareyi bir farenin tam alnına saplayışını
hayretle izlemişti. Yerinden kıpırdayamıyordu. Tedbirli olmalıydı. Ayak
seslerini dinledi. Cücenin yeniden aynı dehlize gittiğinden emin olunca başını
kaldırıp çevresine bakındı. Şansı yaver gitmişti. Peykenin altında bir çuval
buldu. Adamın geleceği deliğe doğru ilerleyip hazır bekledi.
111
Sonraki soruları Bican Efendi sordu;
tavana asılı çuvalın içindeki Cüce Çaker cevapladı. Her yalan söylediğinde
çuvalın içine, simya denek farelerinden canlı bir tanesini daha atıyordu.
Farelerin ciyaklamalarıyla çıldırmadan evvel altınların, mücevherlerin,
katillerin ve cesetlerin yerlerini birer birer söyletti. O sırada Hörükız yarı
baygın yatıyor, Şahin de "Nakşıgü-lüm!" diye ona sarılıp sarılıp
gülüyordu. Hatta bir ara Bican Efendi'ye bakıp iç donunu göstererek gülmeye
devam etti:
"Bu ne hal Bican Efendi!. Hah, hah,
ha... Nakşıgülüm, gözümün nuru!.."
456
66. Sual: O Hikâye Nasıldı?
Ahmet Dede'nin kısa ama derin sohbeti,
ihtilal ortamında şiddete alışmakta olan ruhuna munis bir anne şefkati kadar
iyi gelmişti. Mevlevihane'yi çok özlediğini o vakit anladı. Derman Dede'yi,
Kazancı Dede'yi, cümle canları dört ay sonra yeniden görmek bir bahtiyarlık
sayılırdı. Belki de yeniden buraya gelip dervişliğe soyunmalıydı. Çünkü burada
sevdiği insanlar vardı ve İstanbul'un bu sonbaharı pek çoklarının tanıdığı,
sevdiği insanları savurmuş, alıp götürmüştü. Yangınlar, yağmalar, çatışmalar ve
kıtaller... Mevlevihanedeki asude hayat devam ediyordu çok şükür. Yalnızca
Süleyman Nahifi Efendi'yi göre-
457
memişti. Ahmet Dede'nin söylediğine göre
şair Nedim Efen-di'nin gıyabi cenaze namazına gitmişmiş. Zavallı Nedim
Efendi!.. Çırağan ve Sadabat'ın, kış gecelerinde helva sohbetlerinin
renklerinden, kokularından, nağmeler ve nüktelerinden, eğlence ve oyunlarından
ilhamlar alarak şuh handeler gibi şakıyan mısralarıyla ne derece hassas ve rind
bir şair idi. Engin ruhunda gamların barınabileceği ufak bir liman bile
bulunmayan bu adamdan geriye gazeller ve şarkılarla birlikte gonca dudaklardan
ve pembe lalelerden daha rakik, süzgün ve aşüfte handeler kalmıştı.
Mevlevihane'deki söylentiye göre isyancılar Beşiktaşı'ndaki evinin kapısına
dayanınca yarı mest, çatıya çıkmış ve oradan kendini boşluğa bırakıvermiş. Bunu
duyunca onun geçen yıl dillerde dolaşan gazelinin son beytini mırıldanmaktan
kendini alamadı:
Ey Nedim, ey bülbül-i şeydâ, niçin
hâmûşsun Sende evvel çok nevalar, güft ü gûlar var idi*
Canların öğle zikrine hazırlandıkları
esnada Mevlevihane'den ayrılırken Nahifi Efendi'nin hücresindeki yastığın
üstüne küçük, kirli, topraklara bulanmış bir kesecik bıraktı. Bu, kuşluk
vaktinde Şeyh Yahya Efendi Dergâhı'nın naziresinden, çıkardığı üç keseden biriydi
ve içinde armudî bir zümrüt vardı. Nahifi Efendi'nin sır saklayacağından,
keseyi asla sorgulamayacağından ve parasını tekkenin masraflarına
harcayacağından emindi. Bican Efendi daha bu sabah ona mezarı tarif ettiğinde
kendi incilerini bulacağını söylemişti. Cüce Çaker'in koynuna üçüncü fareyi
attığı zaman itiraf ettirmişmiş. Anlattığına göre Dergâh'a girmeden yirmi adım
kadar solda bir kap-
*
Ey Nedim, ey çılgın bülbül, neden böyle sustun? Oysa sende ne muhteşem
şakıyışlar; söylendik, söylenmedik nice sözler var idi...
458
tan mezarıymış. "Bir lahit
mezardır. Şahidesi kırık bir kalyon direği ve o direğe bağlı bir yelken
şeklinde yontulmuştur. Lahdin sağ omuz köşesinde," diye söylemiş. Kara
Şahin gelirken umutsuz olmakla birlikte tam tarif edilen yerde mezarı, hemen
altında da incileriyle birlikte bambaşka iki kese daha bulmuştu. Mezarın
kitabesi gerçekten de eski bir denizciye aitti. Kitabesini okurken annesini
hatırladı. Çoktandır mezarına gidememişti. Onun da tıpkı bu denizci gibi
ansızın ömür gemisinin sereni kırılmış, yelkeni toplanıvermişti. Bu mezar taşı
kendisine çok şey anlatıyordu. Belki de bu yüzden şimdi Mevlevihane'ye uğramış,
kim bilir kimlerin başını yakmış olan iri zümrüdü, yine kimsenin haberi olmadan
oraya bırakmıştı. Kapıdan çıktığında belindeki kuşakta sakladığı diğer iki
keseyi eliyle yokladı. Seviniyordu. Atını tırısa kaldırdı, sonra da dörtnala
sürdü.
Hörükız'ın kendisinden evvel Galata
rıhtımına ulaşmasını istemiyordu. Eğer her şey yolunda gittiyse o da muhtemelen
şu sıralarda Kazasker İshak Efendi'nin yanından ayrılıyor olmalıydı. Bu sabah
ona da Binbirdirek Sarnıcı'ndaki hazinenin emin ellere ulaştırılması vazifesi
düşmüştü. Baba dostu İshak Efendi ancak ona inanır, ihbarcıyı tutuklatmazdı.
Cüce Çaker'in biriktirdiği onca külçede İstanbul tacirlerinin ve zenginlerinin
hangilerinin pay sahibi olduğu belli bile değildi. Üstelik çoğu bu altınlar
yüzünden Halic'in derin sularında ebedi uykulara dalmışlardı. Elbette bunca
altın ancak Âl-i Osman hazinesine konulmalıydı. Hörükız bunu başaracaktı.
Şahin, geçtiği yollarda İstanbul'u
neşeyle seyrediyor, karşılaştığı insanlara genç yaşlı, çoluk çocuk selam
veriyordu. Atını ya Tophane'de yahut Azapkapısı'nda bırakması gerekiyordu.
Çünkü şehirde hayat normale dönmüştü ve at ile dolaşmak artık yalnızca üst
rütbeli devletlüların ayrıcalığıydı. Hele köprüye at ile girerse tutuklanırdı.
O Azapkapısı'nı tercih etti. Sonra da koşarak rıhtıma vardı.
459
m
¦,¦11,"
ti
Hafız Çelebi elini Topaç Yeye'nin omzuna
atmış, hemen köprü girişinde onu bekliyorlardı. Heyecanla ve kaş göz işaretiyle
incileri bulup bulmadığını sordular. On-ı,
lara gülümsedi. Hafız Çelebi biraz
Sı
solgun ve durgundu. Yeye
onu ayakta tutmaya çalışan bir baston k, , gibiydi. Bican Efendi mürur tezki-I'!! resini almış veda için geliyordu. Geminin
demir almasına yarım sa-
flffi
at vardı. Şahin'in gülümseyen şif-\
resine o da çok sevindi. Sonra hepsinin gözleri köprünün İstanbul
yakasından gelecek Hörükız'ı aramaya başladı. "Şu sıralarda gelmesi
lazım." "Evet, inşallah her şey yolunda gitmiştir."
"Yolunda gitti elbette!.." Hepsi birlikte arkalarını döndüklerinde
Hörükız'ı feraceli bir kadın olarak gördüler. Kara Şahin neredeyse
sanlıverecekti! Ellerini açıp adım attığı sırada birden duraksadı. Diğerleri
bunu anlamışlardı. Hörükız başını yere eğdi. Şahin bakışlarını gökyüzünde
gezdirdi.
"Ih-ımL Şimdi hepiniz gelin
bakalım, ayrılmadan son bir
kez konuşalım."
Bican Efendi durumu iyi kurtarmış, Yeye
ile Hafız Çele-bi'nin gülmemesini sağlamıştı. Hamallar tarafından gemilere
yüklenmek üzere filelerle bağlanmış balyaların arkasında bir köşeye çekildiler.
Bican Efendi bütün ayrılıkların, bütün vedalaşmaların ruhunda var olan hüzünlü
bir tonda konuşmaya başladığında elindeki çıkının düğümünü çözüyordu:
460
"Artık yaşlandım. Önümüzdeki baharda,
Katre-i Hayat'ın açtığını görmeye gelir miyim bilemem. İki ömrüm olsaydı
ikincisini de İstanbul'da geçirmeyi çok isterdim. Olanlara rağmen insan bu
şehirde daima bahtiyar yaşayacak sebepler bulabilir yinls de. Yeye! Laleler
artık sana emanet!.. Yeni bir lale ürettiğinde işte şu gemiyle bana da bir
soğan gönder. Gönder ki sizi hiç unutmayayım. İşte şu kese o göndereceğin
soğanların havale bedeli. Ve şu da Şehnaz'ın çeyizi için."
Bican Efendi çıkının içinden biri küçük,
diğeri büyük iki keseyi el çabukluğuyla Topaç Yeye'nin kuşağına sokuverdi.
Herkes şaşırıp kalmıştı. Topaç Yeye birden Şehnaz'ı düşündü. Sonra hepsi birden
itiraz edecek oldularsa da fırsat vermedi, Yeye'nin başını okşadı:
"Bunlar, evladım, Aslan Ağa'nın
senden çaldığı anne şefkatinin ve gençlik yıllarının bedelidir. Al, çekinme...
Huri Kızım sana gelince. Bir oğlum olsaydı senden başkasını gelin almazdım.
İstiyorsan gel benimle şu gemiye bin, seni asilzadelerle evlendireyim. Yok,
gelmem diyorsan şu küpelerle düğmeleri benden hatıra say!"
Hörükız, avucuna konan iri elmas küpeler
ile zebercet düğmelere bakarken şaşırmakla birlikte işi şakaya vurdu.
"Bican Efendi!.. Cüce Çaker'in
hazinesini mi yağmaladın sen? Kazasker İshak Efendi'ye haber
vermeliyiz!.."
"Ben bir koşu varayım, gemi
kalkmadan..."
Hepsi birlikte gülüştüler. Bican Efendi
son cümleyi söyleyen Kara Şahin'e susmasını işaret etti:
"Elbette senin konağını da geri
aldım. Annenin hatırası say, düğününü orada yap!.."
Hörükız başını gemiden yana çevirdi.
Kara Şahin ile göz göze gelmek istemiyordu. Düğünden bahsediliyordu.
Nakşı-gül'ün sağ olduğunu ona söylememişti. Belki de hiç söyleme-"leliydi.
Hem sağ olsa bile şimdi kim bilir hangi sarayda, kaç
461
çocuk annesiydi. Tabii olmayabilirdi de.
Üstelik ona söylemediği başka şeyler de vardı. Acaba bir şehzade olduğunu
öğrenmek ister miydi? Kendisinin onu yaşatmak için yaşadığını bilse ne
düşünürdü? Annesinin ölmeden evvel kendi babasına otuz iri inci tanesi vererek
onu korumasını ve şehzade olduğunu bildirmemesini vasiyet ettiğini, babasının da
bu incilere hiç dokunmadan onu koruduğunu öğrenmesi ne işine yarardı. İki yıl
evvel babasının ölürken verdiği incileri şimdi getirip önüne saçsa ne
düşünürdü. Haliç'te sandalına çarpan basmacı kayığındaki hamlacının da,
Seyrekbasan Osman'ın yardımını otuz altın karşılığında ona Hızır gibi
ayarlayanın da, hatta Tomruk Emini onu çarşıda yakalamak üzereyken çığlık atıp
dikkatleri dağıtan kadının da, Elçi Hanı'nda elinde hançer ile yerde bulduğu
adamı bayıltan meçhul kişinin de, daha pek çok yerde hissettirmeden işlerini
düzene koyan kişinin de kendisi olduğunu bilmesi ona ne yarar getirirdi ki?
Üstelik belki "Ele girmezse eğer sevdiğimiz / Ne çare eldekini
sevmeliyiz" beytini bir yerlerde duymuş da olabilirdi. Ona bundan böyle
"Şehzade Ahmet veya Sultan Ahmed-ı Râbi (IV. Ahmet)" denilmesini
gerçekten ister miydi? Annesin hatırasını taşıyan "Ahmet" adı acaba o
vakit kendisine güzel gelir miydi? Acaba...
Acaba...
Sorular zihninde uzayıp giderken Kara
Şahin'in Şehzade Ahmet olduğunu İshak Efendi'den ve kendisinden başka bilen hiç
kimsenin artık kalmamış olduğunu fark etti. Başına gelenlerden sonra İshak
Efendi'nin yeni hükümdara ve yeni vezire bu şehzadeden bir daha
bahsetmeyeceğinden adı gibi emindi. Patrona Halil, yalnızca Sultan Ahmet'i
değil, bilmeden Şehzade Ahmet'i de hal' etmişti. Bütün bunları düşünürken Kara
Şahin'in düğün konusunda ne cevap verdiğini yahut altınlara ilişkin ne
yaptığını hiç bilmedi. Elbette Şahin'in neyzen bakışıyla bütün o düşünce anını
izlediğini de bilmedi. Başını gen
462
döndürdüğünde yalnızca "uemryı
Kaçırac<msıııız. t»uu> «^.v,.. di!" diyebildi.
"Keşke kaçırsa!.."
"Kafız Selebim! Dört gün evvel
kaçırmıştım biliyorsun. Bir daha geldi. Bunu kaçırsam biri daha gelecek. Bundan
böyle İstanbul'a gelen gemilerin değil de İstanbul'a giden gemilerin yolunu
gözlemek istiyorum. Ta ki ikiz lalelerimden birini sana ulaştırabileyim. Benim
aziz dostum!.. Müslümanlar 'Hakkını helal et!' diyorlar ya, sen de bana hakkını
helal et. Sizin cennete beni alırlarsa orada ziyaretine gelirim; olmazsa sen beni
ziyarete gel. Çünkü seni çok özleyeceğim."
III
Yelkenlerini doldurup Sarayburnu'nu
dönen Flandır bandıralı Amsterdam gemisinin puntellerine yaslanıp İstanbul'u
daha şimdiden özlemiş gibi son defa seyretmekte olan gözlerden iri avuçlarını
dolduran nadide bir gerdanlığın incileri ve yakutları üzerine akan gözyaşları,
yakutların sıcaklığı ve incilerin saydamlığına karışıp kayboldu. O sırada
rıhtımdaki nemli gözler, bir daha karşılaşamayacaklarını bildikleri bir dostun
son görüntülerini gözbebeklerine nakşetmekle meşguldüler. Ne Şahin'in
pazubendinden çıkarıp Hörükız'ın avucuna sıkıştırdığı inci tanesini, ne de
Hörükız'ın gözünden süzülen inci tanesini kimsecikler görmedi. Hafız Çelebi bir
hikâye anlattı.
463
HATİME
Bir müzayededen satın alıp içindekileri
yalınlaştırarak sizlerle paylaştığım "Yek Cinayet Şast u Şeş Sual"
adlı elyazması-nın satırları böyle bitiyor. Kütüphanelerde bu kitabın bir
kopyasını daha bulamadığımı kitabın başında söylemiştim. Ama Hafız Çelebi'nin
nasıl bir hikâye anlattığı hususundaki merakım beni Osmanlı arşivlerine
yöneltti. Henüz o hikâyenin hangisi olduğunu bulamadım, ama kahramanlarımızla
ilgili bazı bilgilere buldum. Bu bilgiler, dönemin tarihçisi Suphi Efen-di'nin
yazdıklarına da uyuyordu. Belki bilmek istersiniz diye yazıyorum:
Devrin şairlerinden Fasihî, isyanı
anlatan çok sayıda şiirler yazdı. Kadı sicil defterlerinde pek çok adli olay
yer aldı. Başta Sultan Ahmet olmak üzere ihtilalde yitirilen insanları anlatan
ve kimin söylediği belli olmayan manzum bir destan, yıllarca hem İstanbul'da
hem de Anadolu ve Rumeli'deki yurtlarda yanık nağmelerle okundu, gözyaşlarıyla
dinlendi. Müteferrika Ib-
464
rahim Efendi'nin matbaası iki ay içinde
yeniden kitap basmaya başladı. Hafız Çelebi ile Yanık Yusuf Ağa'nın isimleri
daha sonra yazılan şükûfenamelerde ve lale mecmualarında sık sık anıldı.
Kayıtlara göre tam çeyrek yüzyıl boyunca hiçbir bahçıvanın Cücemoru
yetiştirmediği anlaşıldı.
Sultan III. Ahmet, tahtından
indirildikten sonra yaşadığı altı yıl boyunca Necib mahlasıyla gazeller,
murabbalar kaleme alarak sonsuz kederini unutmaya çalıştı. Kızını kocasız
bıraktığı günden dolayı hep pişman oldu.
Sultan I. Mahmut, çeyrek yüzyıl Osmanlı
Devleti'ni idare etti. Bahar meltemlerinin bazı geceler kemanının yanık
nağmelerini Üsküdar sahillerine kadar getirdiğini işitenler anlatır. Şiir yazar
ve hüsn-i hatla ilgilenirdi.
Kazasker İshak Efendi, ihtilalden sonra
üç yıl görevde kaldı. Haliç'te üç bölgeyi dalgıçlarla taratıp ihtilal
öncesindeki faili meçhul cinayetlerin hepsini aydınlattı. Başarılarından sonra
şeyhülislamlığa getirildi. Sultan I. Mahmut'un cülus bahşişi için harcanan
külçe altınları nereden bulduğunu hiç kimse öğrenemedi.
Patrona Halil Ağa hakikatte dürüst
olmakla birlikte çevresini saranlar aşağılık herifler çıkmıştı. Sultan I.
Mahmut ona sahte bir hil'at giydirme merasimi tertipledi, adamlarıyla birlikte
sarayda bir divana davet etti, divan sonunda kendisini Revan Köşkü'nde, Muslu
Beşe, Kahveci Ali, Civelek Mustafa gibi azılı haydutlarını da Aslanhane'de
doğratıp leşlerini Bâb-ı Hümâyûn önüne attırdı. Ardından İspirizade, Kaptan-ı
derya Abdi Paşa, İstanbul Kadısı İbrahim Efendi gibi şerir adamları boğdurttu.
Pit-Jan (Bican) Efendi, Cüce Çaker'in
ganimetlerinden aldığı iki parça gerdanlığı İngiltere'de paraya çevirerek
Fele-menk'te geniş araziler satın aldı. Giderken gemiye yüklettiği Çuvallar
dolusu lale soğanını burada üretti, .Hafız Çelebi'nin
465
anısına İstanbul laleleri yetiştirdi.
Onun parıltılı laleleri yetişince Hollanda'da lale çılgınlığı başladı. Ölünceye
kadar her yıl İstanbul'a bir çift lale soğanı göndermeye devam etti.
Hazırladığı lale resim albümleri daha sonra kraliyet kütüphanesinin en değerli
koleksiyonları arasında sayıldı.
Şehnaz, henüz çocuktu. Topaç Yeye de
çocuktu. Bir yıl sonra üç çocuk oldular.
Hafız Çelebi, üç yıl Sultan Mahmut için
lacivert lale üretti. Yeye'ye medrese eğitimi aldırmayı çok önemsedi. Bir emeli
de torun sahibi olmaktı ve Yeye'nin kızını bağrına bastığı ilk akşamda vefat
etti. Her şeyiyle birlikte kaplumbağaların sırrını da yegâne oğluna miras bıraktı,
sırrı yazdığı kâğıdı yırtıp attı.
Topaç Yeye, ihtilalde konakları
yağmalanıp işleri bozulduğu için evhama yakalanan Veyis Ağa'yı Haseki
Bimarhanesi'ne göndermedi, hanımıyla birlikte yıllarca himaye etti. Ne ki
içinden gelip bir gün olsun onlara anne-baba diyemedi. Ayasofya Medresesi'nde
üç yıl hadis tahsil etti ve Katre-i Hayat'ı beş nesil yaşattı. On yıl sonra
Lale Encümen Reisi oldu. Şükûfeciler arasında Yanık Yusuf Ağa diye ün saldı.
Her yıl Pit-Jan Efen-di'ye iki soğan ile bir mektup göndermeyi ihmal etmedi.
Şeh-naz'ı çileden çıkaran tek huyu, Kara Şahin ile havuz başında oturup
sabahlara kadar eski günlerden bahsetmekti. Yalnız kaldığında sık sık Hafız
Çelebi'nin "Lalelerin dikim zamanı geçiyor oğulcuğum!.. Gelecek bahara
inşallah Katre-i Hayat yetiştireceğiz," diyen sesini hatırlıyor ve gizlice
ağlıyordu.
Hörükız'a gelince; Üç Hilal Cemiyeti
ciltlerinde bir daha adına rastlanmadı.
"Kara Şahin?"
"?!.."
466
uğruna can verilecek bir sevgili yaşar
içimde. Lale, bağıma taç ve ben ona muhtaç.
Kapa gözlerini ye dinle sakî, bir
İstanbul lalesinin çığlıklarını
duyuyor musun?!.. İstanbul'a çıkmayan
bir lale yolu, laleye
çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır,
yitiktir. Rüzgarları toplayan
hüzünler aşklar yoksa İstanbul
bahçelerinde ve bir kabir başında
ışıklar yas tutar gibi laleler ağlar
seher vakitlerinde.
Uyan sakî, lale devrindey\
15TL
¦ kapı no: 1 81
Kâpi bütün eserleri: 40
^m
i
İskender Pala _ Katre-i Matem