12 Nisan 2012 Perşembe

2


244



"Birkaç gün evvel başımda çerağ uyandırdım efendim. Padişahımız efendimiz yerine beni vezir hazretleri kabul ettiler. Şimdi de ata biner kulu oldum. Geçimim, maişetim sayelerin-dedir. Şiir meclislerinde musahibi olacağım, devletlû insanlarla tanışacağım. Üzerimdeki giysiler asıl o meclisler içindir."

Kara Şahin havadan sudan bahsederken hep Yeye'nin bir yerden çıkıvereceğini ve kendisini derhal Katre-i Matem'in yanına götüreceğini umdu. Her neredeyse Hafız Çelebi'nin onu çağırtacağını bekliyor, beklerken de vezir sarayında başına gelenlerden bahsedip duruyordu:

"Şu sizin Bican Efendi gibi benim de Flandır'dan gelmiş bir ressam hücre komşum var: Jean Baptiste Vanmour. Sarayda sultanın ve hanedanın resimlerini yapıyor. Ama düzenbaz herif asıl ecnebi elçileri dolandırıyormuş."

"Haa!.. Buraya geldi geçenlerde senin o komşun. Tanıştık. Bican Efendi'nin arkadaşıymış. Nasıl dolandırıyormuş bakalım elçileri?"

"Diğer komşum nakkaş Lütfî'nin dediğine göre elçiler, kendi ülkelerine sultanın huzuruna kabul edilişlerinin resimleriy-le dönmek isterlerse eğer, -ki hemen hepsi bunu istiyormuş-işte bu adam onların arzularını yerine getirip kabul resimleri çizermiş."

"İyi de elçi kabulleri sultan ile elçi arasında gizli yapılmaz mıydı!.."

"Elbette öyle, ancak sultan onları hep aynı salonda, aynı kıyafetle kabul ettiği için bizim Vanmour Ağa'nın mahzeninde zaten birbirine benzeyen hazır birkaç Kubbealtı resmi bulunur ve resim isteyen elçinin portresini bunlardan birinin içine yerleştirince iş olup bitiverirmiş."

"?!.."

Hafız Çelebi'nin keyfi yok gibiydi sanki. Pek hüzünlü görünüyordu. O hayat ve hikmet dolu adam bu olamaz diye geçir-

245

di içinden. İnsan hemen bir kışta başka birisi olabilir miydi? Kendisinden bir şeyler gizliyordu ama... Başını sallayıp ciğerlerine derin bir nefes çekerken onun yanında eskiden hep bir huzur duyduğunu hatırladı. O sırada erken yazı müjdeleyen , bir günün tertemiz ıtırları burnunu doldurmaktaydı. Gülümsedi. Avuç içlerini kaftanının samur yakalı göğüslerinde gezindirdi. Nakşıgül şu halini görseydi diye içinden geçirdi ve ayağa kalkmaya hazırlanırken sordu:

"Şimdi Topaç Yeye'yi ve Katre-i Matem'i görebilir miyim

artık!"

"Ha evet, Katre-i Matem... Bu sene inşallah lale mevsiminin en güzel lalesi olacak. Henüz goncası çatlamadı, ama çok gür ve güzel yetişiyor. Zavallı Yeye bütün kış ona baktı, korudu,

kolladı."

Hafız Çelebi'nin Yeye'den bahsederken "oğulcuğum" yerine "zavallı" sıfatıyla bahsetmesi Kara Şahin'in içine bir ateş bıraktı. Şimdi onu tekrar sormaya cesaret edemiyordu, duyduklarının doğru çıkmasından da endişe ediyordu. Eyüp oyuncakçılar çarşısında olanları duymuştu. Ama oradaki çocuğun Topaç Yeye olması ihtimalini hiç kabullenmemiş, hatta aklına bile getirmemişti. Sakın Hafız Çelebi bugün ona kötü bir haber verecek olmasındı. Yeye kendisini görünce ne kadar sevinecekti kim bilir? Onu çok özlemişti. Mutlaka o da kendisini özlemişti. Bir an evvel sarılmak, elini tutmak, başını okşamak ve hasret gidermek istiyordu. Ancak Hafız Çelebi yine ağırdan alıyor, sanki Yeye bahsini hiç gündeme getirmek istemiyordu. Bir müddet aralarında sessizlik oldu. İkisi de sonbaharda toprağa bıraktıkları lale soğanının, Katre-i Matem'in bulunduğu yöne doğru ilerlerken bu sessizlik derinleşti. Katre-i Matem gerçekten de ikiz bir soğanın yarısı gibi değil, tek ve metin bir soğan gibi boy atmıştı. Yaprakları parlak ve canlıydı. Adının matem olduğunu unutup Kara Şahin'in gelişine seviniyor gibi

246

bir hali vardı, rüzgârda nazikçe sallanıyor, goncasını iki yana selam verir gibi hareket ettiriyordu. Şahin'in gözlerine yaş doldu. Bir zamanlar sevdiği kadının avucunda bulduğu bu yarım soğan kendisine onun asaletinden izler taşıyan bir güzellik sunacaktı; mateme varan bir güzellik...

Kara Şahin, lalesine bakarken adını yeniden mırıldandı: "Katre-i Matem!.. Bütün hüznümü biriktirdiğim yegâne aşkım benim." Sonra Hafız Çelebi'ye sormak istediği bir soru olduğunu hatırladı:

"Vanmour Efendi saraydan resimlerle döndükçe haberler, dedikodular da getiriyor bazen. Gelecek cuma günü Galata'da kiraladığı binaya taşınacakmış. Sık sık Galata'ya sandalla gidip geliyor. Ben önce ondan duydum, sonra velinimetim vezir efendimizden. Belki sizin de kulağınıza çalınmıştır, Haliç'te torbalara konulmuş cesetler bulunmuş. Bir de kadın cesedi varmış. Nakşıgül'ün mezarını bulamamıştım biliyorsunuz. Acaba diyorum, hani Allah göstermesin?"

"Şahin -yahut Selman- evladım, gönül bir şeye zorlandığı vakit körelir; kendini bu meseleye fazla kapatma. Böyle devam edersen doğruları göremez olursun. Şunu aklına koy; Nakşıgül geri gelmeyecek, illa ki onu bu dünyadan gönderenler cezasını çekmeli. Kendini Nakşıgül'den ziyade bu hususa teksif et. Amma dikkatli ol, çok dikkatli ol."

"Dikkatli oluyorum efendim. Bir tek size bu sırrımı açabiliyorum zaten. Bir isim öğrendim. Bindallı Mahmut. Siz hiç duydunuz mu?"

"Duymadım ama senin için dostlarıma üstü kapalı sorarım. Kimmiş bu Bindallı?"

"Kim olduğunu değil lütfen nerede olduğunu sormanızı isterim efendim. Çünkü kim olduğunu ben de, Yeye de biliyoruz. Geçen sonbaharda beraberce Çardak Kahvesi'nde görmüş ve Etmeydanı yeniçeri ortasına kadar takip etmiştik. Ci-

247

nayetleri işleyenler arasında adı geçiyor. Galiba bir çete imişler. Eğer bu doğruysa çetenin diğer üyelerini Yeye ile ben biliyoruz."

Kara Şahin bu cümleyi söylediği sırada Hafız Çelebi'nin yüzü sarardı, renkten renge girdi. Dehşetle irkilip çırpınır gibi

sordu:

"Yeye'nin bunu bildiğinden emin misin?"

"Evet, neden?"

"Eyvah ki eyvah!.. Kıyacaklar evladıma, bir şeyler yapmalıyız."

Bu sefer şaşkınlık sırası Şahin'e geçmişti. "Yeye ile konuşup bütün bunları kendisine anlatalım." "Keşke!.. Keşke Şahinim keşke!.. Yeye üç gündür kayıp. Her yerde aratıyorum. Eyüp Sultan'daki helvacı dükkânında Şeh-naz'ı görüp bayıldıktan sonra bir türlü kendisine gelememişti." Şahin, Hafız Çelebi'nin sözünü kesti: "Şehnaz da kim?"

"Bilmiyor muydun? Meğer oğlumuzun bir sevdiği varmış." "Buna inanamıyorum, bana hiçbir şey söylememişti." "Şimdi inanabilirsin; adı Şehnaz. Ortadan kaybolunca ben bunu Şehnaz'a olan kara sevdasından zannettimdi. Belki Şeh-naz'ı aramaya gitmiştir, onu gördüğü yerlerde dolaşıyordur diye Eyüp Sultan'daki bütün ahbaplarıma tembih ettim. Gördüğünüz vakit oyalayın ve beni çağına diye. Ama hiç kimse gördüğünü söylemedi. Ah benim eşek kafam. Ben onu, Şeh-naz'ın babası Veyis Ağa'nın arattığını düşünüyordum. Çünkü Şehnaz'ı görüp de naralandığı vakit babası yanındaymış. Onun deli olduğunu, bimarhaneye kapatılması gerektiğini, oradan kaçtığını falan söyleyip çevresindekileri ayağa kaldırmış. Yeye kendine gelmeye başlayınca da gözyaşları içindeki kızını alıp oradan uzaklaşmış. Veyis Ağa belki Yeye'nin izini sürer de burayı öğrenir korkusuyla hem Bican Efendi'ye tem-

248

bih ettim, hem de evin çevresine iki bekçi koydum. Lakin üç gün evvel Yeye ortadan kaybolduğunda ne içeri giren birisini, ne de dışarı çıkan birisini kimsecikler görmüş değil."

"Giderken eşyalarından bir şey almış mı?"

"Hayır, odası olduğu gibi duruyor. Hatta yatağını hiç dağınık bırakmazdı, yatağı da dağınık."

"Yani kaçırıldığını mı söylüyorsunuz efendim?"

"İnşallah öyle değildir. Çünkü son günlerde aklı ile duyguları çok karışıktı. Bazen duygularına hükmedebiliyordu ama çoğu zaman da duyguları ona hükmediyordu. Şehnaz'dan gayrı kelime söylemez olmuştu. Gerçi bana olan saygısında hiç kusur etmedi ama bir keresinde Bican Efendi'ye karşı gelmiş. Dere kenarında eğir köklerini yolmuş, kaplumbağalara yedireceğim diye tutturmuş."

"Bunu neden yapsın ki?!.."

Konuşmanın bundan sonrasında Kara Şahin sabredecek halde olmadığını hissetti. Koşarak Yeye'nin odasına vardı. Gerçekten de her şey terk edilmiş gibiydi. Kendisini onun yatağına atıp bir müddet içinin sızısını teskine çalıştı. Neden sonra doğrulup yatağın üzerinde oturdu. Pencere kenarında duran düdüğü alıp okşadı.

"Kardeşim benim... KardeşimmmL"

111

Kara Şahin Kâğıthane'den Atmeydanı'ndaki saraya dönerken Hafız Çelebi'ye anlatmadığı ve asla anlatamayacağı yanıyla hesaplaşıyordu: Vezir İbrahim Paşa'nın kendisine verdiği gizli görev üzerineydi bu hesaplaşma. Çünkü paşa, halkın arasına karışıp şehirdeki çalkalanmaları ve halk hareketlerini izlemesini arzu ediyordu. Tabii sonra da gelip haber vermesini. Külhan günlerinden biliyordu, halk arasında böylelerine ha-tem akrebi diyorlardı. Hafız Çelebi'ye bugün böyle pahalı giy-

249

siler içinde ve at sırtında dolaşmasının bir görev icabı olduğunu söyleyememiş, sohbet meclisleri için pahalı giysilerle dolaştığı yalanım uydurmuştu. Şimdi bu yalan yüreğini yakıyordu. En çok itibar ettiği, sevdiği, saydığı insana karşı kendisini riyakâr hissetmenin ağırlığı vardı şimdi omuzlarında. Oysa bundan böyle her gün başka kıyafetle meydanlara ve sokaklara dalacak, birikip konuşan iki kişinin üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsü olacak ve yedi akşamda bir vezire bilgiler götürecekti. Altı ay evvel, Bayezit Hamamı'nda Patrona Halil kurnası başındaki konuşmaları ve Tomruk Emini'nin sözlerini vezire anlattığı zaman verilmişti kendisine bu görev. Kaf Dağı'ndan gelecek yay kaşlı, servi boylu, mim dudaklı sevgilinin kim olduğunu Paşa hazretleri de hemen çözmüş ve "kıyam" öncesi onu derin bir güven telkiniyle sokaklara salarken bu güveni boşa çıkarmaması gerektiğini, bunun aksini asla aklına getirmediğini yumuşak bir üslupla söylemeyi de ihmal etmemişti. Kara Şahin, o geceye ait put kıran İbrahim ile put diken İbrahim bahsini elbette vezire anlatmamıştı. Vezir çok zeki, zarif, iyiliksever bir insandı, ama öfkesine muhatap olmaya da kimseciklerin dayanamayacağı belliydi. Kendisine gizli bilgileri paylaşacak kadar güvenmişti ama öfkesinin de güveni şidde-tince olacağını aklından çıkarmamalıydı.

Topaç Yeye can parçasıydı, onunla alakalı bilgileri velinimeti vezir hazretleriyle paylaşsa belki bulunmasını sağlardı, ama böyle bir durumda kendi kimliği de derhal ortaya çıkar, herhangi bir tomruk eminine teslimi on dakika bile sürmezdi. Şimdi Nakşıgül'ün katillerini bulmak kadar Topaç Yeye'nin de izini sürmeye mecbur olduğunu hissetti. Sahip olduğu gizli gücü vezir hazretlerinden habersiz bu alana yönlendirecek ve hatta vezirden aldığı bilgilerle de kendi hesabını yapıp suçluları kendisi cezalandıracaktı. Evet, böyle yapmalıydı. Vezir hazretleri ondan bilgi isterken daha ziyade o, vezirin ağzından

250

bilgi almalıydı. Ateş ile akrebin ilişkisi gibi. Bunu yapabilir miydi? Bütün gece yatağında dönüp durmuş, bunu düşünmüştü. Artık kendisini tanıyamaz olma sınırındaydı. Hafız Çelebi sanki bütün bunları biliyor gibi arkasından bağırmıştı:

"Unutma Şahinim, azgınlıkla zafer olmaz."

Kulağında yalnızca bu ses kaldığında Sultan Ahmet minarelerinden sabah ezanları okunuyordu ve gözleri kapanmak üzereydi.

251

42. Sual:

- Can Kurtaran Yok muuu?!.

Kara Şahin, geçen sonbaharda, külhanda kalıp dilendiği günlerden birinde, Aslan Ağa'yı üzerinde balıkçılara mahsus turuncu potur ve başında zolata, Tomruk Emini'yle birlikte gördüğünü hatırlıyordu. Gidip Unkapanı dışındaki balık halinde onu aramak veya bilen var mı diye sormak istedi. Burası deniz üzerinde kazıklarla kurulmuş sıra dükkânlardan ibaret iki katlı ve geniş bir kagir yapıydı. Balık emininden çavuşlarına, tayfalardan sandalcılara kadar bütün balıkçı esnafına hizmet veriyordu. Tellallar balıkların isimlerini sayarak çığırıyor, toptan ve perakende müşteriler ayrı ayrı kavga edercesine pazarlıklar ediyor, seslerini alabildiğine yükseltiyorlardı. Bir sesi diğerinden ayırmak çok zordu. Tıpkı bir balıkçıyı diğerinden ayırmanın zorluğu gibi. Çünkü hemen hepsi aynı renk ve şekilde giyinmiş adamlardı. Başlarındaki zolatalar, sırtlarında-ki deri yelekler, ayaklarında takunyalar ve çarıklar... Iğrıpçı-

252

lar, karıtyacılar, serpmeciler, zıpkıncılar, oltacılar hepsi sıra sıra iş görüyordu. Balıkçıların çoğu Halic'in iki sahilindeki yalıların önlerine attıkları ağ, ığrıp veya karıtyalar ile avladıkları fıçıt, pavurya, midye, istavrit, hamsi, uskurput, tekir, gümüş, huruşeye, tirekeş gibi İstanbul halicine has deniz mahsûlleri satıyorlardı. Ötede daha büyük boy balıklar vardı. Bunlar da Sarayburnu'ndan itibaren Boğaziçi ve Marmara'ya açılan balıkçı sandal ve işkampanyalarıyla avlanan uskumru, palamut, alagöz, lüfer, levrek türü balıklar idi. Kara Şahin bunca gürültü ve kalabalık arasında yağlı bir müşteri gibi ama yüzünü mümkün olduğunca gizleyerek dolaşıyor, turuncu baratalı adamlara dikkatle bakıyor, birinin altında Aslan Ağa'nın iri gözleriyle eğri burnunu, yahut ince bacaklar üstünde tombul gövdesini görebilmek için ağır ağır pazar içinde ilerliyordu. Yolu dalyan balıklarının bulunduğu bölüme gelince birden kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Aslan Ağa, işte orada, kendisine sırtı dönük vaziyette selelerdeki balıkları sehpasının üzerine koymakla meşguldü. Yanından geçip karşısında bir yere gizlenerek yüzünü görmek ve emin olmak istiyordu. Tedirgin adımlarla yanına doğru yürümeye başladığı sırada sesini duydu:

"Beykoz dalyanından kılıç, Karataşlar dalyanından kalkan, Terkos'tan kürek balığını... Canlı bunlar canlımı..."

Kara Şahin'ın adeta omuzları çöktü. Bu ses Aslan Ağa'nın sesi değildi. Yanılmıştı. Adam arkadan ona benziyordu, o kadar. Ama yılmadı. Vakti vardı. Üstelik halk arasında gezerek olup bitenleri velinimetine haber vermek değil miydi görevi!?.. Bütün gününü burada geçirebilirdi. Bir aşçı dükkânına girdi. Dükkân üst katta, çarşıya nazır bir köşede idi. Pazarın alt katından gelip geçeni görebileceği en müsait yere oturdu. Buradaki aşçılar hep balık yemekleri yapıyorlardı. Kerevizli kefal Çorbası, midye pilavı, istiridye ve yeşil salata istedi. Bir müd-

253

det kalaylı tavalarda tereyağıyla pişirilen balıkları seyretti. Aşçıların hemen hepsinin Rum olduğunu fark etti. Kormidya dedikleri bir tür soğan dolması getirip bırakan aşçı yamağı da güzel yüzlü bir Rum çocuğuydu. "Nefis bir mezeliktir beğim!" demişti çocuk giderken, sanki zuladan içki de ister misin der-cesine. Duymazdan geldi. Akşamları bu tür yiyeceklerin çeşidinin arttırıldığını ve özellikle Galata'dan gelen müşteriler ile balık pazarının dolup taştığını biliyordu. Çünkü akşamları buradaki aşçı dükkânları meyhane düzeniyle çalışırdı. İstanbul'da Aslan Ağa'yı arayacağı pek çok balıkçı olduğunu, bunları düşünürken fark etti. Çünkü meyhane olan hemen her yerde balıkçılar vardı ve İstanbul şehri balık zengini idi. Fener Kapısı, Cibali, Yenikapı, Kumkapısı, Narlı Kapı, Piripaşa, Kasımpaşa, Galata bunlardandı. Eğer gerekirse bütün bu balık pazarlarını tek tek dolaşıp Aslan Ağa'yı aramayı işte o sırada kafasına koydu. Ne ki kader onu o kadar yormadı. Henüz çorbasını içiyordu ki bu sefer Aslan Ağa'yı yüzünden gördü. Lakin hayret!.. Ne başında balıkçı zolatası, ne omzunda deri yelek vardı. Elinde taşıdığı ıslak torbayı balık satıcılarından birine vermek üzere pazarlık ediyordu. Herhalde adamcık kızının ölümünden sonra perişan olmuş, belki işi dağılmış, kendini kaybetmiş ve şimdi denizden tuttuğu birkaç balığı satacak hallere düşmüştü. Kara Şahin'in yüreği cız etti. Hızla yerinden kalkıp aşağıya indi. Balıkçının önüne vardığında Aslan Ağa ile göz göze geldiler. Aslan Ağa karşısındaki surata bakıyor, ama tanımakta zorluk çekiyordu. Şaşkındı, kendisine bakan gözlerden tedirgin olmuştu. Neden sonra Kara Şahin'i tanıdı. Tanımasıyla da yüzünde seğirmeler başladı. İkisi de aynı şaşkınlık içinde hiçbir şey söylemiyorlar, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kara Şahin üzgündü. İçini hüzün kaplamış, eski günlerdeki yakınlıklarını hatırlamış, kayınbabası olarak ona acılar çektirmiş olmanın mahçupluğuyla elini öpmek için eğilmişti.

254

Aslan Ağa tam o sırada balık selesini Kara Şahin'den yana devirip kaçmaya başladı. Bir yandan geçtiği yerlerdeki tepsi, tezgâh ve seleleri devirerek takip edilmesini zorlaştırıyor, diğer yandan bağırıyordu:

"Can kurtaran yok muuu? Katil!... Katil!... Beni öldürecek yetişiiin!.."

Kara Şahin, Aslan Ağa'yı takip edip etmemekte tereddüt gösterdi. Kızını öldüren biri tarafından kovalanmak bir adama çılgınca şeyler yaptırtabilirdi. Kaçtığına göre demek ki hâlâ kendisinden korkuyor ve kızının katili olduğuna inanıyordu. Aradan geçen sekiz aylık zaman onun fikirlerini değiştirmemişti. Ama olanlara da bir anlam veremiyordu. Bir önceki görüşünde, üzerinde balıkçılara mahsus kıyafetler vardı ve Tomruk Emini ile sıkı-fıkıydılar. Ama şimdi bunları düşünmek yerine buradan başını kurtarmalıydı. Çünkü kendisini göstererek "Katil!" diye bağırmıştı. Birisi ona inanıp da yakasına yapışmadan sıvışması gerekiyordu. Çarşıdan ve kalabalıktan sıyrılma-lıydı önce. Aslan Ağa'nın kaçtığı istikametin paralel caddesine dalıp ardından kimse gelmediğini görünceye kadar koştu. Sonra birden aklına geldi. Daha önceki karşılaşmalarında da Aslan Ağa aynı istikamete, hatta aynı caddeden kaçmıştı. Birden kendi bulunduğu caddenin ileride onun kaçtığıyla birleşeceğini düşündü. Yüksek olmayan bahçe duvarlarıyla çevrili evleri koşarak geçtikten sonra iki caddeyi buluşturan köşeye vardı. Burası eski Bizans forumlarından biri idi ve İstanbul'un başka yerinde olmayan şekilde evler burada bitişik nizamda yapılmış olup küçük bir meydana bakıyordu. Taş döşeli bu meydana da tam altı cadde birden açılıyordu. Kara Şahin kaftanını ters yüz ederek içini dışına giydi. Lale desenli mavi kaftan şimdi altın tel işlemeli bordo bir kaftan olmuştu. Başındaki sarığın da beyaz tülbentini sıyırıp yeşile dönüştürdü. Meydanın ortasındaki dikili taşın arkasında beklemeye başladı.

255

Eğer tahmini doğru çıkarsa Aslan Ağa birkaç dakika içinde buraya gelecekti. Eğer gelmezse bu caddede bir yere girdiğini düşünecekti ki bu ya oturduğu ev, veya çalıştığı mekân demek

olurdu.

Tahmininde yanılmamıştı. İşte telaşla, hızlı adımlarla ve arkasına baka baka geliyordu. Kendisini bir ağacın arkasına iyiden iyiye gizledi. Sarığının yeşil tülbentini bir kat çözüp sanki üşüyormuş gibi ağzına ve sakallarına örttü. Artık Aslan Ağa onu tanıyamazdı. Nitekim meydandan geçince daha rahat yürümeye başladı. Sirkeci istikametine akan caddede ilerliyordu. Kara Şahin uzaktan onu takibe başladı. Elli metre kadar ardından bir yolcu gibi yürüyor, ama yine de kâh ağaçları, kâh gelip geçenleri siper ederek fazla dikkat çekmemeye çalışıyordu.

Kara Şahin caddenin iki yanındaki bahçe duvarlarını geçtikçe, Aslan Ağa'nın ilerideki ahşap konaklardan birine gireceğini umuyor, böylece evini öğrenmiş olacağını zannediyordu. Bütün istediği Nakşıgül'ün anısına biraz daha yakın olmak, en azından ailesinin yaşadığı yeri öğrenmek, belki ileride dadısını veya evin seyisini yalnız yakalayıp ondan haberler sorabilmekti. Bir sabah ansızın kopanldığı konakta daha sonra neler olmuştu, konak nereye gitmişti, Nakşıgül'ün mezarı neredeydi, şimdi ailesi ve bilhassa kayınvalidesi ne yapıyordu, kızlarının acısına tahammül ederken neler yaşamışlardı?.. Bunun gibi daha bir yığın soru aklını devamlı meşgul ediyor, sanki başını heyecanla dinlediği bir hikâyenin sonu kadar meraklandırıyor, hikâyenin içinde olmaktan ıstırap duyuyordu.

Aslan Ağa yürüyor, yürüyordu. Hiçbir kapıda durmuyor, hiçbir eve girmiyordu. Yeniçeri neferlerine ait Çardak Kahve-hanesi'nde Tomruk Emini ile buluşup kucaklaştıkları ana kadar Kara Şahin onun hakkında hâlâ masum düşünceler içindeydi. Kara Şahin kesif çubuklar, tömbeki ve nargile dumanlarının bir tabaka gibi kapladığı kahvehanenin kapısına yakın

256

bir peykenin kenarına ilişerek kendisine bir kahve söylediğinde aslında onların konuştuklarını duyabilecek bir yakınlığa ulaşmanın çarelerini arıyordu.

Kahvehanenin yazlık kısımları henüz kapalıydı ve İstanbul'un bütün aylakçı takımı, işsiz güçsüz serseriler, evbaş ve kallaş cinsi yeniçeriler, rıhtımdan gelen gayrimüslim denizciler hep burada, basık çatının altında sırt sırta, dip dibe tünemiş, sohbet ediyorlardı. Tek başına oturan bir adamın dikkat çekeceğini, hele böyle devlet sohbetinin yapıldığı, sultanın, sadrazamın, şeyhülislamın açıkça tenkit edilip küfürler savrulduğu bir yerde ya sultan akrebi ya vezir akrebi sayılacaklarını biliyordu. Üstelik de bordo kaftan, yeşil sarık ile...

Canını almak isteyen iki kişinin karşılıklı oturuyor olmasından ziyade ne konuşuyor olduklarını düşünmekti onu çıldırtan. Yanlarına yaklaşma imkânı bulamamıştı. Hareketlerini ve yüzlerini incelemek, dudaklarına ve mimiklerine bakmak, onlardan bir sonuç çıkarmaktan gayrı çaresi yoktu. Hiç kıpırdamadan, dikkat çekmeden yapmalıydı bunu. Küçük bir gaf, çok tehlikeli olabilirdi. Kahvesini bile höpürdetmeden içiyordu. O sırada yanlarına gelen iki kişi dikkatini çekti. Aslan Ağa'nın hemen sağına oturup anlattıklarını hayretle dinlemeye başlayan genç çocuğu tanımıştı. Bindallı Mahmut Çavuş ile birlikte gezen çorbacı yamağıydı bu. Onun karşısında oturup anlatılanlara inanmamış gibi Aslan Ağa'yla alay eden ve şaka yapan şu korkunç suratı ise Binbirdirek'te görmüştü. Sonra çevrelerindeki insanlara baktı birer birer. Şu arkalarındaki peykede oturanlar da buranın gediklilerindendiler. Daha önce Tomruk Emini'nin ardından hızlı hızlı koşturan cüce de işte oradaydı.

Burada bir şeyler döndüğüne dair içine kocaman bir şüphe düştü. Aslan Ağa acaba bildiği Aslan Ağa olmayabilir, Tomruk Emini İstanbul'un asayişinden ziyade özel birilerinin asayişini düşünüyor olabilir miydi?!..

257

Bugün kararlıydı. Aslan Ağa'yı gittiği yere kadar takip edecek ve Nakşıgül'e dair bir şeyler bulacak, burada gördüğü adamlarla olan ilişkiyi de öğrenecekti. Dersaadet'te akşam ezanları okunmak üzereydi. İbrahim Paşa sarayına geç gitme pahasına bu kararından dönmeyecekti. Dikkat çekmemek için dışarıda karanlıkta beklemek istedi. İçtiği kahvenin parasını ödediği sırada yanından dört ihtisap zabiti geçtiğini fark etti. Dördü de silahlıydı ve kararlı adımlarla ilerliyorlardı. Yanılmamıştı, Tomruk Emini'nin yanına gidiyorlardı. Bir an evvel dışarı çıkmalı ve gizlenmeliydi. Çardak kahvehanesinde bir dalgalanma, bir uğultu oldu. İhtisap zabitleri Tomruk Emini'ne rağmen, Aslan Ağa'nın kollarından tutup kaldırdılar:

"İmanım Esed Ağa, Sultan hazretleri sohbete bekliyor." Kara Şahin aynı tonda bir cümleyi Bindallı Mahmut tutuklanırken duyduğunu hatırladı. O vakit gelenler asesler idi. Bu sefer gelenlerin ihtisap zabitleri olması işin içinde bizzat sultanın da emrinin bulunduğunu gösteriyordu. Bu yüzden Tomruk Emini'nin öncelikle "Ağalar, yanlış yapıyorsunuz. Ben Esed Ağa'ya kefilim, bırakın onu!" ikazına da, ardından gelen "Size bu emri kim verdi? Burnunuzdan getiririm!" tehditlerine de hiç itibar etmediler. Yalnızca içlerinden biri: "Ağa hazretleri, hani sizin bir türlü içinden çıkamadığınız Haliç'te bulunan cesetler var ya, bu adam işte onlardan sorumlu tutuluyor; isterseniz hiç arka çıkmayın!" diye üstü kapalı bir tehdit ile onu susturdu. Bu, sultanın muhafız teşkilatı ile sadrazamın devlet güvenliği teşkilatı arasındaki gizli sürtüşmenin de dışa vuruntuydu. Aslan Ağa, yerinden kalkarken sunturlu bir küfür savurup mırıldandı:

"Yürü bre kahpe dünya, Esed Ağa'ya da kalmadın!.." Kara Şahin, dudaklarını pişmanlıkla bükerken yalnızca içinden bir isim tekrar etti: "Esed Ağa, öyle mi?!.."

258

43. Sual:


Şahin Avcılarına Emirleri Kim verdi?

Tomruk Emini, Damat İbrahim Paşa'nın huzurunda yerlere kadar eğilmiş olarak söylediği cümleyi, hemen hemen aynı anda ve yine aynı biçimde İshak Efendi'nin de Sultan Ahmet'in önünde söylediğini bilmiyordu:

"Efendimiz, Şehzade Ahmet olduğundan şüphelenilen Kara Şahin'in yaşadığını öğrendik. Kılık ve kimlik değiştirmiş."

"Kim olmuş peki?"

"Henüz bilmiyoruz efendimiz, ama tez vakitte bulacağız?"

"Efendi, sadakatinden şüphem olsa seni derhal siyaset ettirirdim illa ki hamakatından hiç şüphem kalmadı. Şimdi yıkıl karşımdan!"

Huzurlarındaki adamları kovdukları sırada aynı şeyi düşündüklerini sultan ile damadı olan vezir de bilmiyorlardı: "Şehzade Ahmet'i başkalarından evvel ele geçirmeli!" İkisi de bu işi gizli tutmanın ve kimseciklere bildirmemenin yollarını

259

düşünüyor ve bu sırada sultan "Ahmağın kalbi dilinde; akıllının dili kalbindedir" sözünü, veziri de "Kişi dilinin altında gizlidir" meselini hatırlamışlardı.

İki saat kadar sonra, sultanın görevlendirdiği tulumbacı neferi ile vezirin görevlendirdiği gizli servis mülazımı, avuçlarına konulan altın keselerini koyunlarına sokarken hemen hemen aynı cümlelerle tekrar ediyorlardı:

"Kara Şahin!.. Kartal da olsan seni yuvanda bulup karga gibi avlayacağım!"

Üç Hilal Cemiyeti'nin genç mülazımlarından Osman, Top-kapı Sarayı'nın heybetli kapısından, Muşkaralı tulumbacı Sarı Celep de hemşerisi olan vezirin ihtişamlı sarayının nakışlı kapısından aynı görev için İstanbul sokaklarına daldılar.

260

44. Sual:

Aslan Avında Geç Kalmanın Bedeli neydi?

"Laleleri diyordum Hafız Çelebi, laleleri, bu yıl saksılarda değil de vazolarda sunsak insanlara, müsabakada zarif vazolar kullansak?"

"Bunun doğu milletlerinde hiç olmayacağını bilmelisin Bi-can Efendi," diye karşılık verdi Hafız Çelebi bir müddet düşündükten sonra, ardından da lale soğanlarının köklerindeki ayrık otlarını ayıklamaya devam ederek sözünü bitirdi, "çünkü onlar laleyi canlı iken seyretmeyi ve ona göre beğenmeyi severler."

"Ama vazoda olunca lalelerimizi ayrıca süsleyebilir, renklerine renk, tazeliklerine tazelik katabiliriz."

Bican Efendi bu itirazını yaparken topraklı elindeki otları yırtık bir torbaya tıkıştırmakla meşguldü.

"Doğru dersin ama biz bu laleleri koparmaya kıyamayız. Şairin 'İzhar-ı kudret etmiş Allah şu lalede' dediği bir çiçeği,

261

Allah'ın güzelliğine delalet eden böyle bir çiçeği nasıl olur da koparırız. Bu yüzden saksılarda yetiştirilmiş nadir çiçekler, İstanbullu bir gelinlik kızın çeyizindeki en değerli parçalarıdır. Başka ülkelerde çiçekleri kesip saplarından ince çöplerle bağlayarak sepetlerde satıyorlarmış. Allahım ne büyük bid'at!.. Köklerinden kopartılmak suretiyle öldürülen çiçeklerin hemen az sonra soluvermesi, bizim artık dönemeyeceğimiz bir geçmiş ile şimdiki halimizin acı bir mukayesesi gibidir. Hani bir derviş Yunus hikâyesi var ya!.."

Bican Efendi'nin her zamanki meraklı haliyle "Hangi derviş Yunus, ben tanıyor muyum, hangi hikâye bu?" der gibi yüzüne baktığını görünce alçak sesle "Eh!.. Elbette, Felemenkli Pit-Jan Efendi, Derviş Yunus'u nereden bilecek, bendeki akıl da..." diye fısıldadıktan sonra anlatmaya devam etti:

"Tamam, tamam... Anlatacağım, dinle bak!.. Vaktiyle Selçuklu sultanları devrinde Yunus adında bir derviş yaşarmış. Dervişleri bilirsin hani, bir mürşit gözetiminde olgunlaşma çabası güden insanlardır. Kibirsiz, garezsiz, ihtirassız, kendi iç dünyalarını zenginleştirmek üzere dünya nimetlerinden uzaklaşırlar. Zengin iken fakir gibi, sultan iken kul gibi yaşamayı tercih ederler. İşte bu Yunus, kendi mürşidi Taptuk Emre'nin kapısına kırk yıl kuru odun taşımış. Hiçbir gün eğri bir odun getirmemiş tekkeye. Çünkü o eşikten içeriye girecek olan şey -odun bile olsa- eğri olsun istemezmiş. Kırk yıl boyunca hiçbir dal koparmadan, hiçbir ağaç kesmeden hep kuru odunlar toplamış dağlardan. Kalem kadar düzgün kuru odunlar. Yunus'un piri bir gün dervişlerine, "Haydi gidin, kırlardan biraz çiçek toplayıp getirin!" demiş. Bütün dervişler koşmuşlar çiçek toplamaya. Papatyalardan, nergislerden, çiğdemlerden, sümbüllerden demet demet ıtır derlemişler, tomar tomar renk devşir-mişler. Herkes en güzel çiçekleri ben toplayayım da mürşidin gözüne gireyim istermiş. Gün inerken Yunus eli boş dönmüş

262

tekkeye. Dervişler alay etmişler onunla. "Çiçek bulamayan zavallı, sünepe bir derviş!" demişler. Oysa şeyhi sorunca şöyle cevaplamış Yunus, "Efendim! Hangi çiçeği koparmak için el uzattıysam, onu, Allah'ı zikrederken buldum ve hiçbir çiçeği koparamadım." İşte Bican Efendi, o zamandan sonra bizde çiçekler fazla da koparılmaz. Bu yüzden saksı âdetimiz vardır da vazo âdetimiz yoktur bizim. Onun için lale pazarına gönderdiğimiz çiçekleri demetlerle değil de tek tek saksılarda göndeririz. Tek tek olması da ayrıca mana ifade eder çünkü."

"Bu dediğinizi anlamakta ben zorlanıyorum Hafız Çelebi. Felemenk yurdunda biz de lalenin güzelliğine hayran yaşarız, onu da Allah yarattı deriz, ama Allah'ın yarattığı bir güzelliği daha da güzel gösterecek yolları denemekten geri kalmayız.

Hafız Çelebi, tam "Elbette bu da bir yol..." diye söze başlamak üzereyken bahçe kapısının tiz perdeden bir gıcırtı ile açıldığını duydular. Gelen Kara Şahin idi. Hafız Çelebi hüzünlü ama şaşkın bir sesle "Buyur Selman Abdal! Bugün sen de Yu-nus'a benzemişsin."

Hafız Çelebi, Yunus'a benzemişsin derken aslında Bican Efendi'ye "Yunus işte bu derviş gibi giyinirdi!" demek istemiş, başıyla onu işaret etmişti. Sonra, aralarında geçen günden bir göz aşinalığı bulunan bu iki adamı samimiyetle tanıştırdı. Biraz oyalandı, havadan sudan konuşacak oldu. Ama Kara Şa-hin'in Topaç Yeye'yi sormaya geldiğini biliyordu. Ve ne çare ki verecek bir cevabı yoktu. Üzüntüsüne bir kat daha üzüntü katılmıştı, o kadar.

"Hasta mısınız efendim, çok solgun ve perişan görünüyorsunuz?"

"Yok Şahin evladım, hasta değilim de üzgünüm işte. Ye-ye'den hâlâ haber yok. İhtisap Ağası ahbabımdır, haber gönderdim, Yeye'nin eşkalini tarif ettirdim, 'Merak etmesin!' demiş, kısa zamanda bulunurmuş."

263

Kara Şahin bu cümle üzerine fazla bir şey sormanın işe yaramayacağını anladı ve Hafız Çelebi'nin sağlığına dikkat etmesi gerektiğini, Yeye için üzülmenin ona yarar getirmeyeceğini, lale mevsiminde yapacağı çalışmaların önemli olduğunu, bir yıllık emeğiyle açacak laleleri bütün İstanbullulara gösterecek bir güzelliğe büründürmesinin lüzumunu ve nihayet Katre-i Matem'in birkaç gün içinde açmasını dört gözle beklediğini vs. anlatıp durdu. Kendi eliyle ıhlamur ve papatya karışımı bir çay yapıp onlarla biraz vakit geçirdi. Bu arada Bican Efen-di'nin bozuk Türkçesi ile yaptığı şakalara nezaketen ve sırf Hafız Çelebi'yi neşelendirmek için güldü, Bican Efendi'nin memleketinde yaptıklarını ilgiyle dinledi. Gün ikindiye yüz tuttuğu sırada da ayrılmak üzere izin istedi. Hafız Çelebi bahçe kapısına kadar ona eşlik edip tembihlerde bulundu, Yeye'nin ortadan kaybolmasıyla kendi durumu arasında bir bağlantı bulunma ihtimalini anlatıp çok çok dikkatli davranmasını söyledi. Yeye'yi kaçıran katillerin, kendisinin de başına bir çorap örebilecekleri ihtimalini hatırlattı. Ardından kapıyı kapatırken hâlâ ikazlarına devam ediyordu:

"Yolun açık olsun, Aman ha evladım, tedbiri elden bırakma!.."

Kara Şahin Hafız Çelebi'nin yanından, kafasında Bican Efendi'ye ilişkin sorularla ayrılmıştı: Acaba Yeye'nin kaybolmasında Bican Efendi'nin parmağı var mıydı? Acaba Çelebi'nin saflığından, temiz kalpliliğinden yararlanıyor olabilir miydi? Belki de yanıhyordu ama Yeye'nin kayboluşu hakkında her şeye şüpheyle bakması gerekiyordu. Sağlıklı düşünebilmeyi başarmak zorunda olduğunu biliyordu. Her şeyden ve herkesten şüphe etmek yerine ilişkileri iyi tahlil etmek ve iyi değerlendirmek gerektiğini, ancak ondan sonra muhakeme yaparak bir yol yordam izlemek zorunda olduğunu kendisine telkin edip durdu. Yürürken dalıp gitmişti. Hâlâ bahçelerin

264

arasındaki tozlu yollardaydı. Birden bir ses duyar gibi oldu. Sanki bir kadın sesiydi. İyice vehimli olmaya başladığına inanıp başını iki yana sallayarak hayıflandı. Sonra birden durakladı. Bu duyduğu ses bir vehime benzemiyordu:

"Ağam, ağam! HiştL"

Evet bu bir kadın sesiydi ve hemen arkasından fısıldamıştı. Çevrede kimsecikler yoktu. Kendisini neden fısıldayarak çağırıyordu. Bunda bir bit yeniği vardı. Bu tenha bahçelerin arasında bir kadının yalnız dolaşması; olacak şey değildi. Bir tuzak? En iyisi tanımazdan gelmekti. Sanki kadının seslendiği kişiyi kendi çevresinde arıyormuş gibi etrafına bakınarak sordu:

"Kim, ben mi?"

"Bunu siz düşürdünüz galiba?"

"Hı!?.."

Kara Şahin hiçbir şey düşürmediğinden emin, kadının kendisine uzattığı nesneye baktı. Birden gözleri fal taşı gibi açıldı. Bu sekiz ay evvelki veda sırasında Topaç Yeye'ye verdiği bıçak idi. Babasından yadigâr olduğunu sandığı veya öyle inanmak istediği söğüt yaprağı bıçak. Ani bir hareketle onu kadının elinden alırken gayriihtiyari haykırdı:

"Nerden buldun bunu kadın?"

"Bu sizin mi?"

"Nerden buldun diyorum sana!"

"Ben de bu sizin mi diyorum!"

Kadının sesi inatla ve korkusuzca çıkmıştı. Şahin o sırada karşısındaki kadının yüzüne yakından baktı. Yaşmağının tül kenarlıkları içinde bir çift siyah göz görüyordu. Kenarları kırışmamış, kalem kaşların altında, gençlik ateşi ile parlayan bir çift göz. Bu bakışın kendisine emreden bir yanı vardı sanki. Ve de güven veren.

"Evet benim, size nereden geldi?"

"Bilmek isterseniz beni takip edin!.."

265

Kara Şahin bir an tereddüt geçirdi. Çevresine yeniden bakındı. Bir tuzağın içine çekilip çekilmediğini iyiden iyiye araştırmak istiyordu. Sonunda biraz daha ısrarcı olmak üzere arkasını dönüp yoluna gitmek ister gibi yaptı ve bıçağı da kadına doğru havaya fırlattı.

"Bir derviş böyle bir bıçağı unutsa da olur." Kadın bıçağı çok çevik bir hareketle kapıp sıçrayarak önüne geçti, yolunu kesti:

"Şahin Ağam, yok yok affedersin, Selman Abdal diyecektim, her ne isen, şimdi benimle geliyorsun, o kadar!.."

Karşısındakinin kararlılığına cevap verme sırası Şahin'e gelmişti. İki kolundan da kavrayıp öfkeyle haykırdı:

"İn misin, cin misin be kadın, neyse meramın çabuk söyle!?.."

Kadın yine çok çevik bir hareketle elinden kurtulup çevresinde bir kere döndü ve onu arkasından bir esir gibi kıskıvrak

yakaladı.

"A-haL Dervişimiz bir kadına namahrem diye dokunmaktan da kaçınmıyor demek ki!" Sonra da kulağının dibine ağzını getirip şefkatle fısıldadı:

"Topaç Yeye seni bekliyor!.."

Eğer şu anda bu kadın Yeye'den bahsediyorsa en azından gideceği yerde küçük dostu hakkında yeterli bilgiye ulaşabilirdi. Bu tehlikeli bir karar olabilirdi, yine de gitmeden edemezdi. Tehditkâr bir tavırla gürledi:

"Eğer bir bit yeniği sezersem seni sağ bırakmam kadın?!. Şimdi düş önüme!.."

"Dervişimiz pek de nazikmiş hani!.."

Yol boyunca ikisi sanki birbirlerini tartıyor, sinir savaşı içinde sabır sınavından geçiriyorlardı. Bahariye yolundan geçip Eyüp Sultan köyünün ilk evlerine yaklaştıklarında kadın kendisini uzaktan takip etmesini ve girdiği kapıdan girmesini

266

tembihleyerek uzaklaştı. Haliç'te güneşin son ışıkları aa eriyip kaybolmuş, el ayak çekilmiş gibiydi. Kadının girdiği kapıyı hafifçe tıklatmak üzere elini uzattığında iki tokmak birden görüp duraksadı. Bunlardan birisinde maharetle oyulmuş bir aslan başı, diğerinde de gül rölyefi vardı. Alışkanlıkla elini aslanlı tokmağa uzattığı sırada bunun tok bir ses çıkartacağını düşünerek vazgeçti. O yıllarda bahçelerin cümle kapılarında çift tokmak bulundurmak yaygın bir gelenek olmuştu. Kadınlar kapıya gelince -kendi ruhlarına uygun buldukları ve tiz ses çıkaran- gül motifli tokmağa, erkekler de tam aksine -gürültülü ses çıkaran- aslan motifli tokmağa el atıyorlar, böylece ev sahibi kapısına gelenin erkek mi, kadın mı olduğunu tokmak sesinden anlayabiliyor ve ona göre kapıyı ya haremden birileri açıyor, yahut misafir için selamlıkta hazırlık başlıyordu. Kara Şahin aslan başı tokmaktan elini çekip gül tokmağı tutmak üzereyken kapının aralık bırakıldığını fark etti. Avucunun içiyle ileriye ittirdiği sırada bir kol kendisini içeri çekip kapıyı acele kapattı. Çeken elin aynı kadına ait olduğunu kadının kokusundan anladı. Konağa doğru gideceklerini sanırken kadın onu, bahçenin içinde adeta gizlenmiş bir kulübeye götürdü. Burası Yeye'nin büyüdüğü, annesiyle bahtiyar zamanlar geçirdiği ve Şehnaz'a tutulduğu evdi. Bir müddet ikisinin kucaklaşmalarını ve sevinçten ağlamalarını seyreden kadın üzerindeki uzun çarşafı çıkarırken otoriter tonda seslendi:

"Hoş geldiniz Şahin Bey! Hasret gidermek için çok vaktiniz olacak. Şimdi kesin zırlanmayı. Ben gidiyorum. Veyis Ağa ile hanımefendi biraz sonra Leyla ile Mecnun okumak üzere beni çağırırlar bile. İmdi, seninle konuşacak çok şeyimiz olacak. Bu gece istersen burada kalabilirsin, yarın konuşuruz ve seni kimse görmeden dışarı çıkartırım. Az sonra Şehnaz ile size yemek de göndermeye çalışırım. Pencerenizden ışık sızmasın. Mümkünse hiç mum yakmayın."

267

Kara Şahin önce emirler yağdırıp dışarı çıkan kadının ardından bakakaldı. Sanki annesinin giyimini hatırlatan zarif bir yanı vardı. Ayağında sırma işlemeli bir yemeni, topuklarına kadar uzanan ipek bir şalvar, üzerinde beyaz bürümcükten işlemeli bir gömlek, gömleğin yakasında elmas bir düğme, üzerinde sırma telli uzunca bir entari ve belinde dört parmak eninde gümüş kakmalı bir kemer. Bu haliyle hiç de öyle halayık ve cariye sınıfından birine benzemiyordu.

Kara Şahin, kendisine emir veren kadın kapıdan çıktığı sırada başındaki feracesinin yarı açıldığını ve o anda yüzünün ortaya çıktığını fark etti. Bu kadın değil, ancak yirmili yaşlarında bir genç kız idi. Kapıdan çıkar çıkmaz Yeye'yi iki omzundan tutup karşısına alarak yüzüne baktı. Sonra da sanki sekiz aylık bir hasret ile değil de öte dünyadan geri dönmüşçesine birbirlerine sarılıp ağlaştılar. Şahin, yarı aydınlıkta bile Yeye'nin yüzünün solgun, yanaklarının çökmüş olduğunu fark edebiliyordu. O gece başlarından geçen her şeyi birbirlerine anlattılar. Külhandaki üçüncü gece yaptıkları gibi bilinmesi gereken ne varsa konuştular. Yeye eski dostuna ilk kez Şehnaz'dan bahsetti. Şehnaz hakkında konuşmama orucu tutacağına, adını dile düşürmemeye söz vermişti ama küfür tacirinin helvacı dükkânından sonra ortada ne sır kalmıştı, ne ayıp. Şehnaz o ilk karşılaşmalarında özlemle ve hasretle ağlamış ve tabii aşk seli içini yeniden istila etmişti.

Şahin, kardeşinin başını sağ omuzuna yaslamış, eliyle saçlarını okşarken sırayla öğreniyordu. Meğer küfür taciri helvacıda başına gelenlerden sonra dayanamamış, bir seher vakti baba ocağım dediği Hafız Çelebi'nin evinden ayrılıp ana ocağına, Şehnaz'ı aramaya gelmiş. Şiddetli yağmurların yağdığı gün, konağın çevresinde kâh saklanıp kâh gezinerek Şehnaz'ı aramış, belki yine çarşıya çıkar umuduyla akşamı etmiş, gece boyunca da saçak altında bahar yağmurlarının sesini dinleye-

268

rek konağın dışarıya sızan ışığını gözleyip karabaşın havlamasını dinlemiş, nihayet sabaha yakın bir vakitte karabaşın sesi kesildiği sırada içeriye sızabilmiş, lakin takati yetmeyip düşüp bayılmış. Gözlerini açtığında kendisini evinde, odasında, annesinin kokusunu aldığı sergenlerin ayak ucunda ve tavansız odasında bulmuş. Topaç Yeye kesik öksürükler arasında bunları anlatırken bir ara "Öldüm de kendimi cennette uyandım sandım!" deyiverdi. Şahin'in "Bir huri eksik!" şakasına da, "Hayır hayır, huri de var, seni bana getirenin adı Hörükız," cevabını verdi.

Pencereleri ve bacası sıkı sıkıya kilim ve yaygılarla kapatılmış olan odanın kapısı açıldığında Kara Şahin, Şehnaz'ı ilk defa gördü. Elleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ona hoş geldin diyor, Yeye'yi koruyup kolladığı için teşekkür ediyordu. Kara Şahin Şehnaz'a hemen ısınıverdi. Evet, dilsizdi, konuşa-mıyordu, ama edasıyla insanın ruhuna bin bir makamdan ezgiler yayıyor, bir musiki nağmesi gibi çevresine etki ediyordu. 0 güne kadar Yeye'nin yaşadığı aşk ve hasreti hiç teferruatıyla sorup öğrenmemiş olduğu, yalnızca kendine ait dertlerle ilgilendiği için ahmaklığına ve bencilliğine içinden yüzlerce küfür savurdu ve lanet okuyup durdu. Demek ki Topaç Yeye neredeyse bir yıldır çaresiz dertler içinde kıvranıyordu da kendi derdiyle başkalarının kafasını şişirmek istemiyordu ha!.. Aşk bu çocuğun içinde nasıl bir yumak idi ki hiç kimseye söylememişti?.. Hafız Çelebi bir zaman "Aşk sırdır!" demişti. Demek Yeye de aşkını bir sır olarak saklamayı yeğlemiş, kendisiyle hiç paylaşmamıştı.

Yeye'ye hastalığında o ve Hörükız bakmışlar, Yeye'nin tarifi üzerine Hafız Çelebi'nin çiftliğini bulmuşlar, birkaç gün Hafız Çelebi'ye gelip giden insanları gözetleyip olanları anlatmışlar, bu arada Yeye tarif üzerine bahçeye gelip gidenlerden birinin Kara Şahin olduğunu tahmin etmiş, lalelerin açma mev-

269

siminde geri döneceğini de bildiğinden kavuşma umudu artmış, hatta Hafız Çelebi'yi de çok özlemesine rağmen biraz hastalığı yüzünden, biraz da Hörükız'ın isteği ile geri dönmemiş, Şahin'i oraya getirmenin çaresini aramışlar, Hörükız da bunu maharetle başarmış, ikisini buluşturmuştu.

Hörükız, Topaç Yeye ile, kendisi hakkında bilinmesini istediği kadar bilgiyi paylaşmıştı. Dediğine göre Üç Hilal Cemiye-ti'nin iki kadın zabitinden biriydi. Yalnızca kendisinin bildiği çok özel bir görev için, cemiyetin reisi olan babası tarafından yetiştirilmişti. Onu tanıyanlar, rahmetli babasından kendisine intikal eden bu görevini asla bilmezler ve sormazlardı. Bununla birlikte kendisine uzun sürmeyecek küçük görevler verirler, onun haricinde nerede, nasıl çalıştığını asla merak etmezlerdi. Şimdilerde yine o küçük görevlerden biri olarak Şehnaz'ın babasına gelip giden bir adamın peşindeydi. Şehnaz'ın ailesinin bir dadı aradığını öğrenince cüz'i bir ücret karşılığında hizmetkârlığı kabul edip eve yerleşmiş. Bundan Şehnaz'ın hâlâ haberi yokmuş. Dediğine göre peşinde olduğu adam Topaç Yeye'ye sarkıntılık edip de şiddetli dayaklardan sonra konaktan Bimarhane'ye gönderilmesine sebep olan kişiymiş. Bunu aralarında konuşurken tesadüfen keşfetmişler. Hörükız'ın Ye-ye'yi burada tutma sebebi de bu imiş. Ondan adamı teşhis etmesini istiyormuş. Çünkü aynı adam, bugünlerde Şehnaz'ın peşindeymiş. Hörükız'a göre onu kaçırabilir ve İstanbul'dan kalkan bir gemi ile Mısır'a cariye olarak gönderebilirmiş. Daha evvel bu yolda pek fazla cürmü olduğu biliniyormuş. Ayrıca Veyis Ağa'ya kötülük yapıp onun konağını dağıtması da müm-künmüş. Çünkü bu adam yalnız çalışmaz, bir çete ile ortak hareket edermiş.

Şahin bütün bu olup bitenleri ve Yeye'nin başından geçenleri hayretle dinledikten sonra kendi bilgileriyle örtüştürdü. Yine uykusuz geçecek bir gece vardı önünde. Hadiseleri bir-

270

leştirmesi gerekiyordu. Bir eli Yeye'nin ateşler çıkan alnında, diğer elini başının altına destek yaparak dirseği üzerinde uzanmış vaziyette her şeyi yeniden düşündü. İhtimalleri tekrar tekrar gözden geçirdi. Bu arada sık sık "Hafız Çelebi'ye bir an evvel haber vermeli! Zavallı adam, Yeye'yi katiller elinde sanıp kahroluyor!" diye tekrarlamaktan da geri kalmadı. Uykusuz bir gecenin sabahında Hörükız'a söyleyeceği çözüm cümlesi tamamen billurlaşmış, bütün olaylar üst üste örtüşmüştü. Yalnızca bir tek soru soracak ve sonra kendinden emin olarak hadiseyi baştan sona gergef işler gibi anlatacaktı. Soru şuydu:

"Aradığınız adam kırk beş yaşlarında, esmer, hafif kamburu çıkık, kırçıl sakallı birisi miydi?"

Ve cevabı onaylanarak gelirse şu cümleyi söylemesi gerekiyordu:

"Burada beklemenize hiç gerek kalmamış. Çünkü aradığınız adam benim kayınbabam Aslan Ağa'dır ve artık zindandadır."

Kuşluk vakti kulübenin kapısı açıldığında, Şahin ile Hörükız arasında pek kısa süren bu konuşmayı izleyen Topaç Yeye Yusuf ile Zeliha arasında kaybolan gönlün hikâyesini hatırladı. Kara Şahin'in, kendisine bir çocuk gibi davranan bu kıza haddini bildirmek istercesine üst perdeden ahkâm kesmesini de, gurur sarhoşu olmuş biri karşısında kendini ezdirmeyen Hörükız'ın, onu zaten bildiği şeyleri anlatıyormuş gibi dinlemesini de bu kayıp gönül ile telif etti. Şahin, o kısa cümlelerin sonunda Hörükız'ın son sorusunu iyi tahmin edememişti:

"Ama bizim aradığımız adamın adı Esed Ağa'dır!."

"Aptal olma, ha Türkçede Aslan; ha Arapçada Esed, ne fark eder?!."

"?!.."

271



.

m

-derkenar-

yusuf ile zeliha arasında

Dünyalar güzeli Yusuf'a sordular:

"Ey Zeliha nın gönlünü alıp onu perişan hale koyan. O senin yüzünden acze düştü de derdine derman olmadın; hasta bıraktın onu. Gönlünü kaptın ve geri vermedin. Geri versen ne olur; sen buna kadir değil misin?"

"Ben onun gönlünü gelmedim de, çalmadım da. Ne onun bana gönül verdiğinden haberdarım, ne böyle bir kastım oldu. Onun gönlüyle bir işim yoktur benim."

O dostlar sonra Zeliha ya sordular:

"Sözüne sadıksan, Yusuf senin gönlünü nasıl çalmıştı; dosdoğru söyle bize. Yok eğer gönlün hâlâ sendeyse ve Yusuf'tan gönül istiyorsan bu, naz yapıyorsun demektir."

Zeliha yeminle söyledi:

"Bedenimdeki her kıldan gönlüm habersiz. Neden ve nasıl âşık oldu, âşık olunca nereye gitti, bilmiyorum."

Sonra o dostlar düşündüler:

"Gönül Yusuf'ta değil ama Zeliha'da da değil. Ne biri gönül almış, ne diğeri bir gönle sahip!.. Peki ama nasıl kayboldu bu gönül, nereye gitti? Bu bir sihir değilse nedir?"



272

45. Sual:

Sultanı Kalp Sektesine Uğratan Sual Nevdi?

Çırağan sahil sarayında, ışığı Boğaziçi'nde gümüş serviler oynaştıran güneşin odaya dolduğu geniş salonun yan odalarından birinde, güzel kadınlar ve cariyelerin değişik dillerden bir Babil kulesini andıran şetaretli sesleri çağıldamaktaydı. Buhurdanlar balmumu kokusuyla yasemin ıtırları yayarak dalgalanıyorlar, odanın içi dimağları sarhoş eden nefis bir filbahri tütsüyle doluyordu. Seslerin geldiği odada hizmetkârları ve şarkıcılarıyla birlikte Fatma Sultan bir saraylı kimliğinin ağırlığıyla oturuyor, çevresindeki her şeye sessizce hükmediyordu. Canfes ve ipek kumaşların rengârenk bir yarışta olduğu sahil sarayın selamlık dairesinde konuklarını karşılayan vezir hazretleri ise ayrı bir neşe içindeydi. Salondaki herkes bir tö-rendeymiş gibi zarif giyimliydi. Bu tür meclislerde servis ve hizmetler harem ile selamlık arasındaki dolap aracılığıyla yapılırdı. Ne var ki İbrahim Paşa bugün serbest davranmış, ya-

273

bancı mısatırierın çoKiugunaan ısuıaae ueKoııeıere işven Kan-kahaların da eşlik etmesini istemiş, hazırlıkları ona göre yap-tırtmıştı. Hizmete koşan cariye ve sakilerin gögüslerindeki gül goncaları, şakaklara iliştirilmiş güvez karanfiller ve özellikle bir Gürcü tazenin topuzuna asılmış kızıl laleden çelenk, herkesin gözünü alıyordu. Yan odadaki cariyelerden biri musiki nağmeleriyle kendinden geçmiş olmalıydı ki nihavend bir ud taksimi ile ardından Nedim Efendi'nin şarkısı duyulmaya başlandı. O sırada gözler Nedim'in gururunu görmeliydi. Hele herkesin kendisini tebrik eden bakışları altında mukabelede bulunmak üzere kırılıp dökülüşleri...

Erişti nevbahâr eyyamı açıldı gül ü gülsen Çerağan vakti geldi lalezârın dîdesi rûşen*

Başlangıçta mecliste bulunanlar, İbrahim Paşa'nın üzerinde bir sevinç, sultanın omuzlarında da bir hüzün olduğunu gözden kaçırmadılar. Ancak kısa sürede sultanın hüznü bütün meclise hâkim oldu. Vezir hazretlerinin balmumu ile meclise okuduğu yirmi kadar devletlûnun bir bahar neşvesini hüzne döndüren o hadise ise onun ardından geldi. Sultan, vişne rengindeki samur kürkünü giymişti ve içinde samanî ipekten bir gömlek vardı. İri cüssesi üzerindeki heybetli başını yana doğru eğip oturduğu yerden güneşin Boğaziçi'ne bahşettiği ışık oyunlarına dalıp gitmişti. Karşı sahillerin müstesna manzarasına karışan yakamozların yansıdığı duvarlara yakın oturanlar onun sık sık iç geçirdiğini, nefesini tutup yeniden göğsünü havayla doldurduğunu bütün açıklığıyla izleyebiliyorlardı. Ma-amafih elinde taşıdığı mercan tespihin tanelerini parmaklan

*    İlkbahar geldi, çiçekler ve çiçek bahçeleri açıldı. Çerağan zamanı erişti, lalezârın gözü aydın!

274

arasında hızla ve öfkeyle sayıp durması, onun bu halini merak eden birkaç kişi dışında nedense meclistekilerin dikkatini çekmemişti.

Eğlenmek üzere toplanmışlar, şiirler, şarkılar, gazeller ile şad olmayı planlamışlardı. Şair Nedim'in şuh şarkılarıyla sarhoş olmak, badelerle dimağları mest etmekti maksatları. Sey-yid Vehbî ve reis-i şairân Osmanzâde Taib Efendi gibi şairlerin üst perdeden mısraları arasında hayaller devşirmekti arzulanan. Ama meclisin seyri hiç de arzulanan havada olmadı.

İbrahim Paşa iki gün evvel önemli bir haber almıştı. Vaktiyle Şam Beylerbeyi iken tanıdığı ve şerrinden ürktüğü Afganlı Üveys Han İsfahan'ı zabtederek İran şahı Eşref Han'ı esir etmişti. Bu haberi sultana nasıl söyleyeceğinin hesaplarını yapıyor, bir fırsat kolluyordu. Meclis neşesi bunun için biçilmiş kaftan sayılırdı. Gidişata göre hareket edecekti. Fakat sultanın sık sık iç geçirmesinden bir değişik hal hissetmiş, bunu Eşref Han haberini duyduğuna yormuş ve sanki fırtına öncesi bir sessizlik gibi algılamıştı. Muhtemelen sultan bu haberi İshak Efendi'den öğrenmiş, belki kendisinden saklandığını fark etmiş, vezirine karşı nasıl davranacağını bilemediği için hafakanlar geçiriyordu. Üveys Han'ın İran'da hâkimiyeti ele geçirmesi demek, Azerbaycan bölgesindeki Türk ordusunun varlığını tehlikeye sokuyordu. Zaten İran'dan gelen haberler çok olumsuzdu ve halk arasında hoşnutsuzluklar artmıştı. Gelen devlet istihbaratına göre Üveys Han tıpkı Şah İsmail gibi Osmanlı Devleti içine casuslar gönderiyor, saraya kadar uzanmaları için çareler arıyordu. Öte yandan aynı Üveys Han Dürzilere karşı başarılı tedbirler almış, pek çoğunu da tepelemişti. Damat İbrahim Paşa ülke siyasetini iyi yönetmek zorunda olduğunu biliyordu. Kırım'da giraylar arasındaki hanlık iddiasına mü-dahil olmak üzere kendi maiyetinde yetişen Handan Ağa'yı casus olarak göndermiş, Kırım siyasetini yönlendiriyordu. Ancak

275

orada oynanan oyunun bir gün ceremesini çekeceğini de bilmiyor değildi. Belki de Şehzade Ahmet'i kırım girayları himaye ediyorlardı. Bir türlü ele geçirilemediğine göre...

Selman Abdal, paşasının hizmetkârlarından bir musahip olarak ilk defa sultan meclisine katılıyor ve bir vakitler hemen " yanıbaşındaki mevlevihanede yaşayan Şahin Çan'ı düşünüyordu. Asude, dingin ve derinlikli bir hayatın içinden bu tantanalı ve şatafatlı hayata nasıl atılmıştı? Geriye dönüp baktığında yan yana iki bina arasında ne büyük farklar olduğunu kıyaslayabiliyordu. Birinde madde, diğerinde mana ağırlıklı ömürler yaşanıyordu. Ötekinde durağan, dingin ve içe dönük bir hayatın yine içe dönük yolculukları, bakışları, duyuşları vardı ama bunda akışkan, hareketli ve dışa dönük ömürlerin peşinde insanlar sürükleniyor, bakışlar, duyuşlar hep dışa doğru fışkırıyordu. Soyut ile somut kimliklerin Boğaziçi'nin bu yemyeşil sahilinde, bu iki ahşap binada, birbiriyle dip dibe ve sırt sırta bulunması ne garipti. Kendi ruhunu düşündü. Acaba hangisinde daha mutluydu? Nakşıgül onu Şahin olarak mı yoksa Selman olarak mı daha çok severdi? Şahin kaçan, kovalayan, yuvarlanan, sürüklenen bir adamdı; Selman ise duran, oturan, düşünen, yer edinen... Şahin acı çekmek için yaratılmıştı, Selman istese zevk içinde kendini unutabilir, gününü gün ederek ömrünün sonuna dek yaşayabilirdi. Selman Abdal olmaktan mutluydu, Nakşıgül'ün aşkıyla başı hoştu, ama bu kılığa yine onun için girdiğini inkâr etmemeliydi. Kendisini bir kovalayan bulunmuyorsa eğer, eski Şahin olduğu için değil, yeni Selman olduğu içindi. Tabii geçen gün Divan Yolu'nda peşine takılan karanlık kılıklı adam sayılmazsa.

İli

Vezir İbrahim Paşa, meclise belki revnak verir diye sultanın yakınına yaklaştı ve nabız yoklamak üzere sordu:

276

"Efendimiz! Safanız ve sürürünüz daim olsun, sizi pek kederli ve hüzünlü görüyorum, lütfederseniz eğer, nedir sebep?" "Ülkemde her şey güzel olsun istiyorum lala, ama çok şey benim istediğim şekilde olmuyor. Hazinede para kalmadı. Halkın gidişatı mübtezel. Ahlakımız mı bozuluyor ne, halk çığırından çıkmış gibi."

"Neler söylüyorsunuz gönlümün çerağı efendim!.. Bu bahisleri kubbealtında vezirleriniz sizin için düşünüyorlar. Siz hemen kendinizi üzmeyiniz. Halk zevk u safasında. Hem böyle bir sulh devrinde bir parça nefes alsalar ziyan mıdır, efendimiz. İstanbul'da her şey sayenizde pek güzel ve ihtişamlı. Şu müstesna şehirde atalarınız hiç böyle zevk dolu bir çağ görmediler. İşte Atmeydanı, Bayezit ve Hisar. Ötede Yedikule, Çubuklu, Bebek ve Üsküdar... İstanbul eğleniyor; efendimiz, biz dahi eğlensek münasip değil midir?"

İbrahim Paşa konuşurken baharın bütün ihtişamı salonun pencerelerinden içeri doluyordu. Sessizlik, henüz hükümdarın tek kelime olsun ona cevap vermemesinden, her zamanki gibi sözünü kesmemesindendi. İşte o yüzden, ağzından çıkan çığlığa benzeyen inilti herkesi ürpertmeye yetti:

"Tebriz!.. Ah Tebriz!... Yoksa Şehzade Ahmet mi alıyor seni benden!"

Bütün başların sesin geldiği yana çevrildiği sırada Sultan Ahmet'in iri bedeni oturduğu kerevetten salonun zeminine büyük bir gümbürtü ile devrildi.

Ortalığı kaplayan telaş, o gün orada bulunan devletlûların ilk kez duydukları Şehzade Ahmet adını da, Tebriz'deki ordunun bozgununu da, Sultan Ahmet'in geçirdiği kalp sektesini de örtmeye yetmedi. Hekimbaşı, o günden sonra işinin daha da zor olacağını biliyordu.

277

46. Sual Matem Damlası'nı Muhafazanın Yolu nedir?

Okuyor, okurken ağlıyordu:

"Osmanzade 'den Hafız Çelebime,

Cümle arz-ı selam, mahabbet ve meveddetten sonra

Sezam, refik-i dilpesendim, ruhum efendim,

Lale!.. İstanbul'da söylenen en zarif kelimedir... Nisan ve mayıs aylarını süsleyen bir sehl-i mümteni... Bir yaratılış şahikası, bir güzellik masalıdır.

Lale bir ilham; güzellik uğuldar renklerinde, sevgiler coşar yapraklarında. Lale bir güzel bahçe, şevk ile yürünür tarhlarında ve şavklar saçılır altı yöne altı yaprağından. Lale hasbî bir tebessüm, kalbî bir yakınlık... Lale bir aşkın adı; bir derin hüzün buketi... Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere, paslı demirler parlak gümüşlere, yavuz bakışlar tatlı gülüşlere döner birden; lale

278

ile uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde. Lale başıma taç ve ben ona muhtaç. İstanbul toprağına düşmeyince bir lale renge durmaz yaprağı, gülümsemez çiçeği. Bakir kâselerinde demlenmiş düşler getirir lale hayatımıza ve yaşama sevinci vurur kalplerimizin duvarlarına. Kapa gözlerini ve dinle saki, bir İstanbul lalesinin çığlıklarını duyuyor musun?!.. İstanbul'a çıkmayan bir lale yolu, laleye çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır, yitiktir. Rüzgârları toplayan hüzünler ağlar yoksa İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında ışıklar yas tutar gibi laleler ağlar seher vakitlerinde.

Arz-ı ihlas u meveddet daima Nûr-ı aynım kardeşim, baki dua*

"Mektubu bundan yedi yıl evvel Kırım'dan kervanla gelen bir bezirgan tutuşturmuştu avucuma. Aldığım anda ateşinin hem elimi, hem içimi yaktığını söylemeliyim size. Reis-i şairan Osmanzade Taib Efendi Kefe'den göndermişti. Kocamustafa-paşa'da cerrah Hüseyin Molla'nın kızı Lale Hanım'a olan gizli aşkıyla İstanbul bahçelerindeki bütün laleleri sevmiş, Çıra-ğan'da, Sadabat'da lale bahçelerinde şarkılar söyleyip vuslat talep edemeyeceği bir aşk ile yanıp yakılmıştı. Katre-i Matem'i itina ile perverde kılarken onun hatırasına adadığım için bu mektubu şimdi okumaya lüzum hissettim. Sonradan bana anlattığına göre Felemenk diyarına yol uğratıp lale bahçelerini dolaşmış, Şam'da, Halep'te ve Kefe'de lale tarhları arasında gezinmiş ve nihayet yine de İstanbul lalesini özlediği için -belki de Lale Hanım'ın hasreti içini yaktığı için- bu mektubu gözyaşlarıyla yazmışmış."

Gözüm nuru kardeşim, dostluk ve samimiyetimiz sürsün, dualar daimi olsun...

279

Hafız Çelebi bunları anlatırken Kara Şahin, daha geçen gün sultan meclisinde gördüğü şairler reisi Osman Efendi ile kendi aşkını ikiz bir lale üzerinde birleştiren kaderine hayret ediyor, kendisinin Nakşıgül'ü sevdiği şiddetle onun da Lale Ha-nım'ı sevdiğini düşünüyordu. Osman Efendi aşkını çok güzel sözlerle anlatmış, dinleyenleri lal edecek bir söz sanatıyla aşkını dile getirmişti, ama şu anda yüreğinde hissettiği hasreti dile getirebilseydi, Osman Efendi'nin sözlerini çöpe atmak gerekeceğini de biliyordu. Dile getiremiyordu ama içinde Nakşı-gül'ün ışığını hissediyor, fısıltılarını duyuyordu. Bütün ömrünü damıtan o tek gecede birbirlerine sarılmışken "Laleyi sever misin?" demişti fısıltıyla. Yalnızca o anın hatırası için bütün laleleri sevmeye yemin edebilirdi şu anda. Bir an için laleyi İstanbul'dan götüren Busbeq nam elçinin de aynı türden bir gönül bağıyla onu alıp götürdüğü şüphesine düştü. Fele-menk'ten ta Kâğıthane deresine kadar bir rengin peşine takılıp gelen şu Bican Efendi'nin de içinde belki kimseciklere söylemediği böyle bir Tülpan Hanım aşkı vardı. Topaç Yeye ile Şehnaz için de yollar bir lalede birleşmişti şu anda. Hatta belki olup biteni dikkatle izlemekte olan şu Hörükız da ilerde laleye dair hatıralar taşıyor olacaktı.

"Ben rengini bir ton daha açık bekliyordum," dedi o sırada Hafız Çelebi.

"Ben de..." diye atıldı Kara Şahin, sonra da bütün gözlerin kendisine merakla çevrildiğini görüp utandı. Oysa bu sözüne geçerli bir sebep taşıyordu içinde. Nakşıgül gerdek gecesinde avucuna bu lale soğanını tutuşturmadan evvel "Yanağımın renginden!" demişti. Nakşıgül'ün bu lale hakkında ne bildiğini, böyle bir özel soğanı nasıl olup da avucunda tutabildiğini o an merak etti. Kim kendisine bu soğanı vermişti? Neden vermiş olabilirdi? Bütün şükûfeciler loncasının ve hatta yabancı ülkelerden lale avcılığına çıkmış casusların bile peşinde olma ihti-

280

mali bulunan özel bir lale soğanını gelinlik bir kızın saklaması, en azından ona sahip olması ne anlam taşıyordu? Nakşıgül bu laleyi yanağının renginde açacak zannettiğine göre acaba neye sahip olduğunun farkında değil miydi? Nakşıgül'ün yanağı al al idi ve acaba elindeki lale soğanını sıradan kızıl bir lale olarak mı tutuyordu? Yoksa bu lale gerçekten Hafız Çelebi'nin de dediği gibi kızıl açacaktı da onu toprağa koyarken adını Katre-i Matem koydukları ve duasını öyle yaptıkları için mi siyahlara bürünmüştü? Belki de adı "Matem Damlası" oldu diye matem renginde, siyaha çalan koyu mor renkte açmıştı! Eşya ismiyle müsemma değil miydi; pekâlâ böyle de olabilirdi. İşte Katre-i Matem, gökkubbenin altında daha evvel hiç görülmeyen bir lale rengi taşıyordu. Bu rengi ona Nakşıgül'ün avucun-daki kan mı vermişti, yoksa Kara Şahin'in bir yıldır yaşayıp durmakta olduğu gam mı? Topaç Yeye'nin hasretle çapaladığı toprağı mı, dalını bir âşık gibi kucaklayıp kuşatan yaprağı mı? Hafız Çelebi'nin dostu Osmanzade'ye adamasından mı, yoksa son günlerde çekmekte olduğu yasından mı?

Güneşin ilk ışıkları nisan yağmurlarıyla Levent Çiftliği sırtlarında bir gökkuşağı bağladığı sırada Katre-i Matem'i üzerine damlamış çiğ tanesiyle ilk gören bu yedi kişi, bundan sonra işlerinin kolay olmayacağını biliyorlardı. Martolozzade Kirkor Efendi en uzakta olan adamdı. Testeresini, küştüresini, çekicini torbasından çıkarıp işe başlamak üzereyken bu güzelliğe şahit olmuştu.

Hörükız ile Şehnaz hikâyenin içine ilk defa giriyorlardı ama bir daha kopmalarının söz konusu olmayacağını bilerek oradaydılar. Şehnaz, birkaç gündür Hafız Çelebi'nin evine ayak alıştırmıştı. Artık Kuru Kirkor Efendi geldikçe o da geliyordu. Kirkor Efendi'nin fevkani evi Veyis Ağa'nın konağıyla bahçe komşusu idi. Şehnaz, daha bebekliğinden itibaren onların evine sık girer çıkardı. Kirkor Efendi bu dilsiz kızın Ye-

281

ye'ye olan tutkusunu öğrenince acımış, yardım etmek istemişti. Babasına yalan söylemiyor, kızını Hafız Çelebi'nin lale bahçesine götüreceğini söylüyordu. Veyis Ağa öteden beri Hafız Çelebi'nin adını duyar, lale yetiştirdiğini bilir, bütün Eyüp Sultan'da anlatılan yüksek ahlakını ve asil kişiliğini uzaktan uzağa takdir ederdi. Şehnaz'ın son zamanlarda sık sık Kirkor Efendilere veya Çelebi'nin bahçesine gitmek istemesi dikkatini çekmiş olmakla birlikte lalelere merak sardırmasında bir beis görmemişti. Şehnaz ise babasına karşı dürst olmaya çalışmış, bir keresinde Hafız Çelebi'nin yanında Yusuf'u gördüğünü söylemiş, babası da ya anlamamış görünerek veya gerçekten anlamadığı için sesini çıkarmamış, yalnız bahçe aralarından gidip gelirken dikkatli olmalarını tembih etmekle yetinmişti. O günden sonra Şehnaz bir daha Yusuf'un adını anmamış, kolayca aldığı izinleri babasının helvacı dükkanındaki karşılaşmadan sonraki acımasızlığının merhamete dönüşmesine yormuştu.

O sabah üzerine çiğ düşen Katre-i Matem'e bakarkenTopaç Yeye, üst üste hırkalar, mintanlar giymiş vaziyette bir yandan hâlâ hastalığın nekahetini yaşıyor, diğer yandan, kısa bağlanmış buzağılar gibi bu soğanın çevresinde dönüp durmakla geçirdiği bütün bir kışı hatırlıyor, belki şimdi o sabrının mürüvvetini görüyordu.

Bican Efendi ise günlerinin yarısını burada harcamakla kalmamış, Katre-i Matem'in yaprakları topraktan başını çıkardığı günden bu yana her gece kalkıp çevreyi dinlemiş, yerinde durup durmadığına bakmıştı. Şahin ise bütün sorulara bu açan çiçekten sonra cevaplar bulmaya başlayacaktı.

Katre-i Matem'i bu haliyle bu bahçede korumanın imkânı olmadığını başında toplanan herkes biliyordu. Açmadan önce bahçedeki binlerce laleden biri iken şimdi her şey değişmişti. Öncelikle şükûfeciyen kethüdasına bu bahçede böyle bir çiçek

282

açtığını tescillettirmek gerekiyordu. Böylece lale müsabakası esnasında kime ait olduğu ilan edilebilecekti. Bununla da yetinmeyip çahnmaması için başını beklemek yahut bir saksıya alıp uygun iklim şartlarında kilit altında tutmak gerekecekti. "Evlatlarım, dostlarım!.."

Hafız Çelebi'nin sesi her zamankinden daha cılız ve titrek çıkmıştı:

"Her yıl sevinçle gönlümün aydınlandığı bu sahne, bu yıl nedense beni pek hüzünlendirdi. Galiba artık yaşlanıyorum. Neyse ki oğlum Yusuf bundan böyle yanımda olacak, bir daha beni bırakıp gitmeyecek."

Topaç Yeye sitemle karışık bu son cümlede başını yere eğmiş, utanmıştı. Şehnaz eliyle onun hırkasını yakasına doğru çekip bağrını kapatırken Hafız Çelebi'ye doğru birkaç adım atıp sarıldı:

"Babam, babacığım!.."

Topaç Yeye ilk defa birisine baba diyordu ve bunu içinden gelerek söylemişti. Hiç baba yüzü görmemişti ama bir babası olmasını isteseydi ancak Hafız Çelebi gibi birini hayal edebilirdi. Şehnaz beraberinde kalmasını teklif ettiğinde, annesinin hatıralarıyla büyüdüğü kulübe yerine Hafız Çelebi'nin hayat sunduğu kulübeyi tercihine Katre-i Matem'i görme bahanesini uydurmuş ama aslında bir baba sesini özlediğini saklamıştı. Şimdi Şehnaz annesine dair hayallerle değil, babasına dair anılarla yaşayacaktı. En azından burası onun ikinci evi olacaktı. Kararları kesindi.

Kuşluk çayını birlikte içip de öğleye doğru ayrılacakları vakit Hafız Çelebi ortaya bir söz alıverdi:

"Dostlarım! Kişinin değeri, güzelce bildiği şey kadardır, aklınızdan hiç çıkarmayın!"

Bununla kime hangi mesajı vermek istemişti, belli değildi. Bu yüzden cümleyi herkes kendine göre ve başka türlü tercü-

283

me etmişti. Topaç Yeye dağda yaşayan bir meczubun aşk anlayışını hatırlamış, utanmış, sevgisini paylaşmanın eksikliğiyle mahcup olmuştu:

"Hafız Çelebi benim Şehnaz'a olan bağlılığımı kıskandı; kulağımı çekiyor, belki de 'sen beni ne kadar seversen ben de seni o kadar severim' demekle tehdit ediyor. Üzülme benim asil babacığım, ikinizi ayırmam ben!"

Şehnaz kabul edildiğini, buraya her zaman gelebileceğini

hissetti:

"Zannederim, Yeye'ye karşı ne derece sevgi dolu ve yakın olursan, o da seni o kadar sevecek. Üstelik ben de seni sevmiş olacağım, demek istiyor."

Kuru Kirkor Efendi bu cümleyi uzun yılların dostluk göstergesi sayıp kendisine teşekkür ve iltifat edildiğine inandı:

"Ben de seni öyle güzelce bilirim kadim dostum, senin hakkını hiç ödeyemem!.."

Hörükız hikmete hayran kalmakla birlikte kendini yine gizlemişti:

"İşte her şeyi güzel bilecek kadar saf biri daha!.. Neden Devlet-i Aliyye'nin başındakilerle devletlûlar da böyle düşünmez ki!"

Kara Şahin aşkını bu cümleye düğümledi:

"Hem Nakşıgül'ü, hem Katre-i Matem'i güzel bildiğim için uğrunda can vermek de gerekse yolumdan dönmeyecek, değersiz ömrüme değer katacağım. Çelebim! Doğru dersin, kişinin kadri güzelce bildiği şey kadardır."

Bican Efendi mi? 0, karmakarışık duygular içindeydi. Tam olarak ne hissettiğini ve bu sözden ne anladığını hiç kimse bilemeyecekti. Mor lale ile birlikte içinde bir savaş başlamak üzereydi. Çünkü aklı kaç zamandır kaplumbağalardaydı.

284

-derkenar-

bir meczubun aşk anlayışı

Dağ başında bir meczup yaşarmış. Adamakıllı akimi kaptırmışın biri. Gökyüzüne bakıp dertli bir gönülle dermiş ki: "Rabbiml.. Sen sevgiden anlamıyorsun. Ama ben seni daima sevmekteyim. Senin benim gibi sayısız sevgilin var, ama benim senden başka bir sevgilim yok!.. O halde ey kâinatı yaratan, aydınlatan, döndüren sevgili; nasıl diyeyim sana, n'olursun, azıcık olsun şu sevgiyi benden öğrensen!..

285

47. Sual:

- Sizin Pencerelerinizi Örten Perdeleriniz

Yok mudur?

"Burda bir baba gençlik çağına gelen oğluna 'Benim olan her şey senindir; yiyecek bol ve yerimiz geniş!' der. Oysa bizim ülkemizde babanın nasihati 'Çalış, kendine bir hayat kur ve yiyeceğini kazan!' olur. Burda babalar oğullarını seçtikleri bir kız ile evlendirip gelinlerinin erkek çocuklar yetiştirmesini arzular ve üç nesil bir arada otururlar; bense kocamı kendim seçtim ve büyükbabamı ömrümde ancak iki defa ziyaret edebildim. Burada evlatlar babalarının görüşünden dışarı çıkmayı itaatsizlik sayar, yanlarında gülemezler bile; bizde her gün tartışmalar yaşanır, kavga edilir, sonra da birlikte kafa çekilir. Burda kadınlar evlerin pirinç kafesleri, kündekâri cumbaları arkasında halı kaplı duvarlardaki resimlere bakarak kendilerine ait loş bir dünya kurarken bizim kadınlarımız şeffaf camlı evlerinde güneş ışıklarının bütün sertliğiyle aksettiği beyaz duvarlar arasında, toz zerrelerini teneffüs ederek yaşarlar. Dudaklarına kızıl

286

boya, alnına pudra süren buradaki bir kadın ile bizim ülkemizde cildi güneşten kızarmış bir kadın arasında ne acımasız bir güzellik ölçüsü vardır! Kızılın ılıklığını ve pudranın yumuşaklığını keşfeden, saçını yağ sürerek tarayan, üzeri sırmalı giysilere bürünen buradaki kadın, kocasını memnun etmek için her şeye sahiptir elbette. Üstelik de kafes ve oymalarla loşlandırı-lan ışığın altında!.. İşvebaz, şuh, bazen hoyrat ve acımasız..."

Lady Montegue çevresini sarıp ağzının içine bakarak dinleyen dostlarının rahat hayatlarına imrenerek anlatıyor, onlar da anlatılanlar arasından kendilerine yabancı gelen tasvirlere hayret ederek ne kadar az şey bildiklerine hayıflanıyorlardı. Vezir İbrahim Paşa Sarayı'nın Üsküdar'ı gören yazlık harem kafesleri arkasındaki bu hayran dinleyiş Fatma Sultan'in bir sorusuyla bölündü:

"Ama sizin ülkenizde de fettan kadınlar giyimleriyle kocalarını baştan çıkartıyorlarmış?"

"Hiç şüphesiz öyle, ama bu giyinişe başkalarının da göz hakkı karışınca aile faciaları yaşanıyor. Geçen sene bir asilzadenin, kadınını pencerenin dışından seyreden âşıkını düelloda öldürmesi tartışmalara yol açmış, pek çok insan pencerelere perde örtülme âdetini yeniden mecbur tutmanın gerekliliğini homurdanıp durmuşlardı.

"Nasıl yani, sizin pencerelerinizi örten perdeleriniz yok mudur?"

"Hanımefendiciğim, söyler misiniz Allah aşkına, önce duvarda kocaman bir delik açıp sonra da orayı perde ile örtmenin nasıl bir mantığı olabilir ki? Dışarıyla içeriyi aynı anda barındıran sizin şu kafesler ne güzel, değil mi ya!.."

Ecnebi hanım, küçük bir nefes aralığı bırakıp elindeki yelpazeden yüzüne iki esinti gönderip devam etti:

"Bir de yere yaydığınız harikulade işlemeli halılar, kilimler ve yaygılar var tabii. Saygıdeğer hanımefendiciğim, sahi üzeri-

287

ne karpuz çekirdeklerini tükürmeden nasıl muhafaza ediyorsunuz onları?"

"Yoksa siz çekirdekleri halılara mı tükürüyorsunuz?" "Kadınlar ve hizmetçiler değil, ama erkekler isterlerse tü-kürebilirler."

"Neden sizin erkekleriniz kadınlardan üstün mü?" "Hayır, buradakinin tam aksine bizde erkekler daha az çalışır, evin kazancını çok zaman kadınlar getirir."

Fatma Sultan, bu cümleyi duyunca artık yabancıların da kendilerine ait hayatları olduğunu, herkesin İstanbul'daki gibi yaşamadığını düşünüp hayret etti. Ama kadınların orada erkeklerle sohbet ettiklerine, çocuklarla babaların tartıştıklarına çok şaşırmıştı. Onun ne tuhaf   şeyler   anlattığını   düşündü. "Belki ona da bizim hayatımız tuhaf geliyordur," diye güldü sonra. İşte çocukluk anılarının içindeydi; bir zamanlar saraydaki hanımlar batılıları insan bile saymaz, ilkel yaratıklar olarak görürlerdi. Özellikle de saraya gelen ecnebilerin giysilerine gizli gizli bakıp güldüklerini çok iyi hatırlıyordu. Belki ecnebiler de bizim kıyafetlerimize gülüyordur diye ürperdi birden. "Öyle ya, yüzyıllar boyunca giysiler gibi gelenekler de farklı farklı uygulanmıştı. Bizim onlara medeniyet öğretmek isteğimiz belki de onları kendimize benzetme arzusundan başka bir şey değildi. Üstelik onlar da bize karşı aynı düşünceyle hareket ediyor olabilirler, bize medeniyet öğretme iddiasında bu-

288

Ilınabilirler, kim bilir. Kaldı ki son yıllarda Osmanlı ordularının savaşlardan mağlup çıkması, yahut hazinenin sıkıntıya düşmesi, bir de üstüne üstlük iç düzenin bozulması, belki de medeniyete yeniden ihtiyaç duyulmasını gerektiriyor olabilirdi. Hem sultan babasının da, vezir kocasının da bu Frenkler-den bahsederken eskisi gibi önemsiz adamlarmış gibi bahsetmediklerine kaç kez şahit olmuştu. Fen denilen şeyden sık sık bahsetmeye başlamışlardı."

Fatma Sultan bütün bunları zihninde tartışırken Lady Mon-tegue çevresini sarmış saraylı hanımlar ile onların kalburüstü misafirlerini hayretten hayrete düşürüyor, mesela dünyanın yuvarlak olduğunu söylüyor, bazıları "A-aa!.. Ne komik!.." derken diğerleri inanıp inanmamakta büyücü veya falcı karşısın-daymış gibi davranıyorlardı. Bazılarına göre bu Frenkler hakikaten tuhaf insanlardı. "Güya Devlet-i Aliyye dünyanın tam ortasında değilmiş, diğer ülkeler gibi üstünde bir yerlerde duruyormuş. Saçmalık!.. Hem dünyanın öbür ucuna varmak için üç ay at sürmek gerekirmiş. İstanbul'da gece olduğu vakit Frenk diyarlarında gündüz oluyormuş. Tövbe, tövbe!.."

Fatma Sultan hayret içinde dinlediklerinden sonra kararını verdi; "Bu kadın mutlaka Bin Bir Gece Masalları'nın veya Tuti-name'nin Frenkçe anlatılan şekillerini çok iyi biliyor, oradan maharetle büyülü hikâyeler uyduruyor"du. Lakin vezir kocasına sorduğu vakit onun anlattıklarını doğrulamasına ne demeliydi. Yoksa gerçekten dünya yuvarlak olabilir miydi? Kocası bunu mutlaka bilirdi, akşamı bekleyemezdi, hemen gidip şimdi sormalıydı.

Selamlık dairesine geçtiğinde vezir kocasının Muşkara'dan sökün edip gelen hemşerilerinden birisiyle fısıldar şekilde görüştüğüne şahit oldu. Bu adam kabadayı Sarı Celep idi ve daha evvel de onu birkaç kez kocasıyla görmüştü. Galiba birtakım özel görevler için onu kullanıyordu. Hiç âdeti olmadığı hal-

289

de içine bir kurt düştü, "Acaba ne konuşuyorlardı?" Biraz daha yakına vardı, konuşmalar karşılıklı bir sinir harbi gibiydi:

"Haliç'te bulunan kesik başların tamamını ve bedenlerin genç olanlarını araştırdım. Hekim Dursun Ağa'dan tekrar tekrar kontrol etmesini istedim. Hiçbirinin Şehzade Ahmet olma ihtimali yoktur efendimiz."

"Bana ölüsünü bulamadığını değil efendi, dirisini bulduğunu söylemelisin! Ya Ahmet'in kellesini getir, ya ben senin kelleni götürürüm! İşte o kadar!.."

"Ama efendimiz, on gün oldu, hangi kılıkta dolaştığını bilmeye yaklaştım. Şehirde halk her yerde toplanıp duruyor. Birtakım evbaş ve kallaş adamlar etraflarına serserilerden çeteler topluyorlar. Yanlarına yaklaşmak zor oluyor, hepsi zebel-lah herifler. Ahmet'in de onlara karışma ihtimali yüksek. Külhanları, tulumbacı kahvelerini, kabadayı mekânlarını bir bir dolaşıyorum. Geçen sonbaharda Gedikpaşa Hamamı külhanında tarife uygun bir delikanlı kalmışmış. Şahin derlermiş. Ben onun Kara Şahin olduğunu buldum. Ama sekiz aydır İstanbul'da kendisini gören, işiten olmamış."

"Yer yarılıp içine girmedi ya Celep Efendi!.. Ne yaparsan yap, elini çabuk tut!. Eğer diğer Ahmet'in adamları onu senden evvel bulursa, gayrı zehirli hançerini al da gel."

Fatma Sultan duyduklarına inanamıyordu. Bu Şehzade Ahmet de kimdi? 0 şefkat ve nezaket timsali yaşlı kocası bu adama emirler verirken ne kadar acımasız ve vahşi idi böyle? Ya sultan babasından Ahmet diye bahsetmesine ne demeliydi? İyi de onu babasından evvel bulmayı neden istemekteydi? Gizli işler mi dönüyordu? Duyduklarını duymamış olmayı istedi birden. Şeytan nereden içine girmiş, kendi kocasına şüpheyle yaklaşmasını telkin etmişti ona? Şimdi bütün huzuru kaçmıştı. Oysa babasının yanına girdikçe hürmette kusur etmiyor, onun için yazdığı şiirlerle gönlünü alıyor, itimadını sağlıyordu. Peki

290

ama ya bu itimadın altında "Ahmet" hitabını hak edecek bir kin var idiyse! Bunu babasına söylemeli miydi? Osmanlı tahtında hep sultanlar ile oğulları veya kardeşler arasında kavga olagelmişti. Damat ile kayınbaba arasında bir kavga var ise bu nasıl bir sonuç verirdi? Böyle bir durumda hangisinin yanında olunur, hangisine itimat edilirdi? Babasına söyleyip söylememe konusunun o gece uykularının kaçacağı muhakkaktı. İstanbul halkının çoktandır fakirleştiğini, gelir ve kazanç dengelerinin uçurumlarla ölçülmeye başlandığını, eğlenceye düşkünlüğün iyiden iyiye arttığını, halkın ekmek alacak gücünün bile kalmadığını işitiyordu. Böyle zamanda sultan ile vezir arasında art niyet bulunmamalıydı. Eğer olursa bundan en zararlı çıkacak kişinin kendisi olduğunu da pekâlâ biliyordu. Hani ne derler, "Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal!" Galiba bu meseleyi önce babasıyla konuşmalıydı.

Vezir İbrahim Paşa, elinin tersiyle Sarı Celep'e salondan çıkmasını işaret ettiği sırada kapıdan girmek üzere olan adama gülümseyerek seslendi:

"Gel hele Selman Abdal, gel benim şair dervişim!.." "Sarı Celep ile Kara Şahin, avcı ile av, birbirlerini tanımadan selamlaşıp geçtiler..."

291

48. Sual:

Bir Çiçek Kitabının Satırlarında Cinayetin tzini

Sürmek mi?

Süleymaniye Kütüphanesinin lale kitaplarına ayrılan hücresinde neler öğrenmişti neler. Ve Hafız Çelebi'nin bahçesinde Katre-i Matem'in başında söyleştikleri günden sonra neler

olmuştu neler...

Daha ertesi gündü. Bican Efendi ile Katre-i Matem birlikte kaybolmuştu. Bereket versin Şükûfeciyan Kethüdası laleyi görüp defterine kaydettikten ve bir resmini de çizdikten sonra.

Geçen sonbahardan bu yana açmasını beklediği bu çiçek onu Nakşıgül'ün katiline götürecekti, böyle umuyordu. Oysa artık yoktu. Kimin çaldığı belli değildi. Çiçeği çalan kişi öteki eşine de sahip olmalıydı. Veya en azından onun da peşinde olmalıydı. Yani hırsızı bulması halinde Nakşıgül'ün katillerine yaklaşmış olacaktı. Ama şimdi işi daha da zorlaşmıştı, bunu biliyordu. Aklına takıldı, acaba bu mor çiçeğin eşi nerede, hangi bahçıvan elinde, hangi bahçede büyümüştü?

292

Katre-i Matem'in kaybolmasında herkesin ortak düşüncesi Bican Efendi'nin onu Felemenk diyarına kaçırmış olduğuydu. Her yıl haziran ortalarında lale resimleriyle memleketine dönen Bican Efendi'nin bu yıl daha laleler iyice açmadan kaçıp gitmesinin sebebi başka ne olabilirdi? Konuyu Hafız Çelebi ile müzakere ettiklerinde ise onun buna inanmak istemediğini görmüştü; tıpkı Yeye gibi onun da bir gün, bir yerlerden dönüp geleceğini iddia ediyor, "Başına bir şeyler gelmiş olmalı, çünkü o benim dostumdu, böyle bir şeyi yapmaz!" deyip duruyordu. Ama Bican Efendi'nin ortadan kaybolduğu günün ertesinde Galata Limanı'na üç adet Felemenk gemisinin geldiğini, bunlardan birinin krala ait gemi olduğunu ve tek bir yolcu aldıktan sonra günübirlik döndüğünü öğrendiği zaman iyiden iyiye çökmüş, sanki birden ihtiyarlayıvermişti. Topaç Yeye onu teselli için çok zaman yanından ayrılmıyordu. Bahçenin işleri kalmış, laleler pazara çıkmadan solmaya yüz tutmuştu. Oysa saksılanması, toprağının değiştirilmesi, soğanların güb-relenmesi lazımdı. Daha da önemlisi, kaplumbağalar için bu mevsimde dereden eğir otu toplayıp kurutmak, çivit boya ile macunlayıp un eylemek gerekiyordu.

Şahin, o gün olanları zihninde yeniden canlandırmayı denedi. Katre-i Matem'in, üzerinde bir çiğ tanesiyle açıldığını gördüklerinde bahçeden ilk önce Şehnaz ile Kuru Kirkor Efendi ayrılmışlardı. Daha doğrusu Kirkor Efendi, komşuluk hatırına Şehnaz'ı evine götürmüştü. Ardından Bican Efendi resim yapmak üzere odasına çekilmişti. Öğleye doğru da Hörükız ile kendisi bir sandala binip Hafız Çelebi ile Yeye'ye veda etmişlerdi. Sandalcı ikisinin konuşmalarını dinlemişti; ama onun laleyi çalacağını hiç sanmıyordu. "Belki de çalmıştır," diye geçirdi içinden, umutsuzca. Sonra sandalda neler konuştuklarını düşündü. Hatırlıyordu, Kâğıthane'den Defterdar açıklarına doğru akıp giderken aklında hep Katre-i Matem vardı.

293

Cibali hizalarında Hörükız'ın ikazıyla düşüncelerinden sıyrıldığında onu kendisine laf çarptırır ve iğneli sorular sorarken bulmuştu. Havadan sudan konularda onu tartıyordu anlaşılan. Bir müddet kısa cümlelerle geçiştirmeye çalıştıysa da sonunda bodoslama karşılıklar vermek zorunda kaldı. Aslında ikisinin de yekdiğerinden gizlediği ve gizleyeceği şeyler olduğu için Hörükız'ın bu tavrını normal buluyordu. Fakat üzerine gitmez ve karşılık vermezse kendini alt edeceğinden de korkmuştu. Sonunda bir şeyi fark etti. İkisi de birbirlerinden uzak durmak istedikleri oranda birbirleriyle ortaklık kurmak arzusu taşıyorlar lakin ne o, ne de kendisi bunu asla dile getirmiyordu. Kişilikleri ve enaniyetleri kesinlikle yekdiğerini ağdır-mazdı. Yine de hallerinden şikâyetçi değillerdi. Sonuçta ikisi de birilerinin hesabına çalıştıklarını gizleyemez durumdaydılar. Eğer Devlet-i Aliye sözkonusu ise ha Üç Hilal Cemiyeti, ha Vezir İbrahim Paşa hesabına olmuş, ne fark ederdi. Bununla beraber kendisi, yaptığı vazifeden gayrı bir de Katre-i Ma-tem'in eşini aramak durumundaydı. Peki ama karşısındaki kızın peşinde olduğu gizli iş ne idi?

Yolculuğun ilerleyen dakikalarında Kara Şahin kuralları koymuş, Hörükız da hiç itirazsız kabul etmişti. Anlaşma basitti. Ertesi günden itibaren sık sık buluşacak, biri kadınlar arasında derlediği, diğeri erkekler arasında topladığı bilgileri paylaşacak, sağlamasını yapıp tamamlayacak veya yeni sorular üretip cevaplar bularak ayrılacaklardı. Daha çok da Hafız Çelebi'nin lale bahçesinde veya Süleymaniye Kütüphanesi'nin hücrelerinden birinde gerçekleşecekti buluşmalar. Tıpkı şimdi olduğu gibi.

Rafta dizi dizi ciltler duruyordu. Hemen hepsinin içinde çiçekçilik ve özellikle lale yetiştiriciliğiyle alakalı bilgiler ile resimler vardı. Hafız Çelebi'nin konuşmaları sırasında adını andığı kitapların hemen hepsi buradaydı. Pek çoğunda daha ev-

294

vel lale yetiştirenlerden, birincilik kazanan lalelerden, bazı padişahların ve vezirlerin lale merakından bahsedilmekte, sayfaların neredeyse yarısı da lale nakışlarına, resimlerine, renkli boyamalara ayrılmış bulunmaktaydı. Hafız Çelebi'nin bahsettiği Bostanü'l-Ezhâr (Çiçek Bahçesi) adlı kitap ile Bican Efen-di'nin Felemenk diyarından adını andığı Von Diez nam kâfirin kitabı da burada, önlerinde duruyordu. Mizanü'l-Ezhar'mda (Çiçeklerin Terazisi) Ebussuud Efendi'nin uNur-ı Adn" (Cennet nuru ) adını verdiği lale resmini, Tabip Mehmed Âşıkî Efendi ile Netâyicü'l-Ezhâr'ın (Çiçeklerdeki Olgunluk) yazarı Cerrahpaşa Camii imamı Mehmed bin Ahmet Ubeydi Efendi'nin değişik çizimlerini ellerinde tutuyorlardı. Asırdan aşıra, çağdan çağa, devirden devire, yıldan yıla bir tek lalenin rengine takılıp en güzel laleyi yetiştirme iddiasıyla tüketilen zarif ömürleri ve onların emeklerini anlatıyordu bu kitaplar. O ustalar sa-yesindeydi ki ecnebi milletlerin İstanbul'a gelen bütün gemileri mutlaka yeni üretilen soğanlar ile yurtlarına dönüyorlardı. Bican Efendi gibi, şükûfeciyen esnafı içinde Felemenk'ten Avusturya'dan gelen bahçıvanlar da vardı.

Kara Şahin ile Hörükız ellerindeki kitaplarda lalelere ve la-lecilere dair zengin bilgiler buldular, Von Diez ve Murrey nam kefereler tarafından Alaman diline ve dahi İngiliz diline tercüme edilen lale kitapları olduğunu okudular. Sayfaların anlattığına göre, İstanbul'da iki bin kadar lale çeşidi elde edilmektey-miş. "Bunların çoğu daha önce isimleri unutulan lalelere sonradan yeni isimler verenlerin marifeti olsa gerek," diye düşünmekten ve bunu da dillendirmekten kendini alamadı Kara Şahin fısıltıyla. Hörükız bir kütüphanede olmanın tedirginliğiyle daha da kısık bir sesle cevapladı: "Ya da çok az elde edilmiş olduğundan zamanla kaybolmuş ve yeni elde edilen çeşitler yeniden adlandırılıp sıralamaya alınmıştır." Kara Şahin bir zamanlar derviş olduğunu unutup bu kızın zekâsını kıskandı.

295

Kütüphanede bu ikinci buluşmalarıydı. Kitaplara bakarken zamanın hızla akıp geçtiğinin hiç farkına varmadılar. Sayfalardaki resimler ve şuh isimlerden yüreklerine farklı güzellikler yansıyordu. Çok zeki ve bilgili bir adam olan kütüphane memuruna kendilerini evli bir çift olarak tanıtmışlar ve de sevdirmişlerdi. O kadar ki adam artık çekinmeden onlara hanımından şikâyet edebiliyordu.

Lale kitapları bahaneydi. Aslında lale yetiştiricilerinin ve İstanbul'da olup biten şeylerin haberlerini paylaşmak için buraya geliyorlardı. Neden sonra birbirlerinin hayat ve hatıralarını paylaşmaya başladılar. Sonra da -gariptir- laleler hakkındaki bütün bilgileri...

296

49. Sual Son Saksıda Hangi Çiçek Vardı?

Kirazların olgunlaşmaya başladığı, bülbüllerin Sadabat'ı nağmelerle doldurdukları mevsimde, bayramdan iki hafta sonraydı. İstanbullular bütün ramazan boyunca her gece Aya-sofya Camii minareleri arasında okudukları ışık yazılardaki büyünün sarhoşluğundan yeni ayılıyorlardı. Halkın ilk defa gördüğü bu uygulamayı vezir İbrahim Paşa o yıl icat ettirmişti. Adına mahya deniliyordu. İki yüz kadar kandil ile yazılmış olan "Şefaat ya Rasulallah!" cümlesi, otuz gün boyunca bir yandan gönülleri, diğer yandan Ayasofya Meydanı'nı aydınlatmış, geceler gündüz gibi olmuş, halk meydanda sahur vaktine kadar hem baharın, hem ramazanın tadını çıkarmıştı. Ancak bütün o ışıklı geceler, şehirdeki suç seviyesinin de yükselişine katkıda bulunmuş, zaten kaynamakta olan kalabalıkların öbek öbek büyümesine ve şikâyetlerin meydanlarda uluorta dile getirilip ayyuka çıkmasına kapı aralamıştı.

297

Güneş, bahar sevinci yaşar gibi Sadabat'daki havuzların üstünden aştığı saatlerde şüküfeciyen kethüdası, sıra ile lale sahiplerini kürsüye çağırmaya başladı. O seneki çiçek encümeninin, hepsi de tanınmış lalecilerden oluşan üyeleri arasında Hafız Çelebi yine ilk sıradaydı. Her laleyi gördükçe onun güzelliği hakkında görüş bildiriyor, notlar tutuyor ve sonunda dereceye koyuyorlardı. Sanat eseri saksılardaki rengârenk laleler, önce bir örtü altında kethüdanın eline getiriliyor, o bir gelinin duvağını açar gibi nazikçe ve yavaş yavaş örtüyü sıyırıyor, çiçeğin açığa çıkacağı sırada birazcık bekliyor, herkesin merakını gıdıklayıp yarışmaya heyecan katacak övgüler sıralıyor ve nihayet tezahüratın arttığı bir anda lalenin ismini bağırıp üstündeki örtüyü birden kaldırıveriyordu. Birkaç dakika, meydanı dolduran hayret dalgasının aferinlerini ve alkışlarını bekliyor, çiçeği herkesin görmesi için sağ eliyle havaya kaldırıp açık arttırmayı başlatıyordu. Laleler için değer biçen heyet bu alkışları ve tezahüratı dikkate almakla birlikte çiçeği yakından inceleyip kadehinin yuvarlaklığına, renginin parlaklığına, yaprakların ipek ötesi kadifeliğine ve dalıyla olan tenasübüne değer biçiyor, ona göre derecelendiriyor ve lalelerin tamamı satılmadan da hangi çiçek veya hangi yetiştiricinin dereceye girdiğini açıklamıyorlardı. Buna rağmen hemen her yıl, en yüksek fiyata satılan lalelerin derecelendirmede de en ön sıralarda olduğu görülüyor, böylece encümende pey süren İstanbulluların da hangi lalenin güzel olduğunu kestirebildikleri ortaya çıkıyordu. Ne de olsa İstanbul, zarafetin imbikten geçirildiği, tarihinin en müstesna zamanlarını yaşıyordu...

Lale encümeninde işler açık, pazar hareketli sayılırdı. Felemenk elçilerinden biri tarafından getirilen Rummanî (Nar Renkli) adlı lale dört yüz altına alıcı bulmuştu. İranlı bir tacirin getirdiği Tac-ı Kayser (Kayser'in Tacı) adlı laleye de üç yüz elli altın paha biçilmişti. Mehmet Lalezarî'nin Sihr-i Helal (He-

298

lal Büyü) adıyla satışa sunulan lacivert lalesi üç yüz kırk altın etmişti. Bu üç lalenin gelecek yıllarda İstanbul bahçelerinde kademeli olarak çoğalacağı ve nihayet soğanı on akçeye düşe-siye kadar üretileceği aşikârdı. Her sene böyle olurdu.

Encümen, o mevsimde dünyanın her yerinden gelen tacirlerle doluydu. Hayret dolu gözlerle laleleri seyreden, güzellerinin soğanlarını satın alıp kervanlarla, gemilerle ülkelerine götüren tacirlerdi bunlar. Bir de İstanbul'a lale getiren bezirganlar vardı. İran'dan, Felemenk'ten, Nemçe'den, Avusturya'dan, Kırım'dan dalga dalga akan bezirganlar. Onların getirdikleri muhtelif cins ve renkteki laleler İstanbul laleleriyle yarışır, lale encümeninde görücüye çıkar, çok da alıcı bulurdu.

Bu yıl, her zamankinin aksine hiçbir hırsızlık vakası yaşanmamış, lalesinin çalındığına dair hiç kimse ihtisap ağasına şikâyette bulunmamıştı. Oysa her lale zamanında İstanbul'da laleler gayrimeşru yollardan el değiştirir, özenilerek ve aylarca emek verilerek yetiştirilen bazı çiçekler, -asıl sahipleri bir yerlerde hapsedildiği için- hırsızlar tarafından satışa sunulurdu. Bir de sahibinin elindeki çiçekte hak iddia edenler çıkardı. Bunlar bahçeden soğanlarının çalındığını söyler, aynı lalenin bir benzerini getirerek iddialarını ispata çalışırlardı. Lale zamanı geldiğinde, İstanbul ihtisap ağası şehrin emniyetine daha ziyade itina gösterirdi. Çünkü lale zamanı, İstanbul'da yılın en fazla ziyaretçi aldığı dönem olurdu.

111

Kara Şahin velinimeti Vezir İbrahim Paşa'nın tam karşısında ayakta bekleşip laleleri seyreden yabancı kalabalığın arasında gözlerini dört açmış etrafı gözetliyordu. Hafız Çelebi encümen azasından olduğu için kendilerine ayrılan özel peykeler üzerinde oturmaktaydı. Topaç Yeye, kadınlara ayrılan bölme ile erkekler bölmesi ortasında biriken çocukların arasında idi.

299

Daha tam iyileşmiş sayılmazdı, ama ısrarla buraya gelmek istemişti. Hörükız da muhtemelen kadınlar kısmında olmalıydı.

Kara Şahin, Katre-i Matem kaybolduktan sonraki günlerde, İstanbul'da ne kadar lale yetişen bahçe varsa hepsini gezmiş, Katre-i Matem'in ikizini arayıp durmuştu. Gerçi hırsızın, çiçeği açmaya başladıktan sonra onu bahçede bırakmayacağını biliyordu, yine de bir umut ile bahçeleri dolaşması gerektiğini düşünmüştü. Sevdiği kadının mezarını bile bulamadığı şu şehirde hiç olmazsa bir çiçeği, sonra da katilleri bulması gerektiğini kendine telkin ede ede İstanbul lalezarlarına, oralara giden caddelerine, sokaklarına delice saldırmış, her yeri arayıp taramıştı. Günlerce halkın arasında, kahvehanelerde, peyke başlarında, tekkelerde, hamamlarda, meyhanelerde, velhasıl halkın olduğu her yerde kulaklarını dört açtı. Yoktu!.. Katre-i Matem de yoktu; ikizi de... Aklına "Eğer ikizini görsem Katre-i Matem'den ayırabilir miyim?" sorusu takıldı. Saksıda bir fark olmadıktan sonra ayıramayacağına kendini inandırdı. Hafız Çelebi, ikiz lalelerin toprakları farklı olsa da aynı iklimde her bakımdan aynı şekilde yetiştiğini söylemişti. Öte yandan Katre-i Matem'in kayboluşuna dair hikâyenin İstanbul'da bir tevatüre dönüp dilden dile abartılarak dolaşıyor olması da işini zorlaştırıyordu. Şimdi ne kadar kanunsuz adam varsa bu lalenin peşine düşmüş olmalıydı. Bu tevatürlerin, Katre-i Matem'in güzelliğini efsaneleştirdiği, ününü ülke dışına taşırdığı da ortadaydı. Çünkü hemen yanıbaşında fısıltıyla konuşan iki Avusturyalı misafirden biri onun zifiri mor, diğeri ise daha da ileri giderek siyah olduğunu söylüyorlardı. Üstelik de bir siyah lale yetiştirme azminde olan kral hazretleri kendilerini sırf bu çiçeği görüp araştırsınlar diye İstanbul'a göndermişmiş.

Kara Şahin, vezirin kulları arasında, böyle bir mecliste, eli kolu bağlı bekleyip divan durmaktan ilk defa nefret etti. Sel-man Abdal olmak biraz da kendisi olmamak, daha doğrusu

300

sahtekâr olmak demekti. Artık bundan rahatsız olmaya başlamıştı. Her gün kaynayıp duran şehrin kötü havadislerinden vezir hazretlerine bilgiler götürmek ruhunu da kötülüklere alıştırıyordu sanki. Halbuki lalelerin arasında ne güzel bir hayat vardı. Ama kendisi o hayatı henüz hak etmemişti. Asıl düşünmesi gereken şey, yakayı ele vermeden Nakşıgül'ün katillerini bulmak olmalıydı. Vezir hazretlerine gelince; İranlı Sel-man Abdal'ı seviyordu ve onun bir Acem olduğuna o derece inanmıştı ki artık başından geçenleri ona da anlatamaz, yardımını isteyemezdi. Hesapları tersine dönüyordu. Sahtekâr bir dervişe kim inanır veya kim ona yardım ederdi ki?

Zihnini  Katre-i  Matem'den  kurtaramıyordu.  Sevgilisinin avucunda bulduğu o soğan sanki yer yarılıp yerin içine girmişti. Bütün olup bitenden ve öğrendiklerinden sonra Nakşıgül'ü öldürenlerin böylesine özel bir lale soğanının farkında olmamalarına ihtimal vermiyordu. Peki ama bugün şu müsabakaya da gelmeyecek olduktan sonra özel bir soğan yetiştirmenin ne anlamı olabilirdi ki? Eğer Nakşıgül'ü öldürenler bunu para karşılığında yapmış olsalardı herhalde bu soğanın değerinden yüz kat daha ucuz bir fiyata kiralanmış olurlardı. İstanbul'da cinayetin bile çok ucuzladığı bu yokluk -ve elbette bazılarına göre çokluk- zamanında böyle bir çiçeğin beş yüz altından daha fazla edeceği kesindi. Söylentilere bakılırsa altı yüz altın bile edebilirmiş.

Vakit ilerliyor, lale encümeninde müsabakaya girip açık arttırma ile yeni sahibinin bahçesine gidecek çiçeklerin sayısı gitgide azalıyordu. Tezgâhta dört saksı kalmıştı. Eğer bu dört saksıdan birinde de Katre-i Matem veya ikizi yok ise Bican Efendi, kralın gemisine binmiş demekti. Bu durumda diğer eşini de Felemenk ülkesinden birilerinin satın aldığı söylentileri kuvvet kazanacaktı. Böyle bir şey olursa Hafız Çelebi yalnızca bir servet kaybetmiş olmayacak, bir dostu da ihanetle anıyor

301

olacaktı. Herhalde yıkımı büyük olurdu. Maamafih böyle bir durumda Kara Şahin de bütün umutlarını yitirecekti. Nedem sonra, "Katre-i Matem'e bu kadar umut bağlamamalıydım!" diye düşündü. Nakşıgül'ün katillerini bulma yolunda bu çiçek zaten kendisine yeterince rehberlik etmişti. Yalnızca Hafız Çe-lebi'yi tanımasına vesile olmakla bile Katre-i Matem, üzerine düşeni yapmış sayılırdı. Öte yandan bu lalenin umut olduğu yollarda Vezir İbrahim Paşa, Bican Efendi, Tomruk Emini, Bindallı Mahmut Çavuş, Aslan Ağa gibi adamları tanımış, hatta işte bu encümene kadar gelmişti. "Yok, yok!.. Katre-i Matem avucumun içinde olursa yaptıklarımdan ve yapacaklarımdan daha emin olurum!" dedi sonra.

Uğultular artıyor, herkesin heyecanla görmeyi bekledikleri an gittikçe yaklaşıyordu. En fazla da Katre-i Matem'in mezada getirilip getirilmeyeceğiydi halkı heyecanlandıran. Neredeyse bütün İstanbullular bu kayıp çiçeğin rengini merak ediyor, Hafız Çelebi'nin kendilerine nasıl bir sürpriz hazırladığını görmek istiyorlardı. Oysa Hafız Çelebi çok tedirgindi. Katre-i Ma-tem'den geriye yalnızca bir ad kalmıştı. Eğer şu dört saksıdan birinde de değil ise onun kayboluşunu ve Bican Efendi'nin ihanetini dostlarına anlatabilmek hayli zor olacaktı. Yine de yüreğinin bir köşesinde eski dostunun masumiyetini saklı tutuyor ve Katre-i Matem'in hırsızlar adına bir yedi emin tarafından encümene getirileceğini umuyordu. O gün bu gelişten umudunu kesen tek kişi Kara Şahin olmuştu. Çünkü o Bican Efendi'nin Katre-i Matem'i götürdüğüne inanıyor, encümene Katre-i Matem diye getirilecek çiçeğin de ancak onun ikizi olacağını düşünüyordu. Heyecanının herkesten daha fazla olmasının sebebi buydu zaten. Katre-i Matem'in sahibi, aynı zamanda ona Nakşıgül'den haber verebilecek kişi olacaktı. Belki de sonbahardan bu yana bulmayı umduğu kişinin, katilin ta kendisi olacaktı.

302

Artık sıra son iki saksıdaydı. İki saattir haykıran kethüdanın sesi kısılma noktasına gelmişti. Sazende heyeti İsmail Dede Efendi'nin "Açıldı lale-zârın ciğerde dağ-ı denin" mısraıyla başlayan şehnaz zincir bestesini terennüme girdiği sırada kethüdanın sesi ritmik üslubuyla meydanı doldurmaya başladı.:

-Şükûfecinin adını: Sümbülzade kapı kâhyası Kooooç Ömer Efendiii.

Şükufenin adını: Piyaaaaaaaale-i Cem

Yetiştiği yeeer: Emiiiiirguune bağları

Kuzusuuuu: Üçeeeeer soğandan sekiz çift

Rengiiii: Leylakiiiiiî...

Kethüda efendi sözünün burasına gelince ortalığı derin bir sessizlik bürüdü. Sadabat'daki bütün başlar kendisine çevrilmiş durumdaydı. Eli örtüyü açmak üzereydi. İşini iyi yapmanın hazzıyla heyecanı arttırmak istedi:

"Şimdiden alıcı hanesinde dört efendi kayıtlı bulunuyooo-or. Mazbatasına adını ilave ettirmeyene satılmayacaktııır. Açı-yoruuuuum.... Yegane-i cihaaaan, gözler böylesini görmedi-iii... Açıyoruuuuum... Aaaaaaç.... Aaaaaaaç...

Ortalık birden dalgalandı. Deniz kıyısında biriken halk arkadan tazyike uğramış gibi kürsünün ve lale tezgâhlarının bulunduğu yöne yuvarlanmaya başladı. Vezir ile devletlûlar o sırada muhafızlar tarafından derhal meydandan uzaklaştırılmış, ihtisap ağası ile yeniçeri kolluk neferleri meydanı doldurmuştu. Kara Şahin bulunduğu yerden yavaş yavaş kürsüye doğru ilerledi. Bütün dikkati örtüsü açılmayan son saksıdaydı.

303

50. Sual:

Bir Derviş Şehzade Olduğunu Bilse Ne Yapar?

Muşkaralı tulumbacı Sarı Celep Şehzade Ahmet'i aramaya ta annesiyle oturdukları konaktan başlamış, ikinci haftada Ahmet yerine Şahin adıyla anıldığını keşfetmiş, sonra gençlik arkadaşlarından birkaç mirasyedi bulup onları söyletmiş ve yolu Gedikpaşa Hamamı külhanına kadar gelmişti. Yaşının hemen hemen Şahin ile aynı oluşu sebebiyle kendisini onun eski bir arkadaşı gibi gösterip kolaylıkla bilgi toplayabiliyordu. Gedikpaşa Hamamı'nda iki hafta boyunca bir hamam uşağı olarak kalıp çalışanlardan külhana mahsus gelenekleri öğrenmiş ama Şahin hakkında fazla bir malumat edinememişti. Kara Şahin için hep bir eski dostun hasret duygusuyla yanar gibi davranmak da onun karakteri hakkında bilgi sahibi olmaktan öte bir işe yaramamıştı. İşini iyi yapıyordu. İstanbul'un kanunsuz sokaklarında neler olup bittiğini iyi biliyor, bu yüzden külhandakilerle iyi anlaşıyordu.

304

Sonraki çaldığı kapıda Seyrekbasan Osman ile ahbaplık kurmayı başardı ve Şahin'in kaşlarını bir ameliyat ile değiştiren Macar hekimi öğrendi. Onun izini sürmek üzere at sırtında Halep'e giderken vezir efendisine bağlılığını da gösteren çok radikal bir karar aldı. Hekim, birkaç tehdit ve tazyikten sonra Kara Şahin'i hemen hatırlayıvermiş, ona yaptığı ameliyatın aynısını şimdi karşısında dikilen adama yapmayı kabul etmişti. Hatta ameliyata başlarken, hastalarının hepsine sorduğu gibi ona da "İsmin nedir paşazadem?" diye sorup "Bundan sonra Kara Şahin olacak!.." cevabındaki tehdidi sezince "O vakt şahine benzadalım seni!.." diye mırıldanmıştı. Hekimin işini iyi yaptığını ve yalnızca kaş kaldırmayıp burnundaki kemiği de alarak kendisini iyice Şahin'e benzettiğini Halep dönüşünde Beşiktaş Mevlevihanesi'ne uğradığı zaman anladı. Karşılaştığı herkes "Hoş geldin Şahin Can!" diyordu çünkü. Hatta Derman Dede kendisine " Adı Mülazım Osman Efendi mi neydi, geçenlerde seni sorduydu!" demiş ama o bu cümlenin üzerinde hiç durmamış, kendinden evvel burada Şahin'i arayan birinin varlığından hiç haberdar olamamıştı. O sırada kafası, bu yeni kılık içinde ahbap ve yaranına kendisini tanıtama-maktan, araştırmalarının ne durumda olduğunu haber vermek üzere velinimeti vezir hazretlerine gidememekten duyduğu sıkıntıyla meşguldü. "Yoksa kendini Şahin'e benzetmekle iyi yapmamış mıydı?"

»I H H

Üç Hilal Cemiyeti mülazımı Osman, Şehzade Ahmet'i aramak üzere -Sarı Celep'in aksine- onun son görüldüğü zaman ve mekânı araştırmakla işe başlamıştı. Tabii ilk bulduğu yer Mevlevihane oldu. Orada Şahin Çan'ı tanıyanlarla konuşa konuşa onun hayatını geriye doğru araştırıyordu. Selman Can ve Şair Nahifi Dede'ye bile yaklaşabilmişti. Hatta Selman Can, Şahin

305

ile hücre arkadaşı olduğunu, giderken iranlı kıyafetlerini hatıra diye alıp götürdüğünü bile anlatmıştı. Mülazım Osman zeki adamdı. Bir urbanın sırf hatıra olsun diye götürülmeyeceğini düşünüp onun kılık değiştirdiğini anladı. Kara Şahin'in karakterini, huylarını, davranışlarını tahlil ede ede bir adım sonra onu nerede bulabileceğini kestirmeye çalışıyordu. Söz gelimi saklanmak gerektiğinde bir tekkeyi tercih etmesi de, kimlik değiştirmek istediğinde İranlı bir gezgin kılığına girmesi de onun çok zeki olduğunu gösteriyordu. Sultan III. Ahmet'in Mevlevilere karşı çok müsamahakâr davrandığını, İstanbul Mevlevilerinin neredeyse sorumsuz bir hayat yaşadıklarını bilmeyen yoktu. Kimse yanlarına bile yaklaşmıyordu.

Külhana vardığında beylerin hemen hepsi Şahin'i ayrı bir kişilikte tanıtmış, ama kimse nereden gelip nereye gittiğini söyleyememişti. Burası külhandı. Sırlar araştırılmıyor, kimse kimsenin ne veya kim olduğuyla ilgilenmiyordu. En son uğradığı Haliç'teki gençlik arkadaşları ise kendisine mirasyedi bir Şahin'den dem vurmuşlar, ortadan kaybolduğunu söylemekten öte işe yarar bilgi verememişlerdi.

Hem Mülazım Osman, hem de Sarı Celep gizliden gizliye yaptıkları soruşturmalar süresince birbirlerinin izine de rastlamışlardı. Her ikisi de Şehzade Ahmet'i arayan bir başkasının varlığından tedirgin olmuş, tetikte ilerliyordu. Şimdi ikisi de rakibinin kim olduğunu tam tespit edememekle birlikte, avını diğerinden evvel ele geçirmek gerektiğine inanıyor ve öyle çalışıyordu.

Mülazım Osman, sonunda Şehzade Ahmet'in vezir sarayında himaye gördüğünü keşfettiğinde nasıl tehlikeli bir işin içine atıldığına hayıflandı. Şehzade dediğin sarayda olurdu. Bir şehzade vezir konağında saklanıyorsa -veya himaye görüyorsa- bunda mutlaka bir siyasi sebep olmalıydı. Padişahın damadı olmakla kalmayıp itimadını da kazanmış olan, hatta devlet

306

işlerini neredeyse tek başına çekip çeviren bir vezir, acaba bir şehzadeyi neden sarayında tutardı? Padişah'a sadakatından dolayı onu göz hapsinde mi bulunduruyordu? Padişah'a karşı bir tehdit olarak mı saklıyordu? Padişah kendisinden şehzadenin kellesini istediğine göre vezirinin onu sakladığını bilmiyor olmalıydı? Belki de biliyordu ama bilmezden gelmek, siyasetine uygun düşüydordu. Peki ama neden kendisine görevi verirken bunu söylememişti? Mülazım Osman'ın asıl zihnine takılan soru ise bu şehzadenin saray dışında ne aradığıydı? Ve bu durumda sultanın şimdiye dek onun boynunu neden vurdurt-madığıydı? Sultan II. Mustafa'nın bilinmeyen bir şehzadesinin hayatta olması kimin işine yarardı? Vezirin mi? Acaba kendisi bir tuzağın içine mi çekilmek isteniyordu? Şehirdeki karışıklıkların bununla bir ilgisi var mıydı? Hayli zamandır izleyip durduğu şu yeniçerilerin kazan kaldırma heveslerinde acaba Şehzade Ahmet nasıl bir rol sahibiydi? Eğer şehirdeki kalabalıklar Şehzade Ahmet hakkında bazı fikirlere sahip iseler -bugüne kadar böyle bir şeyin istihbaratına ulaşamamış olsa bile-, onu öldürme emrini yeniden düşünmeli miydi? Bütün bu soruları kendisine "Bana Şehzade Ahmet'in kellesini getir!" diyen sultana soramazdı elbette.

Bunca soruyu soran adam, asıl soruyu sormamıştı: "Kara Şahin bir şehzade olduğunu bilmiyor olabilir miydi?!.."

III

Sarı Celep başlangıçta Kara Şahin'in kılığına girmekle onun rüzgârını kullanmak istemiş, böylece onun izini bulmayı ve hatta yaklaşmayı planlamıştı. İşine de yaramış, kendisini tanıyanlar hemen ortaya çıktığı için hakkında pek çok bilgi edinmişti. Ama artık içi rahat değildi. Çünkü aradığı adamın peşinde kendisinden başka birinin daha olduğu fikri, zihnine daya-

307

nılmaz bir ağırlık veriyordu. Kılık değiştirmekle tehlikeli bir oyun oynadığının işte o vakit farkına varmıştı. Peşinde bir katil olduğunu düşünerek çalışmak oldukça zordu. Avcı iken av olmak, ava giderken avlanmak istemiyordu. Son pişmanlığı da iki gün evvel Kara Şahin'i uzaktan gördüğü vakit yaşadı. Macar hekim işini iyi yapmış, yalnızca kaşlarını değil, burnunu da bıçaktan geçirerek kendisini tıpkı Kara Şahin'e benzetmişti. Sakal ve bıyık da zaten yüzün geri kalan teferruatını örtüyor, dikkatle bakılmayınca ikisi arasında anlaşılamayacak bir benzerlik ortaya çıkarıyordu.

Avını uzaktan seyrettiği iki gün evvel kendisi hazırlıksızdı; üstelik avı da bir kalabalığın arasında Divanyolu'ndan Atmey-danı'na doğru Çemberlitaş yakınlarından akıp gitmedeydi. Üzerinde bir paşalı kıyafeti vardı ama baldırıçıplakların arasında eğleşmedeydi. Yanındakilerden ikisini tanımıştı; Sikirdim Veli ile Manav Muslu Beşe. Bunlar Patrona Halil Ağa'nın yamaklarıydı. Şehzade'nin bu adamlarla ne işi olabilirdi? Onlarla birlikte bağırıp halka nutuklar attığına göre o da sultandan ve vezirinden şikâyet edenler arasında olmalıydı? Belki de halkı isyana çağıranların elebaşılarından biriydi. Neden ol-masındı? O bir şehzadeydi. Elbette hükümdar olmayı isterdi. Sarı Celep bu cümleyi içinden geçirdiği anda durakladı. İbrahim Paşa kendisine bu görevi verirken acaba neyin peşindeydi? Halk vezirden şikâyetçi idi. Böyle bir dönemde vezire yakın durmak iki ucu keskin bir kılıç taşımak gibiydi zaten. Son birkaç aylık gelişmelere bakıldığında sultanın da, vezirin de çok başarılı oldukları söylenemezdi. İran'daki savaşın masrafı halka yüklenmiş, esnaf ve tüccarın vergisi artınca homurdanmalar başlamış, şikâyetler sokaklara, kahvehanelere, han ve hamamlara taşmıştı. Tebriz'den gelen kötü haber üzerine de şikâyetler yüksek sesle anlatılır olmuştu. Yazık ki bu sesleri, şu devletlûlar bir tek kendileri duymuyordu. Daha doğrusu

308

halkın inlemeleri, Çırağan eğlencelerinin, Sadabat meclislerinin şuh sazende ve hanendeleriyle, köçek ve rakkasların seslerini aşıp kulaklarına girmeye yol bulamıyordu. Şehirdeki kaynaşmayı göremeyecek kadar halk ile irtibatları kesikti. Onlar görmese de ekmeğe muhtaç ayaktakımı kin ile dolmuş bu seçkin eğlencelerdeki pastadan dilim istiyordu. Orta tabaka, vergiler ve şehirdeki asayiş yokluğundan dolayı gücenik idiler. Esnaf sık sık kepenk kapatıyordu. Güvenlik hiç kalmamıştı. Daha birkaç gün evvel yeniçerilerin eşkıya takımı konak basmış, eşyaları yağmalamış, kadınları ve kızları Etmeyda-nı'na kaldırmıştı. Irz ve namus ayaklar altına alınır durumday-

309

di. Zenginler, konakları basılırsa kadınları ve kızlarını yer altında saklayabilmek için artık bahçelerine kuyular kazdırıyorlardı. Devletlûlar ise sultan meclisindeki yaran arasına girememekten dolayı haset ateşiyle yanıyorlardı. Ulema, menfaatine düşmüş, din adamları dini dünya için satar olmuşlardı. Bunca kargaşa arasında Şehzade Ahmet'i öldürmeli miydi, yoksa korumalı mı? En iyisi olacakları bir müddet izlemekti? Onu nasıl olsa bulmuştu. Evini barkını da öğrendi mi keklik çantada demekti. Şimdilik uzaktan takip etmesi yeterliydi?

Sarı Celep, velinimeti vezir hazretlerine Şehzade Ahmet'i bulduğu haberini bir an evvel vermek istemişti. Lakin akşam olduğunda Şehzade Ahmet'in bizzat velinimetinin sarayına gideceğini nerden bilebilirdi?!..

310

51. Sual: Bir İnsandan iki Tane Olabilir mi?

Kara Şahin Sadabat'daki lale encümeninde ortalık birbirine girince, Şükûfeciler kethüdasının örtüsünü açamadığı son saksıyı derhal gözleme almış, ihtisap zabitinin onu yerinden kapıp doğruca Tomruk Emini'ne teslim ile emniyetini sağladığını görmüştü. Saksıdaki lalenin Katre-i Matem olup olmadığını elbette görememişti ama Tomruk Emini'ni takip etmek üzere yeni bir sebep bulmuştu. Tomruk Emini saksıyı ases çavuşlarından birine teslim ederek kendisi o gün Elçi Hanı'na gitmişti.

Elçi Hanı, dört yüz yıldır Osmanlı ülkesine gelen elçilerin hatıralarını taşıyan, duvarlarında bu elçilerin el yazıları bulunan pahalı bir handı. Alt katında ahırlar, üst katında kare odalar vardı. İstanbul'a gelen lale tacirleri ve bezirganların çoğu tıpkı diğer laleciler gibi Divanyolu'nda, Çemberlitaş Tavuk Pazarı civarındaki bu taş binada kalırlardı. Uzaklaşırken içinden mırıldandı:

311

"Yarın gelip burayı yoklamakta yarar var." Ertesi sabah erken kalkmış, daha gün doğarken Hafız Çele-bi'yi yoklamış, son saksının Tomruk Emimi'nde olduğunu söyleyip teselliye çalışmış, kuşluk vaktinde de lalelerin renkleri uçmasın diye üstlerine beyaz tülbentler örten lale ırgatlarına selam vere vere bostan aralarından Elçi Hanı'na doğru at sürüyordu. Handa kalanların çoğu orta avludaki kuyunun çevresinde çubuk içiyor, sohbet ediyorlardı. Burada pek çok dili aynı anda duymak mümkündü. Kendisini İranlı bir lale taciri olarak tanıtıp kalabalığın arasına karıştı.

Anlatılanları dinlemeseydi Elçi Hanı'nda sohbetin bu derece ilginç olabileceğine akıl erdiremezdi. Mürekkep yalamış İstanbul eşrafının neden burada eğleştiğini şimdi anlıyordu. Burada anlatılan her şey "Çok gezen bilir!" hükmünü doğruluyor gibiydi. Çünkü burada anlatılan her şey birbirinden ilginçti. Bir tabureye oturup kahve siparişi verdiği sırada konuşan adam ateşli bir üslupla anlatıyor, konuştuğu dili bilmeyenleri bile hayrete düşürecek kadar etkiliyordu:

"(...) Bütün sazların sesi ruhlar aleminde bulunan derder-ten adlı bir sazdan çıkar. Allah Adem Ata'yı yarattığı vakit ruh onun çamurdan bedenine girmek istememiş. Allah o vakit der-derten sesini cennete göndermiş. Ruh bu ses ile kendinden geçip mest olunca Adem Ata'nın bedenine girmiş. İşte bugün musikinin ruha gıda, cana safa olmasının sebebi odur." Bu sırada başka biri araya laf sıkıştırdı: "Gönül eğlencesi saz u safadır / Safa sür ki bu dünya bîve-

fadır."

Konuşan, ondan aşağı değildi:

"Doğru demiş şair. Yine de söyleyeyim ki ilk icat olunan saz bir daire ile neydir. Bunları hukemadan Fisagor bulmuş olup Süleyman Peygamberin zamanındaki Belkıs'ın zifaf gecesinde çalınmıştır. Musa Peygamber zamanında da musikarı buldular."

312

Burada herkes ilginç olan şeyleri anlatırdı. Başından ilginç olaylar geçen kişileri dinlemek de eğlenceli bir adetti. Evliya Çelebi merhum, vaktiyle burada çok oturmuş, hikâyeler derle-mişmiş. Elbette çok da anlatmış olmalı. Burada her dile göre tercüman da bulunur, bu tercümanlar hikâyeye anlatıcıdan ziyade heyecan katarak süslerler, hatta taklitlerle, beden diliyle neredeyse bir ortaoyunu, bir tuluat gibi hikâyeyi canlandırırlardı. Söz gelimi o sırada başından geçen bir olayı anlatmaya başlayan Yemenli tacirin Arapça'sını o anda cümle cümle tercüme ederek anlatan müderris Satı Halife, Enderun'da Diloğ-lanları mektebinde tahsil görmüş en ünlü tercümanlardan biriydi. Adam olayı anlatırken o sanki kendi başından geçmiş gibi jest ve mimiklerle öyküyü zenginleştirmekle meşguldü.

Kara Şahin anlatılanları keyifle dinlerken birden hanın üst katında, revaklara yaslanmış olarak tartışan iki kişi dikkatini çekti. Tekrar tekrar baktı. Gözlerine inanamıyordu. Daha dikkatli baktı. Yanılmış olamazdı. Evet, evet... Bu, Bican Efen-di'nin ta kendisiydi. Elinde bir kaplumbağa vardı ve adama akçe kesesi veriyordu. Demek Felemenk'e kaçmamıştı. Çünkü kaybolduğu zamanı hesap etseler, Felemenk'e gidip geri dönmüş olma ihtimali en hızlı gemi yolculuğundan bile kısaydı. Peki ama bu handa ne işi olabilirdi? Konuştuğu adam onun gibi sarışın ve uzun boyluydu. Muhtemelen kendi milletindendi ve yine muhtemelen ana dillerinde konuşuyorlardı. Bunun için söylediklerini anlaması mümkün değildi. Oturduğu yerden izlemeye başladı. Çok geçmeden yanlarına çok özel ve ışıltılı kıyafetler içinde bir yabancı daha geldi. Her ikisi de saygıyla eğilip gelen adamı selamladılar. Bu sonuncusunun önemli bir görevi olmalıydı. Belki bir ruhani lider, belki yüksek rütbeli bir subay, belki devlet elçisi. Limanda ticaret için gelen Felemenk gemileri hiç eksik olmazdı ama Haliç ağzına lenger atmış bir esir gemisi yahut kraliyet donanması yoktu. Hanın

313

orta avlusunda bekleşen atlara baktı. Onun bineceği türden koşumlara sahip bir at da göremedi. Demek ki atı ahırda idi. Atı ahırda ise kendisi burada kalıyor olmalıydı. O burada kalıyorsa Bican Efendi onunla neyin pazarlığını yapıyordu? Şu görünen manzaraya göre Hafız Çelebi'nin yanından zorla götürülmüş olamazdı. O halde neden kaçmıştı? Elindeki kaplumbağa Hafız Çelebi'nin kaplumbağalarından mıydı? Eğer öyleyse bir kaplumbağa ile ne işi olabilirdi. Ecnebilerin uzun ömürlü olabilmek için dağ kaplumbağalarının yahnisini yediklerini biliyordu, ama bir tatlı su kaplumbağası da aynı işi görür müydü? Bican Efendi'nin, İstanbul'un en zengin konaklama mekânı olan Elçi Hanı'nda kaplumbağa çalıp satarak kalmadığı ortadaydı. Neler oluyordu?

O sırada bütün başlar avluya açılan ahır kapılarından birine çevrildi. Adamın biri boğuk bir çığlık atarak yere yığıldı. Köşedeki teknenin başında saman yemekte olan atlardan biri şaha kalkıp kapıya yöneldi. Siyah çarşaflı ve yüzünü siyah peçe ile örtmüş biri atın bedenine sarılmış, kaçıyordu. Kadın mı erkek mi olduğu anlaşılamamıştı. Handaki herkes ecnebi olduğu için o şaşkınlıkta ne yapacağını bilemediler. Giden gitti. Herkes merakla yere yığılan adamın başına toplandı. Adamın eli kanıyordu. Birden avucunda kınından sıyrılmış bir hançer tuttuğunu gördüler. Anlaşılan oydu ki, elinde duran bu küçük hançer bir başkasına fırlatılmak üzere avuçlanmıştı.    ,

Adam yerden doğrulurken yüz yüze geldiklerinde, Şahin dehşetle irkildi. Bu adam ta kendisiydi. Kaşıyla, gözüyle, saçıyla sakalıyla ta kendisi. Bir insan sokakta kendisine rastlayabilir miydi? Bayılacak gibi oldu. Eline baktı. Hayır kanayan kendi eli değildi. Ama yerden doğrulmakta olan adam kendisiydi. Çıldırıyor olabilir miydi? En azından onunla konuşmalı, yüzleşmeli, bu işin sırrını öğrenmeliydi. Ne çare buna fırsat bulamadı. Yaralı kopyası atına binip kaçarak oradan uzaklaş-

314

ti. Şimdi herkes Şahin'e bakıyordu. Değişik dillerden birbirlerine hayret kelimeleri söyleniyorlardı. Bu bir insanın ikiziyle yanyana durmasından öte bir şeydi. Şahin ne yapacağını bilemedi. Oradan derhal uzaklaşması gerektiğini düşündü. Başını tekrar yukarı kaldırdıysa da Bican Efendi'yi göremedi.

Yolda bacaklarının titremesi korkudan değildi. Zihnini saran yüzlerce sorudandı. Gördüğü kişiye dair sorular, görünmeden kaçan kişiye dair sorular, Bican Efendi'ye dair sorular, Macar Hekim'in kendisini neden bu adama benzettiğine dair sorular...

O gece velinimetinin yanına uğramadan doğruca hücresine çekildi. Ardı arkası gelmeyen ve hiçbiri cevaplanamayan sorularla yatağının içinde sabaha kadar dönüp durdu.

315

52. Sual:

Bir Matem Damlası'na Ağlayanın Yaşları Gözden

mi Gelir; Gönülden mi?

Çiçek encümeninden sonra Topaç Yeye'nin hastalığı iyiden iyiye nüksetmişti. Bir hekim teşhis koymuş, çiçeğe yakalandığını, tecrit edilerek dinlenmesi gerektiğini söylemişti. Hafız Çelebi encümenden sonra çok kötü zamanlar geçiriyordu. Sanki yaşama sevincini kaybetmişti. Her halinde, her hareketinde bir kırgınlık var gibiydi. Sanki başka birisi olmuştu, solgun, bitkin ve perişandı. Bu yıl onun için hüzünler yılı gibiydi. Önce Yeye'nin, ardından Bican Efendi'nin, sonra da Katre-i Matem'in firkatinde için için ağlayıp yakılmıştı. Yeye, onun bu perişan halini hangi sebebe bağlayacağını bilemiyordu.

Bahçenin laleleri bakımsızlıktan ve ilgisizlikten solmaktaydılar. Gündüzleri beyaz renkte nemli tülbentler ile üstlerini örtmek gerekiyordu. Bezirganlar geldiği vakit derhal saksılara aktarılmaları ve hazır edilmeleri lazımdı. Birkaç bezirgan sırf

316

bu yüzden eli boş dönmüş, birkaçı da lalelerin renklerini parlak bulmadıkları için başka lale tarlalarına gitmişlerdi.

Hafız Çelebi kaplumbağalarla bile gönülsüz ilgilenmeye başlamıştı. Bir yılın hasadı, neredeyse gözlerinin önünde solup dağılacaktı. Bican Efendi'nin yokluğuna üzülüyor, kendisini terk ediş biçiminden dolayı da affedemiyordu. Can Kuyu-su'nu ve mezarı ziyarete gelen insanların sayısı bu mevsimde çoğalırdı. Her yıl onlara karlı şerbetler ikram ederdi. Oysa bu yıl, Uludağ'dan kar getirtmeyi bile akıl edememişti. Bu işleri planlayan, ilgililerle irtibata geçen, ona göre tertibatını alan ve yolu yordamıyla her şeyi tıkır tıkır çalıştıran Bican Efendi neredeydi şimdi?!..

Topaç Yeye hasta yatağında bahçenin ve Hafız Çelebi'nin sanki birbirlerine inat hızla perişan olmalarını gözlemliyor, içten içe kahrediyordu. Zaman zaman nöbetler geçiriyor, dal-gınlaşıyor, kendini kaybediyordu. Çelebi'nin çok düşünen ve az konuşan bir ihtiyara dönüşmesi ise yüreğine, hastalığından ziyade tesir ediyordu. Bir seher vaktinde kalkıp hiç hesapta yokken, lalelerin üzerine kuyu suyu püskürtmeye başladı. Sözde Hafız Çelebi'ye bir şeyler anlatmaya çalışacaktı. Fakat iki saat sonra bahçenin ortasına yığılıp kalmıştı.

I i m

Her sonbaharda Eyüp Köyü'nün çocuklarına çiçek aşısı yapan kadınlardan biri feryad ediyordu:

"Vah delikanlıma vaah, vah! Sokakta mı buldunuz bu yiğidi siz Hafız Efendi. Ne zamandır ateşi var?"

"Herhalde yirmi gün kadar oldu."

"Titremesi ne zaman kesildi?"

"Hiç kesilmedi sayılabilir. Ancak on beş gün önce daha çok titriyormuş."

"Siz o vakit neredeydiniz veya kim baktı hastaya?"

317

Hafız Çelebi tam Veyis Ağa'nın ve kızı Şehnaz'ın adını anacağı sırada Topaç Yeye derin bir uykudan uyanır gibi gözlerini araladı. Çevresine bakındı ve alnına ıslak bez koyan kadını

fark etti.

"Beli ve sırtı ağrımış mıydı?"

Topaç Yeye güçlükle "E-vet" diyebildi. Kadın sonraki soruları ona soracak şekilde devam etti:

"Geçmiş olsun delikanlı!. Baş ağrısı ve kusma nöbeti geçirdin mi?"

"Hı-hıL"

"Çok çırpındın mı? Bilmediğin kelimeler de sayıkladın mı?"

"Nereden biliyorsunuz?"

"Bu illetin kuluçka devresi öyledir, babayiğit de olsan burnundan kan getirir alimallah."

Kadın daha sonra onlara çiçek hakkında bildiği ne varsa sayıp döktü. Şehirde büyük bir salgın olduğunu, sultanın he-kimbaşısının salgını önlemekte yetersiz kaldığını falan anlatıp durdu. Bir aşıcı kadından ziyade Hipokrat gibi konuşuyordu. Hem ateş düşmeye başladığı zaman döküntülerin de çıkma devri olduğunu, hemen tedavi edilmezse bunların baş vererek çıbana dönüşebileceğini, yüzündeki kabarcıklar kuruyasıya kadar dinlenmesi gerektiğini, yeterince dinlenmediği için ateşin yeniden yükseldiğini ve bunun zatürreye çevirdiğini, cerahat ve göz iltihabı yapmaması için dikkatli bulunmak gerektiğini anlatıyor, hem de Yeye'yi soyuyordu. Göbekten üstte ne varsa çıkardığı vakit nabzını tuttu, diline baktı. Yün bir aba ile örtüp getirdiği torbasından bazı eczalar çıkardı. Bir ceviz kabuğunun içine limon küfü koyup üzerine farklı şişelerden eczalar damlattı. Çıkardığı çuvaldız iğneyi ateşte kızdırdı. Topaç Yeye'nin ensesinde bir damar bulup üzerini iğne ile yardı ve tarak dişleri gibi çizdi. Ceviz kabuğundaki eczayı beyaz tülbent parçasıyla sürüp bastırmaya başladı. İlaç damara her de-

318

ğişinde ve kadının her bastırışında Yeye çığlıklar atıyordu. Sonunda üzerine kahverengiye çalan bir toz döküp yeşil ceviz yaprağı ile açtığı yarayı sardı. Aynı işlemi sırasıyla sol kol ile sağ bacağa da yaptıktan sonra Yeye'yi giyindirip binpare yorganın altına adeta gizledi.

"Dört gün sonra Allah'ın izniyle hiç hasta olmamış gibi kalkar!"

Yeye, kadını uğurlamaya giden Hafız Çelebi geri döndüğü vakit gözlerinde yaş gördü. Üzerine bir hüzün çöküverdi. Gözyaşları insanlara neler neler anlatırdı. Her gözyaşının ayrı bir anlamı vardı. Her damlanın hangi zamanda, hangi mekânda, hangi kişiyle paylaşıldığı önemliydi. Gözyaşları ne kadar çok şeye tercümanlık yapıyordu. Damladığı, süzüldüğü, aktığı veya kana dönüştüğü zaman hep ayrı manaları vardı. Gözyaşları gizli duyguları açığa vuran mektuplar gibiydi. Çocukken annesinin anlattığı mektubunu gözyaşıyla yazan âşık galiba bunu keşfetmiş olmalıydı. Yoksa mektuplarını önce gözyaşıyla, sonra kan ile yazar mıydı hiç?!.. Şimdi annesini hatırlıyordu. Hasta olduğu vakit kendisine nasıl çorba içirdiğini, nasıl papatya çayı kaynattığını, nasıl üzerini örtüp çamaşırını değiştirdiğini hatırlıyordu. Hafız Çelebi başucuna oturup avucunu onun alnına koymuş, içinden şifa için Kuran okuyup üflemek-teydi. Topaç Yeye ise ağlarken zorlukla konuşuyordu:

"Efendim, beni de bahçende açan bir lale say artık. Hani anlattığın o atın terkisinde diyardan diyara dolanıp da sonra İstanbul'da vatan tutan lale gibi. Ben de o lale gibi şu şehirde kapıdan kapıya dolanıp senin eşiğinde kendime yurt edinmedim mi?!.. İşte bak, onun bağrındaki yara gibi benim de bağrımda bir yara var artık. Onun ince dalı üzerindeki kadehte alevler, benim zavallı gönül kadehimde yangınlar... Onun ateşi renginden, benimkisi dumanından bilinir. Onun her yerde başka lakabı, benim her menzilde başka adım var. Binlerce

319

adım olsaydı hiçbiri sizin şefkatli sesinizdeki "oğulcuğum!" gibi olamazdı. Tıpkı milyonla lale yetiştirenlerden hiçbirinin, sizin 'Katre-i Matem'e verdiğiniz kıymeti veremediği gibi. Ama beni kaybettiğiniz vakit Katre-i Matem kadar üzülmeyiniz, beni bahçenizin dışında açmış bir gelincik, bir şakayık sayınız. Gelinciğin ömrü laleden az olur ya, dalımın kırıldığını, yaprağımın dağıldığını..."

Hafız Çelebi, gözlerinden ırmaklar gibi akan yaşların burasında eliyle Topaç Yeye'nin ağzını kapatmak zorunda kaldı, üzerine kapandı, ağladı, ağladı... Hıçkıra hıçkıra, dola dola, doya doya ağladı. O güne kadar ağlayamadığı bütün gözyaşlarını o gün ağladı, vaktiyle sahip olduğu anneciği için, küçük bebeğini doğururken ölen kadını için, Katre-i Matem için ve kaybettiği daha pek çok şey için... Ve kaybetmemek için ateşli alnına yüzünü koyduğu Yeye için...

1*1

-derkenar-

mektubunu gözyaşıyla yazan âşık

Sevgilinin yanma akılla varıp mest dönen, evvelden hazırladığı bütün sözleri onun yanma varınca unutup söyleye-meyen bir âşık tanıdım. Mektuplar yazmak, hiç olmazsa meramını mektupla anlatmak istiyordu. Sevgiliyi tenha bulamayan, onu tenha bulduğu zaman da kendini bulamayan bu âşık mektuplarını gözyaşıyla yazıyor, hokkasında kuruyan mürekkebi gözyaşıyla açıyor, inceltiyor, her seferinde sevgiliye taze gözyaşlarını gönderiyordu. Nihayet bir seferinde parmağını kesti ve kendi kanıyla yazdı mektubunu. Sevgili bunu okuyunca onun kendisini gerçekten sevdiğini anladı. En güzel Çin mürekkeplerinden daha kırmızı bir mürekkeple yazılmıştı çünkü.

320

53. Sual: Kaybeden Kimdi; Bulan Kim?

Tulumbacı kabadayısı Sarı Celep aldığı vazifelerden hiçbirinde başarısız olmamıştı. Planını inceden inceye kurar, sonra tatbik için fırsat kollardı. İnfaz günü geldiğinde bir neşe, bir sevinç duyar, yaptığı işten haz almaya başlardı. İşte bugün, öyle bir gündü.

Çiçek encümeninde ortalığı karıştıran serserilerden bazıları yakalanmış, geri kalanı şehrin izbe hanlarına, sur diplerin-deki esrar kahvehanelerine dağılmışlardı. O gün niyetleri İbrahim Paşa ile birkaç yabancı elçiyi ele geçirmek iken muhafızlar buna fırsat vermemiş, hepsini püskürtmüşlerdi. Bu akim kalmış tertibin başında Muslu Beşe ile Patrona Halil Ağa vardı. Başarısız olduklarını görünce bu işlerdeki zorluğu anlamış şimdilik paçayı kurtarmanın çaresine bakmışlardı. Yılmış-lar mıydı? Bilakis, devlet erkânını ele geçirmektense bizzat devleti ele geçirmek gerektiğine kanaat getirmişler, yandaşla-

321

rina şimdi bunları anlatıp duruyorlardı. Artık gizli toplantılarında sadrazamın veya sultanın aleyhinde konuşmak yerine bizzat devletin kokuştuğunu, devletlûlar eğlencelere dalmışken halkın yoksulluktan kırıldığını, ahlaksızlığın ve fuhşun arttığını -bunda haksız da sayılmazlardı-, halkın gayret-i diniye ile bir şeyler yapmaları gerektiğini dillendiriyor, esrarkeş, ayyaş ve afyoncu takımı yanında halkı da kendilerine inandırmanın yollarını arıyorlardı. Şimdi Bayezit meydan kahvelerinden birinde, Ayasofya vaizi İspirizade'yi ortalarına almışlar, onun her zamanki ateşli vaazlarından birini dinleyerek dumanaltı oluyor, demleniyorlardı. Sarı Celep bu toplantıyı önceden haber almış, Kara Şahin'in oraya geleceğinden adı gibi emin, hazırlıklarını tamamlamış, zehirli hançeri kuşağına yerleştirmişti. Üzerine de Kapalı Çarşı çakşırcılarında arayıp bulduğu se-raser kumaştan toprak rengi bir Mevlevi cübbesi giymiş, kendini gizlemişti.

İspirizade'yi dinleyenler İstanbul'un bütün renklerinden ve desenlerinden adamlardı. Kimi mukim, kimi konar göçer taifesinden, Müslümanı, Yahudisi, Ermenisi bir arada, Hırvat ve ırgat uşakları, at eti yiyen Tatarından, bitine kantar vurur Kür-dünden, Çerkeş'in hırsızından, Megril'in nursuzundan, Abaza'nın kuduzundan, Nasrani'nin domuzundan bilcümle evbaş ve kallaş elli kadar adam, dumanlara boğulmuş, kimi cübbesi-nin altındaki susaktan şarap, kimi kuşağındaki cür'adandan esrar çeker vaziyette devlet, millet, namus, din, iman nutukları söylüyor ve dinliyordu. Meydana girip çıkanın haddi hesabı yoktu. Tespihçisinden, şıracısına seyyar satıcılar; elsizinden ayaksızına dilenciler; paşalısından gediklisine külhaniler ve daha bir sürü hezele güruhundan serseriler... Kavm-i katranî ve taife-i şeytanî...

Sarı Celep çınarın koyu gövdesini siper edinmiş birikenleri tek tek gözden geçiriyordu. Yanılmamıştı. Kara Şahin hemen

322

ön sırada, Muslu Beşe'nin yakınında oturuyor, bütün dikkatiy-le vaizi dinliyordu. Üzerinde bu sefer külhan kıyafeti vardı. Başına Bektaşi börkü giymiş, beline keşkül kuşanmıştı. İçinden "Çok zekice!" diye geçirdi. "Yeniçeri kahvesinde bir Bektaşi'den kim şüphelenir?!" Planına göre yanına yaklaşmak zor olacak gibiydi. Yarım saat kadar olduğu yerden ayrılmayıp bekledi. Bir ara "Çağala baaadeeeeem!. Can eriiiik!" nidasıyla kalabalığın arasına karışan bir seyyar satıcı İspirizade'nin anlattıklarına önce kulak kesildi, sonra birkaç adım ilerledi, daha iyi duyabileceği bir yer aradı ve Kara Şahin'in iki metre kadar gerisinde bir tabure bulup omzunda taşıdığı çağala ve erik dolu zembili önüne koyarak vaizi dinlemeye başladı.

Kara Şahin, kendisinin gözlendiğinden habersiz, bir taraftan velinimeti vezir hazretlerine bildirmek üzere anlatılanları dinliyor, diğer taraftan Tomruk Emini'nin buraya gelmesini bekliyordu. Onun gerek İspirizade, gerekse Patrona Halil ile bir ortaklığının bulunduğundan artık emindi. Bektaşi kılığına girmekle iyi yapmıştı. Son zamanlarda sakalları da iyiden iyiye uzamış, çehresini bir kez daha değiştirmişti. Belki bu haliyle kendisini ona kabul ettirip hiç olmazsa yanına teklifsiz yaklaşabilir, böylece ya ağzından laf alır veya fırsatını bulursa gırtlağına hançeri dayayıp söyletebilirdi. Her şeyden şüphe eder durumdaydı. Eyüp Tomruğu'nda kendisini sorgularken takındığı babacan tavırları da, sonraki öfkesini de bir katile karşı takınılan tavırdan ziyade bir itirafçıya kabul ettirilmek istenen bir düşüncenin telkini olarak anlamak mümkündü. Nakşıgül'ün ne mezarını, ne cesedini bulabilmişti. Yaptığı bütün araştırmalardan eli boş çıktığı gibi Eyüp Tomruğu'ndaki sorgulama gecesinde hazırlanan ifade tutanaklarının da kayıtlarda bulunamadığını öğrenmek, kendisine neredeyse bir servete mal olmuştu. Belki hiç tutanak hazırlanmamış da olabilir, zabıt için gelen iki kâtip, ağanın adamlarından ikisi de olabilir-

323

(s jtt       lerdi. Ne Eyüp, ne de Galata kadı sicillerinde Nakşıgül adında birinin öldüğünden veya öldürüldüğünde bahseden bir tek satır yoktu. Şahin adında bir katilin tutuklanıp sorgulandığına dair de bir cümle bulunamamıştı. O halde Nak-şıgül'ü  ortadan  kaybeden adamlardan birincisi babası Aslan  Ağa  ise  ikincisinin Tomruk Emini olduğu-f'     na dair artık yemin edebilirdi. Aslan Ağa'yı zindanda bulup sorgulaması mümkün değildi. Bu mümkün olsa Bindallı Mahmut Çavuş'u da aynı yerde bulacağından, belki işi kolaylaşırdı. Ama elinde cinayeti bilen bir tek Tomruk Emini kalmıştı.

Zihnine daha bunun gibi binlerce düşünce geliyor, her olay hakkında "Acaba?" kelimesini yeniden kullanıyor ve bütün başından geçenleri yeniden değerlendiriyordu. Kaç gündür kafasının içi arı kovanı gibi uğulduyor, hatırladığı her şeyi yeniden gözden geçirerek adeta yaşıyor, kâh üzülüyor, kâh aptallığına pişman oluyor, kâh kandırılmışlığına yanıp duruyordu. Kendisinden bile şüphe edecek hallere gelmiş Mevlevi dergâhında tasavvuf adına sorduğu "Bildiklerimden emin miyim?", "Acaba gördüklerim ve dokunduklarım, hakikatte göründükleri gibi mi?" sorularını şimdi yaşadıkları adına sormaya başlamıştı. Bunca şüphe arasında hakikat olduğuna inandığı, sahte diyemeyeceği üç şey vardı: Nakşıgül, Topaç Yeye, Hafız Çelebi. Ve bir de değişmeyen gerçek: Aşk. Kendisi bile şu anda gerçek değildi...

324

Zihni dağıldığı sırada kalabalık arasından bazı kişilerin yeni gelenler için yol açtığını gördü. Evet, beklediği adamdı bu. Yanında da Yeniçeri Elli Altıncı Orta çorbacısı ile Patrona Halil Ağa ve Tızmantırıl Simon Efendi vardı. Bu adam Galata Gümrüğü'nde deste deste parayla oynayan, her milletin parasından elinde bulundurup bunları birbiriyle değiştiren bir simsar idi. "Tabii ya," dedi içinden, "Kaf Dağı'ndan gelecek yay kaşlı, servi boylu, mim dudaklı bir sevgili" için elbette bol masraf gerekir. O sırada, çınar gövdesinin siperinden çıkarak gelenlerin ardına takılmış olan Sarı Celep'i fark etmesi elbette mümkün değildi. Oturanlar saygıyla ayağa kalkmış, İspiriza-de'nin bulunduğu peykeye doğru bir koridor açılmış, kendisi de saygıyla başını yere eğip ellerini göbeği altında birleştirerek hürmet göstermek üzere vaziyet almıştı. Gelenler tam kendi hizasından geçerken birkaç adım geride bir çığlık koptu ve bir gövde kavak gibi yere devrildi. Yere yüzükoyun kapaklanan adamın şah damarında bir hançer duruyor, fışkıran kanlar toprak rengindeki Mevlevi cübbesini kızıla boyuyordu. İşin ilginç yanı adamın seğriyip duran elinde de saplanmaya hazır başka bir hançer vardı. Tomruk Emini, İspirizade'nin koluna girmiş uzaklaştırırken yanındaki neferlerine haykırdı:

"Ahmak herifler! Beni böyle mi koruyorsunuz, herifin elindeki hançer ile aramda iki adım kalmış! Derhal şu kaçan zem-billi satıcıyı yakalayıp öttürün."

Kara Şahin, o kargaşada ölen veya öldürenle ilgilenmekten-se Tomruk Emini'ni ve İspirizade'yi takip etmenin daha önemli olduğuna karar verdi. Velinimeti vezir hazretlerine adi bir cinayet haberi vermektense, şehirdeki kıpırdanmaların gelişmelerini bildirmek elbette daha önemliydi. İstanbul'da artık her gün böyle cinayetler işleniyordu. Bu yüzden ölen adamın tıpkı kendisine benzediğini, öldürenin de onu kendisi zannederek öldürdüğünü hiç bilmeyecekti.

325

Kara Şahin, iki saat kadar sonra, İbrahim Paşa'nın huzuruna girdiği sıralarda zembilli satıcı da bizzat Sultanın huzuruna kabul edilmiş tekmil veriyordu:

"Haşmetmeab hemen sizin ömrünüz uzun olsun, emriniz yerine getirilmiştir."

Sultan, Sadabat Kasrı'nın selamlık salonunda yerinden kalkmış karşısındaki adamın alnını öpüyordu:

"Berhurdar olasın Mülazım Osman Efendi. Rütbende terfii hak ettin. Velakin emanet şimdi nerdedir?"

"Bayezit Meydanı'nda efendimiz. Adamlarımdan üç kişi şu anda el koymuşlardır bile.Yarın kellesini bir bal torbasında zat-ı şahanelerine takdim ederiz."

ili

Kara Şahin, İbrahim Paşa'ya önemli haberler vermek üzere Ferahabad Kasrı'nın geniş salonuna girdiğinde onu salonun ortasındaki havuzun fıskiyesinde sularla oynar buldu. Şen, şakrak ve pek neşeliydi:

"Hele özlettin kendini Selman Abdal!.. Nasılsın, bahar faslı, hoş geçer mi günlerin? Anlat hele ne yaparsın, nerelerdedir yerin?"

Kara Şahin vezir ile konuşurken şiire çalan bu seçili tarza alışkındı:


"Âsaf-ı devranım, efendim, velinimetim, fedadır uğrunuza kanım, canım ve etim. Emrinize uydum, rahatımı feda eyledim; piyade dolandım şehri, dinledim ve söyledim. Yoluyla yordamıyla ve de hizmetiyle, hemen akran içinde, olanca gayretiyle. Dil uzatanlar size, küçük büyük çağında, birikmişler sefiller Hacı Bektaş ocağında. Başıbozuk sözü değildir artık dedikleri, Zat-ı şahaneden şikâyet bütün söyledikleri... Çardak Kahvesin'den, Bayezit Meydanı'ndan..."

326

Kara Şahin sözlerinin burasında bıçakla kesilmiş gibi durdu, ne söylediğini, nerede olduğunu, hatta kim olduğunu unuttu. Köşedeki ceviz masanın üzerinde yan yana durmakta olan iki saksıya takılı kaldı gözleri. Olacak şey değildi. İnanamıyor-du. Aramadığı yerde bulmuştu. Evet, karşısındaydı. Katre-i Matem'di bu... Hatta ikizi de yanında duruyordu. Burda? İbrahim Paşa'nın salonunda? Birden Nakşıgül'ü görmüş gibi oldu, içini bir sevinç kapladı. Ne yaptığını bilemez durumlara düştü. Vezirin hayretli bakışları altında sendeleyerek ilerledi ve eliyle yaprağını okşadı, sonra öptü. Neden sonra paşanın kah-kahasıyla irkildi:

"Beğendin değil mi Selman Abdal. Ben de çok beğendim. Biliyor musun ikisi de aynı soğanın ikizleri ve dünyada başka bir eşleri yok."

Kara Şahin hâlâ kendine gelememişti. Ne yapacağını, vaziyeti nasıl idare edeceğini bilemedi. "Bilmez olur muyum!.." diyemedi. Lafı gevelemeye başladı.

"Hmm, cık, ıh... E-evet çok güzelmiş efendimiz. Nereden aldınız?"

"Şunun adı Cücemoru'ymuş, geçen günkü lale mezadından aldım. Bu dahi harem bahçemizde yetişti, adı Şivekâr. Bu akşam saksılarına inci doldurup ikisini de Fatma Sultanıma arz edeceğim, Abdal Derviş..."

Vezir bu son cümleyi söylerken hem Abdal adında vurgu yapmış, hem de Kara Şahin'e göz kırpmıştı. O sırada içeriye harem ağası ile elinde şerbet tepsisi tutan bir uşak girdi. Uşak şerbetleri sunarken harem ağası lalelerin yanına yaklaşıp güzelliklerinden, nadide oluşlarından, vezirin bu lalelere sahip olmakla kayınbabası olan sultanı bile geçtiğinden falan bahsedip durdu. Bu adam içeriye bir can simidi gibi girmişti. O konuşurken Kara Şahin yavaş yavaş kendisine geldi. Lale sohbetine katılmanın iyi olacağını düşündü.

327

"Soğanını kim üretmiş efendimiz?"

"Geçen yıl Hafız Çelebi nam bir şükûfeci üretmiş. Bir ara soğanların kaybolduğunu söylediler. Bizim Tomruk Emini sonbaharda birini bulabilmiş, getirdi. Harem bahçesine ellerimle diktim. Şu Cücemoru kayıptı; nerede yetiştiğini bilmiyorum. Hem ne önemi var, şu anda ikisi de benim karşımda duruyorlar ya!.."

Kara Şahin az kalsın "Hayır yanlış biliyorsunuz efendimiz!" diye başlayıp "Bu soğanları Hafız Çelebi sizin için değil bizzat Sultan hazretlerinin emirleriyle üretti. Biri Felemenk, diğeri Avusturya krallarına hediye gidecekti!" diye çıkışa yazdı. Harem ağasının sözleri yine imdadına yetişmişti: "Doğru efendimiz, ancak size layık olabilir!" "Şerbetini iç Abdal Derviş!.. Bugün sürür günü, sevinç günü..."

Kara Şahin bir anlığına yalnızca boğazının değil, içinin de kuruduğunu hissetti. Şerbetini içerken hayretler içindeydi. Bunca zamandır yanında kaldığı, ekmeğini yediği veziri yalan mı söylüyordu, yoksa gerçekten bilmiyor muydu. Hayır hayır, bilmemesi düşünülemezdi. Düpedüz yalan söylüyordu. Kara Şahin kendisini çok kötü hissetti. Vezir hazretlerine saygı ve hürmet besliyordu. Lakin adam yalancının biriydi. Ona karşı daha dikkatli olması gerektiğine karar verdi ve huzurdan ayrılmak üzere müsaade istediği sırada harem ağası geveledi:

"Öh, şey, efendimiz!.. Bugün Bayezit meydan kahvelerinden birinde Sarı Celep lakaplı bir Mevlevi dervişi katledilmiş. Belki sultanımıza bildirmek istersiniz diye haber vermek istedim."

Vezir, birden sapsarı oldu. Sevinci o anda kesilmiş gibiydi. Belli etmemeye çalıştı ama iri gövdesini en yakın koltuğa zor bıraktı. Kara Şahin dışarı çıkmadan onun bu halini görmüştü. Dışarı çıktığında ise kafasındaki şüphelere yeni sorular ve sa-

328

yısız şüphe daha eklenmişti. Böyle giderse çıldıracağından ve bir zamanlar Topaç Yeye'nin anlattığı bimarhanelere düşeceğinden korktu.

Katre-i Matem, "Cücemoru" adıyla satılmıştı. Peki ama kimdi bu cüce? Araştırması gerekiyordu. Bayezit Meydanı'nda bir adım gerisinde bir Mevlevi dervişi ölmüştü, kimdi bu derviş? Ölümü, veziri neden bu derece üzmüştü. Yarın cenaze namazı için Sultan Bayezit Camii'nde hazır bulunup gerçeği öğrenmeliydi. Katre-i Matem'in ikizi Şivekâr, hemen şuracıkta, kendisinden bir duvar ötede, on metre yakında büyümüştü ha?!.. Öyleyse onu buraya getiren kişi Tomruk Emini olmalıydı. Elbette buraya nasıl geldiğini öğrenmeliydi.

Hafız Çelebi'yi ve Yeye'yi çok özlediğini hissetti...

329

54. Sual: Şad Gönüller mi; Kırık Kalpler mi?

Yaldızlı kafesleri, şiir yazılı tavanları, çiçek sepetleriyle süslü pencereleri, ipek astarlı kırmızı çuhalardan ağır işlemeli perdeleriyle rengarenk saltanat arabaları sıra sıra hep aynı kapıdan girdiler Sadabat Kasrı'nın bahçesine. Şatafatlı giysiler içinde, güle oynaya gelen beş şehzade, on iki hanım sultan, beş kadınefendi, sekiz valide sultan ile kâhya kadın, haznedar usta ve Darussaade ağası ile yamaklar ve uşakları idi bunlar. Sultan III. Ahmet her yıl lale encümeninden sonra Topkapı Sa-rayı'na dönerken bu yıl aldığı sevinçli haberin tadını birkaç günlüğüne olsun çıkarmak üzere saraydan ailesini çağırtmış, sayfiyeyi erken başlatmıştı. Bahar bütün güzelliğiyle kendini belli ediyordu. Sadabat şenlenmişi. Artık veziri İbrahim Paşa ile onun kızları, damatları, yakınları ve hizmetkârlarının da buraya sökün edivermeleri için ayrıca emre gerek yoktu. Vezirin gelmesi demek resmi devlet işlerinin yarısının Topkapı Sara-

330

yı'ndan buraya taşınması demekti ki bilhassa elçi ziyaretleri ve ziyafetleri Sadabat'ın şanından sayılırdı.

Sultan, mor salkımların ve pembe erguvanların henüz tomurcuklandığı asırlık ağaçların altındaki Ferahabad Köşkü'nü pek severdi. Burası bir çiçek cennetiydi. Hemen ön yüzünde akan suni şelalelerin arkasında lalelerin, şebboyların, nergislerin, menekşelerin, filbahrilerin, ve elbette güllerin en güzel ve zarif açtıkları tarhlar vardı. Ferahabad'ın sundurmalarına yaslanan bir kişinin orada duyabileceği en az sekiz çeşit çiçek kokusu her vakit hazır olurdu ve burada şiirler çiçek üzerine yazılır, nağmeler çiçekleri terennüm eder, besteler renk renk, şarkılar elvan elvan okunurdu. Üstelik bu sene, Damat İbrahim Paşa bu köşkün kadehlerini lale, tabaklarını nergis, hoşaf kâselerini gül, tatlı tabaklarını menekşe formunda imal ettirerek çiçek bahçesine yeni bir revnak katmıştı.

Vezir, elçiler ve ecnebi misafirleri sağına, hepsi de şair olan Şeyhülislam Es'ad Efendi, Nedim Efendi, vezir İzzet Ali Paşa, vakanüvis Çelebizade Asım Efendi gibi konukları da soluna oturtmuş, Ferahabad Köşkü'nün havuza ve fıskiyelere bakan kameriyesinde sultan hazretlerinin gelişini bekliyor, beklerken anlatıyordu:

"Lale benim yeryüzünde en güzel bulduğum çiçektir, Mösyö Bonnak. Bir kere iddiasızdır, sadedir, münhanileri son derece ahenklidir, renkleri hep kendine göredir ve baygındır. Lalede bulduğumuz bütün bu karakterler Türk mimarlık sanatının ve Türk tezyinatının bütün zengin dallarında da vardır. Onun içindir ki lale ve onun yapısı ve onun tatlı münhanileri Türk sanatında bir form olarak kullanılagelmiştir. Bu yüzden lale her milliyetten daha ziyade Türk'tür."

O gün, sultanın bu köşke teşrifiyle baharın ilk Sadabat meclisi başlamış olacaktı. İşte son derece süslü ve mükemmel alayı yaklaşıyordu. Önde kılavuz çavuş, ardında can güvenli-

331

ğinden sorumlu Dergâh-ı Ali yeniçerileriyle silahtar çavuşlar, sırasıyla dört bölük zeamet ve sipahi ağaları, samsoncu neferler, zat-ı şahane sultan hazretleri, Enderun ağalan, üçyüz kadar neferli tören bölüğü ve mehterhane takımı... Yüksek çınarların altında, mesirenin tabii güzelliklerine uyum sağlayan renk renk giysileri içinde şatafatlı saltanat ailesi ile çadır çadır her yeri kaplayan süslü askerler. Ve öte yakalarda, Sadabat'a giden yollara birikip bu gösterişli geçit resmine, tantanalı ziyafet ile eğlencelere imrenerek bakan fukara İstanbul halkı. Bir avuç şâd gönül ve binlerce kırık, gücenik, yıkık kalp. Nişan talimleri, at yarışları, pehlivan güreşleri, ayı ve köpek kavgaları, horoz dövüşleri, top talimleriyle gününü yıla çevirenler ve öte yakalarda yıllar geçip giderken bir gün bile göremeyenler. Beride müsabaka yapanlar, müsabakayı kazananlar, verilen ödüller, şairlerin söyledikleri taze şiirler, musiki meclisleri, salıncaklar, kaçamaklar, mendil düşürmeler, göz süzmeler, gönüllere girenler; ötede yoksulluktan, çaresizlikten, kimsesizlikten gönül yağı eriyenler. Sadabat'a koşup eğlenecek kadar geliri olanlar için vur patlasın, çal oynasın bir dünya; gelemeyenler için her gün felaket, her dakika bir korkulu rüya...

332

••      ••

III. BOLUM

Çözüm: İhtilalin Karanlık Yüzü

(Eylül 1730) Suçlu olana şefaatçi olmak için zafer yeter.

55. Sual:

Gül Bahçesinde Yatıp Uyuyan Kişi

Uyanmayı İster mi?

Zaman hızlı akıyordu. İstanbulluları her gün yeniden şaşırtacak şeyler oluyor, halk birinin sebebini ve sonucunu anlayamadan başka bir maceranın içine atılıyordu.

Sonbaharın hüznü şehrin üzerini örtmüş, başlamakta aceleci davranan lodos da insanların yüreklerini bura bura meydanlara sürüklemişti. Aylardır kayıkçı kahvehanelerinde, Yeniçeri ortalarında, bozahaneler ve hamamlarda, meyhane ve esrar tekkelerinde içten içe tutuşan isyan ateşi baş vermeye,

335

yakmaya başlamıştı. Bugün o yangının şiddetinin hissedildiği gün olacaktı. Sultan Bayezit Meydanı'nı dolduran kalabalıklar Samatya, Fener, Balat, Tahtakale, Balıkpazarı, Hasköy, Kumka-pısı ve Galata meyhanelerinden her biri birer görev için toparlanıp gelmişler veya getirilmişlerdi. Kalabalığın ruhu ferdin ruhundan daha cesur ama daha seyyaldir; şimdi de kimler tarafından yönlendirildiklerinin farkında olmadan rüzgâra kapılmış bir o yana dalgalanıyor, bir bu yana akıyorlardı. Yüzleri nursuz, her türlü melaneti işleyebilecek evbaş u kallaş hezele güruhuyla, iyi aile reisi, iş güç sahibi zanaat erbabı, esnaf, reaya, dini bütün adamlar bir araya gelmiş, havuz başının seti üzerinde gür sesiyle meydanı çınlatan yastıbıyık ejderhanın nutkunu dinliyorlardı. Önceden çalışılıp taşları yerli yerine konulmuş bir satranç kadar planlı bir nutuk idi bu. Her cümlesi, her kelimesi bir amaç için söyleniyor, irad ediliyor veya haykırılıyordu. Bütün yönetimi konuşmacının elinde olan, halkın arasına dağıtılmış adamlarının da laf atarak, cevap vererek, kışkırtarak, çanak tutarak, coşturarak kalabalığın arkasını aldığı böylesine etkili bir nutuk çoktandır İstanbul meydanlarında görülmemişti. Heyecan, meydandaki herkese ortak dağıtılmaktaydı:

"Ağalar, efendiler!.. Şu şiire bir bakın!.. Şu densizliğe kulak verin bir!.. Sünnetsiz Muşkaralı'nın şehir oğlanı Nedim Efendi cilveleniyor: Ahali ızz u devlette, reaya emn ü rahatta / Hüner erbabı rif'atte, cihan yekpare nurânl* Ağalar, var mı içinizde bu herzelere inananınız? Hanginiz ululuk üzeresiniz Allah aşkına? Ya hanginizin emniyeti var? Huzuru olan hanginiz? Dükkânına kilit vuran kaç zanaatkar var aranızdı? Peki, ya var mı

Müslüman halk ululuk ve yücelik içinde, gayrimüslim halk da emniyet ve huzurla dolu; sanatçılar ve zanaatkarlar değerlerini bulmuşlar... Dünyada her şey güzel vesselam!

336

içinizde Nedim Efendi'nin lezzet aldığı meclislere katılanınız?!. Var mı vur patlasın, çal oynasın ibn-i vakt olanınız?

Çardak çorbacısı Kahveci Ali Usta'nın uzayıp giden soruları kalabalığın vicdanında birer birer yankı buluyor, öfkeleri kabartıyordu. Sesini ve beden dilini iyi kullanıyor, etkisi altına aldığı yığınları ellerinin hareketleriyle başak tarlaları misali kâh kabartıp kâh yatıştırıyordu.. O "Var mı?" diye sordukça kalabalıkların arasından birileri yüksek sesle "Yoook!" cevabıyla halkı galeyana getiriyor, "Hanginiz?" diye sordukça "Yere batsınlaaaar!" sesleriyle lanetleme yoluna gidiyorlardı.

Kalabalığı üç kişi yönlendiriyordu: Kahveci Ali Usta, Manav Muslu Beşe, Arnavut Patrona Halil Ağa. Üç gece evvel iki ayak-daşını Bayezit Hamamı'ndaki kurnası başına çağırarak Kaf Da-ğı'nın güzelini artık kucaklama özlemiyle bazı mahrem planlar kurmuşlar, her biri çevresine üç bin adam toplama sözüyle birbirlerine güven dağıtmış ve nihayet Cuma günü kuşluk vaktinde Bayezit Meydanı'nda buluşmayı kararlaştırıp ayrılmışlardı. Oysa şimdi meydanda parmakla sayılsa bin adam var, yoktu. Lakin ortalıkta bunlara dur diyecek bir güç de yoktu. Vezir İbrahim Paşa Tebriz mağlubiyetinin baskısına dayanamamış, orduyu hazırlatıp İran'a yürümek üzere Üsküdar'a geçirmiş, padişah da halkı ve ordusuyla bütünleşmek, ayrıca bir de gövde gösterisi yapmak maksadıyla iki hafta evvel Üsküdar'a nakletmişti. Bayezit'te nutuklar atılırken Üsküdar açıklarında toplanan halk, Kızkulesi önlerinden turna kanadı çimari-va selama duran donanmayı seyretmekteydi. Donanmanın İran'a ne faydası olacaksa artık!..

Sultan Üsküdar Sarayı'nda, sonbaharın son zevki diye bu geçit resmini seyrededursun, ordunun Tebriz üzerine hareketi bir gün, iki gün, derken durmadan erteleniyordu. Nihayet İran'dan sulh talebiyle bir elçi gelmiş, sulh ile savaş arasında

337

kararsız kalan vezir ile sultan da ne yapacaklarını şaşırmışlar, Boğaz'ın öte yakasında oyalanıp duruyorlardı.

Şehrin bu yakasında Kahveci Ali Usta'nın sözleri Bayezit Meydanı'nda velveleler koparıyor, haykırışlar ve uğultuları ayyuka çıkarıyordu. O sırada Kara Şahin sultanın askeri karşı kıyılarda kaldığı için şehir güvenliğinin yalnızca yedi yüz yeniçeri neferine terk edilmiş olduğunu düşündü. Üstelik, onların da şehri koruyup korumayacakları hususunda şüphesi vardı. O halde bu çalkantıyı ve isyan kıvılcımını bir an evvel velinimeti sadrazam hazretlerine bildirmek gerekirdi. Çevresine bakındı. Her sınıftan, her meslekten insanlar öbek öbek konuşulanları dinliyor, bağırıp çağırıyorlardı. Yeniçeri ile sıkı fıkı olan kayıkçıların da burada olduklarına şüphesi yoktu. Yani İstanbul ile Üsküdar'ın arası artık çok uzak sayılırdı. Bin altın verse dahi kendisini Üsküdar'a geçirecek bir sandalcı bulamayacağını biliyordu. Keza Üsküdar'dan İstanbul'a da kimse gelemeyecekti. Bu arada Ali Usta konuştukça açılıyor, uzayıp giden nutuk, bazı cümleler kalabalıklara tekrarlattırılarak veciz söylemler halinde devam ediyordu:

"Ağalaar, EfendileeerL. Şehirda hayat, memat iç içe kavruluyor. Yer altımızdan kayıyor, sanki gökler savruluyor. İran'a sefer açtı vezir, Üsküdar'a asker saldı; sorun bakalım bunun masrafı kimin sırtına kaldı?"

"Esnafın sırtınaaa... Tüccarın sırtınaaa..." "Çeşme yaptırdım, matbaa kurdum diyormuş. Matbaa tamam da kitap okumaya mum kalmamıştır. Çeşme iyi de el yıkamaya sabun kalmamıştır. Odun ateş pahası, bir çekeği on akçe edecek. Kömürün tozunu bulan neredeyse gözüne sürme diye çekecek. Buğdaydan geçtik, arpayı bulamıyoruz. Gözünde arpacık çıkanın sevinesi geliyor. Yakmaya mum yok elde avuçta, yüreklerimizin yağı erimiş yanıyor, yanıyor..." "Yanıyooor, yanıyooor..."


338

"Ben kahveciyim, nohudu kavurup kahve diye içiyoruz. İyi de ağalar, efendiler! Limanlar tahılla dolu değil miii?"

"DoluuuuL"

Neden öyleyse bu kıtlık, biz aç dururken kim yiyor bunları? Ases mi, bostancı mı, ulufeli mi? Vergi diye kapımızı üç günde bir çalanlar mı? Ya devlet adına elimizden ekmeği alanlar kim?"

"Kahrolsunlar!.. Şeriat isteriz!.. Adalet isteriz!.."

Kahveci Ali Usta iyiden iyiye coşarken Kara Şahin biraz daha ileri gitmeyi, havuzun arkasında birikenlerin kimler olduğunu öğrenmeyi içinden geçirdi.

"Efendiler!. Ağalar!.. Kimdir sultan, ya kim başımızda tac? Vezire bakın; Sadabat'da badeye muhtaç?!.. Halkı rüşvet ve karaborsayla soyanlar mı bunlar? Rüşveti afiyetle ziftlenip do-yanlar mı bunlar? Sulh dediler amma refahı dindirdiler. Yerine eğlence koydular, kendileri eğlendiler. Vazife erbabı görevini bıraktı. Uçkuruna düştü erkekler, evini bıraktı. Kimdir bize bu zulmü reva gören? Ya kimdir merhameti göğe çekip götüren?"

"Kimdiiir!? Hesap versinleeer?!"

"Şeriat isteriiiz!.. Adalet isteriiiz!.."

Kara Şahin, meçhul bir elin sol bileğinden yakalamasıyla ir-kildi. Dönüp kim olduğuna baktı. Bu gözler?!.. Bu gözleri tanıyordu, ama... Pasaklı gümrük hamalları gibi giyinmiş biriydi karşısındaki. Ayağında partal çedikler, baldırında şeritli potur, belinde kalın kuşak, yakalı bir mintan üzerinde hırka, onun üzerinde de beline doğru sarkan bir hamal kelepi... Boynunda bir yağlık bağlıydı. Yüzü kir içindeydi. Bıyığı yeni terlemiş gibiydi. Güya lodos yüzünden savrulan tozları yutmamak için ağzını bir tülbentle kapatmıştı. Başındaki kirli sarık biraz iğreti duruyor gibiydi. Kara Şahin birden irkildi. Hayır hayır... Bu olamazdı, olmamalıydı... Burada ne işi vardı? Bunca nursuz, pirsiz arasında? Fısıltıyla sordu:

339

"Sen misin?"

"Benim!.."

"Ne arıyorsun burada?"

"Senin aradığını?"

"Derhal git buradan!"

"Beraber gideriz!.."

"?!.."

Elini sımsıkı tuttu. Kürsüde konuşan ses değişmişti? Bu sefer anlatan daha tok sesli biriydi. Yavaş yavaş ilerlediler. Bir noktada adamın birinin on kadar tulumbacı berduşuna fısıltıyla verdiği emri dinlediler: "Onlar Bayezit istikametine gittiler, siz Aksaray yolunu tutun. Turalının (sultanın) bir adamını veya Bektaşi (Yeniçeri) gördüğünüzde bir uğurdan atı önüne çıkıp top kilit olup yolunu kapayıp avazınız çıktığı kadar bağırıp bekleyin. Sakın gevşemeyin, bırakmayın, adam neye uğradığını sasırsın, sizin ne istediğinizi bilmesin." Kara Şahin konuşan adamı tanır gibi olmuştu. Daha yakından izledi, konuşmalarını ve sözlerini takip etti... Artık elini bırakmalı değil miydi? Bırakmadı. Hatta daha sıkı tuttu. Evet, işte oydu. Bayezit Hamamı kurnası başında Tomruk Emini'yle birlikte gördüğü işte bu adamdı. Bu, Bıçaklı Pençe idi. Bileğinden dirseğine doğru uzanan hançer dövmesini işaret ederek "Bre biz bu nişanı niçin taşırız sanırsın? Deşeriz icabında..." deyişi hâlâ gözlerinin önündeydi. Demek o gece kendisi bizzat Patrona Halil'e hizmet sunmuştu ha!. Demek yiğitliği hamam külhanlarında efsane olup anlatılan bu adam ile yan yana durmuştu ha!.. Halil Ağa dürüstlüğüyle tanınırdı, burada, bu hezele güruhu arasında ne işi vardı? Halk kendisini sever, Kapalı Çarşı esnafı arasında sözü dinlenir bir kanaat önderi iken bu ihtilal çığırtkanları arasında ne işi vardı? Hem de en ön sıralarda... Demek o gece onun eski kurnası başında bin bir dereden su getirerek yalvaranlar sonunda kendisini ihtilale razı etmişlerdi. Elinde-

340

!ki eı terlemeye Başlamıştı, bunu hissediyordu. Hissettiklerine bir anlam veremiyordu. Hayır hayır, bu, iki dostun birbirini |  koruyup kollamasından ibaretti. Bıçaklı Pençe güzel yüzlü bir adamdı. Ali Usta'dan sonra kürsüye o çıkmış, samimi bir üslupla anlatmaya başlamıştı. I  Söyledikleri daha inandırıcı ve dürüst şeylerdi. Oldukça da et-'¦,   kileyici konuşuyor, konuştuklarına kendisinin inandığını hissettiriyordu. Bir lider için bu önemli bir özellik sayılırdı. Sultan ve vezirinin içine düştükleri sefahat ve eğlence dünyasından başlarını kaldıramadıklarını, halkın perişan halini göremediklerini, düzenin bozulduğunu, yeniçerinin çeteleştiğini kısa kısa ama delil ve örnekleriyle anlattı. Karar veremiyordu, kalbinin çarpması Bıçaklı Pençe'nin konuşmasından mı, yoksa elindeki elden miydi?!.. Dinlediler, inandılar, titrediler, terlediler... Havuzun çevresindeki kalabalıklar hep bir ağızdan bağırıyorlardı: "Halil Ağa sen çok yaşa!.. Umudumuz sendedir!.." Kara Şahin dinlemeye devam ederken hayretle mırıldanıp duruyordu: "Bıçaklı Pençe Patrona Halil Ağa imiş ha!?.." Onun hakkında çok şey duymuştu. İyi ve kötü. Bazısına inanmış, bazısına inanmamıştı. Bildiklerinden inanmayı istedikleri, onun vaktiyle bir patrona gemisinde çalıştığı için Patrona lakabıyla anıldığı, Bayezit Hamamfnda tellak iken külhanbeyi hayatını ahlakına uygun bulmayıp ayrılarak Kapalı Çarşı'da gedik işletmeye başladığı, halk arasında düzgün ahla-! ki, dini bütün kişiliği ve tutarlı davranışlarıyla saygınlık kazandığı, gitgide esnaf arasında sözü dinlenir, akıl sorulur bir ka-I naat önderi olduğuydu. Tuttuğu eli kendisine doğru çekti, kalabalıkta kimsenin ona değmesini, dokunmasını istemiyordu. | Peki ama neden?!.. Patrona Halil'i tamamen farklı bir kimlikle, evbaş u kallaş, zalim zeberdest olarak anlatanlar da vardı. Şu i sırada konuştuklarına bakılırsa bu adam kendi tanıdığı gibiy-

341

aı ve soyıeaıgıne göre ınuıaıueıu ick. cmcu şenim u^cımc ^u-ken ahlaksızlığın ve fakirliğin sona erdirilmesiydi. Kara Şahin bu temiz kalpli adamın birileri tarafından bazı şeylere inandırıldığını, onun saf sözlerini duyunca fark etti. Eli terliyordu. Avucunda bir alev topu var gibiydi. Yoksa şu anda bir küçük « temasla kandırılıyor muydu? Değilse hissettikleri neydi o halde? Patrona Halil Ağa'nın Ayasofya Vaizi İspirizade ile İstanbul Kadısı Zülali Hasan Efendi'den aldığı talimatları yalnızca iyi niyetle ve Ümmet-i Muhammed'in selameti için değerlendirdiğini, kendisini ihtilale teşvik eden bu iki adamın samimiyetinden zerre kadar şüphe duymayarak onlara kapıldığını düşündü. Kaf Dağı'ndan gelecek güzelin vuslatının ona teklif edilmesinin başlıca sebebi de halk ve bilhassa Kapalı Çarşı esnafı arasındaki yüksek itibarı olmalıydı. İçinde, vaktiyle Gedik-paşa Hamamı'ndaki külhan kardeşleri arasında adını duyup hürmetle andığı Patrona Halil Ağa'yı daha yakından görme arzusu uyanmıştı. Lakin elindeki el buna izin vermedi, onu geri çekti. "İtaat ve teslimiyet güzel şeydir!" diye mazeret uydurdu kendine. İleriye gitse başı belaya girebilirdi. Nitekim birkaç dakika kadar sonra Halil Ağa'nın son sözleri, sanki evvelce provası yapılmış hareketlerle beslenmeye başlayıverdi:

"Allah... AllaaaahL. Ey Muhammed ümmeti! İşte anlattık... Elinizi vicdanınıza koyunuz ve duymadık demeyiniz!. Şeriat-ı Muhammediye üzre bir davamız vardır!.. Dükkânlarınızı kapayıp gelin ki sizlerin dahi yeriniz işte şu kızıl bayrağımızın altıdır!"

Bu sırada yirmili yaşlarında üç delikanlı, bayrak diye, uzunca birer sırığın ucunda birer hamam peştamalını kaldırdılar. Avucundaki el de terliyordu. Bunu hissedebildiği anda içinden, tarif edemediği bir duygu akıp geçti. Meydandaki kalabalık bir anda uğuldadı:

"Allah Allaaah!. İllallaaahL"

"Yolunda can verir, uğrunda feda oluruz yiğit!.."

342

"Şeriat-ı Muhammediye isteriiiizL" "Tamamdır, vakit ve saat gelmiştiiir?" "Pîr sancağı çekilmiştir, altında toplamım!" "Adalet isteriiiz."

"Azgınlara eza, sapkınlara ceza isteriiiiz..." Ortalık bir anda karışıverdi. Talimli oldukları belli olan adamlar hep bir ağızdan böyle haykırırken halktan "Fitne kopmuştur!", "Deccal çıkmış!", "Hamam peştamalı sancak mıdır ki sultan hal' edelim?" gibi cümlelerle ihtilale karşı çıkanlar olduysa da bunları tartaklayan azılı adamlar baskın geldi. Şimdi bazıları sessiz sedasız oradan sıvışmanın yollarını arıyor, şenlik olsun diye geldikleri meydanda işlerin çığırından çıkacağını yavaş yavaş fark ediyorlardı. Bu da meydanda nereye gideceğini bilemeyenler ile nereye gideceğini çok iyi bilenler arasında bir mücadelenin kapısını açtı. Elinin biraz daha çekildiğini hissetti. Sanki kalabalıktan kurtulmak ister gibiydi. Çok geçmeden halk üç kola ayrıldı. Zaten üç sancak (!) vardı. Belli ki plan buna göre yapılmıştı. Divanyolu, Kapalı Çarşı ve Ayasofya istikametine yönelenler neredeyse kalabalığın yarısı idi. Başında yürüyenlerin kim olduğuna bakması gerektiğine inanıyordu. Avucundaki eli sürükleyerek birkaç adım ilerideki havuz basamağına çıktı. İtiraz yahut karşı koymayla karşılaşmamıştı. Tekrar "İtaat ve teslimiyet güzel şeydir!" diye gülümsedi kendince. Gidenlerin kimliklerini kestirebilmek için peşinden sürüklediği elin sahibi onun bu arzusunu anlamış gibi ilerleyen adamları saymaya başladı:

"Patrona Halil Ağa'nın hemen ardında Mahmutpaşa Hamamı destebaşısı Emir Bey ile Cebeci Ocağı neferlerinden Turşucu İsmail var. At hırsızı Çingene Canbaz Musa, Çardak Kahvesi ocakçısı Küçük Muslu, aynı kahvenin çubukçusu Giritli An-don Mihandoni. Onları takip ederek en arkada salınan efendiyi tanıyor olmalısın!"

343

"Ayasofya Vaizi İspirizade Efendi bu, vazifesinin başına gidiyor anlaşılan."

"Ha ha... Gülmeli miyim!?.."

Kara Şahin başını Süleymaniye istikametine çevirmişti. İki yüz kadar insan hep bir ağızdan bağırarak sürüklenip gitmedeydi. 0 yine saymaya başladı:

"Başlarında Manav Muslu Beşe var. Gümrük iskelesi hamallarından Kürt Çelo hemen ardında."

"Bu giydiklerini ondan mı aldın sen?"

"Şakanın sırası değil, Çelo'nun hemen ardında Hiristo oğlu Angeli, nam-ı diğer Çınar Ahmet, Patrona Halil'in eski civeleği, İspirizade'nin yeni müridi Ayvaz Porça, kalyon neferlerinden Tızmantırıl Agop ile Deli Molla, bayrağı çeken kalyoncu neferi Alacalı Mustafa. Sağ tarafta vakarla yürüyen herif Gedikpaşa Hamamı destebaşısı Kalem Bey'dir. Tabii ya, onu sen mutlaka tanıyor olmalısın?"

"Şakanın sırası değildi hani?. Devam et saymaya."

"Tamam, tamam, parmaklarımı kırma! Arkada Kanlı Veli var. Kan döktüğü için değil, uğruna kan döküldüğü için Kanlı haydut. Bak bu herif de senin yakınlarındandır. Hani seni Macar Hekim'e götüren Seyrekbasan Osman Ağa vardı ya; onun en samimi dostu. Gedikpaşa Külhanı'nın sır küpüdür kendisi. Yanındaki Sultanzade Evren Bey de Bayezit Külhanı'nda aynı şeyi yapardı."

Kara Şahin donup kalmıştı. Yere yığılıverecek gibi oldu. Onun kendisi hakkında bu derece çok şey bilmesinden rahatsız olmuştu. Eli gevşedi. Kanı dondu. Duyduğu cümlenin onu rahatlatmak üzere söylendiğini biliyordu:

"Korkmayasın, Seyrekbasan Ağa'nın hafızasından o günü elli altın ile sildim. Bir daha hatırlayamayacağını çok iyi bilir!?.."

"Peki ama sen?.."

"Ne olmuş bana?"

344

"Bildiklerimde ne varmış?! Sen birisi için biliyorsun, ben bir başkası için. Üstelik biliyor olman lazım ki ben Üç Hilal Ce-miyeti'nde büyüdüm. Baba mesleğim bu benim. Takılma bunlara!. Bak İstanbul Kadısı Zülali Hasan Efendi bir grup adamıyla güya şeyhülislam hazretlerinin bulunduğu meşihat dairesine gidiyor."

Kara Şahin tuttuğu eli incitmemek istiyordu nedense, içinde bir şeyler oluyordu. Çatışmalar, tenakuzlar, yumaklar, düğümler... Daha önce aşağıya dönük duran avucunu yukarıya döndürüp elini öyle tutmaya başladı. İkisi birlikte başlarını Et-meydanı ve Aksaray istikametine doğru akan üç yüz kadar şehir haydudu, başı bozuk, baldırı çıplağa çevirdiler. Bunlardan çoğunun biraz ileride birer ikişer evlerine sıvışıp gideceklerini biliyorlardı. Başlarında nutkunu bitiren Ali Usta vardı. Kara Şahin onun ardındaki bayraktar genç Dereköylü Ali'yi de tanıyordu. Sarkıtların çatılardan düştüğü, karlı buzlu bir İstanbul gününde beraber Tahtakale dükkânlarında dilenmişlerdi. Hatta Topaç Yeye o gün ikisini de güldürüp durmuştu.

"Öndekileri boşver Kara Şahin, ben sana en arkadakini söyleyeyim, sen gerisini anla. İşte şu gerideki bütün hepsini çekip çeviren adam... Gördün mü? Yeniçeri Ağası Nemçe Hasan Ağa hazretleridir kendileri. Bugünlük tebdil geziyor."

Kara Şahin ha*\gi grubun peşine takılıp gideceğini şaşırmış vaziyetteydi. Avucundaki eli bırakmak istemiyor, bilakis daha sıkı tutmayı arzuluyordu. Tomruk Emini ortalıklarda görünmüyordu. Onu burada bulmayı umarak gelmişti oysa. Lalelerin rengarenk dünyası arasında huzursuz düşünceleri geliştirip büyütenlerden birisinin de o olduğunu adı gibi biliyordu. Osmanlı tarihinde daha önce birkaç kez içilen ihtilal çorbasının meydan kazanında yeniden ısıtılmasında onun kenarda durabileceğini düşünemiyordu. Üstelik Bayezit Hamamı kül-

345

hanında onu Patrona Halil Ağa ile sıkı fıkı dost olarak görmüştü. Avucundaki eli iki yana salladı.

"Sen Tomruk Emini'ni gördün mü?"

"Hayır, ama burada olması mı gerekiyordu?"

"Evet ya, burada olmalıydı. Eğer burada değilse şimdi bir yerlerde o da ayrı bir vazifenin icrasını başarıyor olmalı. Çünkü ordu Üsküdar'a geçtiği vakit velinimetim İbrahim Paşa, İstanbul'u onunla Yeniçeri Ağası'na emanet etmişti. Yeniçeri Ağası burada olduğuna göre onun da bir yerlerde vazife başında olması gerekmez mi sence?!."

"Doğru diyorsun ama herhalde uyanamayıp vazifesini aksatmış!"

"Şaka yapmadın değil mi?!.. Bu devlet kaç kez ihtilal gördü. Bak bakalım, her ihtilalin bir başı vardı, o başa akıl koyacak ulemadan birisi vardı, o aklı kullanacak bir devletlû bulunmuştu, bu devletlûnun kılıcını sallayacak da bir asker vardı."

"Hepsi bir olup halkı soydular değil mi?"

"Zaten fakir olan halkın soyulacak nesi kaldıysa tabii. Normal vakitte zaten silahlı güç olan asker ile dini güç olan hocalar arasında kalıp birinden biri tarafından ezilen halk, ihtilal zamanında bu iki grubun menfaatleri birleşince iki yakası bir araya gelmez olup iki kat ezilir. Kaba cahil hocalar ile çoğu bu milletten bile olmayan yeniçeri zorbalar kol kola girip mal ve itibar yağmasına girişirlerse sen bundan memleket menfaatine ne beklersin?"

"Bu yüzden hiçbir ihtilal olumlu sonuç doğurmamış, halkın yararına olmamış, kuru bir şehir eşkıyalığı olarak kalmıştır öyle mi?"

"Daha ne olsun, ihtiraslı bir paşa ile ulemadan bir adamın menfaat birliğiyle ortaya çıkması ve vaatlerle yanlarına topladıkları birkaç zorba... İşte gördün bir ihtilal için yeterli. Artık Sultan Ahmet'in düşürülmesi için ister Yeniçeri Ağası Nemçe

346

Hasan, ister çok dost görünen Fransız elçisi Vilnov ile Marki dö Bonnat, ister İran'dan gelen haberler, ister vezir ile sultanın israf ve sefahat alemleri... Seç bir bahane! Herhangi biri yeter."

"Dahası da birileri çıkıp Sadabat'taki lale bahçelerinde keyif çatan vezirden dem vurunca elbette ihtilale bir baş, o başa bir akıl, o akla bir düzen, düzen için de bir asker bulunur."

"Evet, işte bu!.. Bu ihtilalde eksik olan işte bu."

"Ne?"

"Asker! Asker eksik!.."

"Üzülme, yarın yeniçeri kışlasının kazanı Bayezit Meyda-nı'na taşınır."

"Ben o askeri demiyorum. Daha da önemli bir şey söylüyorum. Sen hiç çevrede ihtilale karşı duracak asker görüyor musun?"

"Tabii yaa!. Nasıl düşünemedik? Seninki emrindeki kolluk kuvvetlerini buradan uzak tutmakla vazifelendirilmiş olmalı."

"Ya da buraya gelecek olanları bir yerde tutmakla."

Kara Şahin bu cümleyi söylediği sırada ikisinin de ağzından aynı hayret ifadesiyle aynı kelime çıktı:

"Topkapı, Bâbüssaade..."

Şahin, eline bir iğne batırılmış gibi tuttuğu eli bıraktı. Birden onu karşısına aldı ve iki kolundan tutarak emir tonunda tembihledi:

"Hörükız, ben Bâbüssade'ye, sen Süleymaniye'ye!.." "Hayır hayır, tam tersine, Bâbüssaade'ye ben gideyim. Çünkü seni tanıyan çıkar da İbrahim Paşa'nın hane halkından derse canına kastederler. Bu yüzden sen o taraflarda görülmemelisin."

"Görülmemeye dikkat ederim. Şimdi itiraz istemiyorum. Bir an evvel Topaç Yeye ve Hafız Çelebi'yi haberdar etmelisin. Yarın hemen onlara ulaştır haberi. İhtilal büyürse serserilerin

347

Sadabat'a varmaları uzun sürmez. Eğer işler ters giderse iki gün sonra ikindi vakti Süleymaniye'deki hücrede buluşalım; değilse yarın akşam ben de Hafız Çelebi'de olurum. Zaten gidecek yerim de kalmadı!.."                                                   

Kara Şahin koşarak Ayasofya'ya akmakta olan kalabalığa karıştığı sırada kimbilir hangi serseri bağırıyordu:

"Sünnetsiz vezirin başını isteriiiiz. Yürüyün ey ümmet-i

müslimîn..."

Bu cümle çok şiddetli sonuçlar doğurabilecek bir cümleydi ve vicdan sahibi birkaç kişi cılız seslerle karşı çıktı:

"Müslümanlar arasına kılıç düşürmeyin ey ümmet-i Mu-hammed, vazgeçin, böyle şeyler söylemeyin!"

Olan olmuştu. Ve şimdi olacakları kestirmek çok zordu. Sultan ile veziri ordunun başında Üsküdar'daydı. İstanbul korumasızdı. Yağmanın başlaması an meselesi sayılırdı. Şu anda kaldığı yuvaya, sadrazamın sarayına gitmek, Hörükız'ın dediği gibi tehlikeli idi. Kapalı Çarşı önünde aşırı bir izdiham ve kargaşa vardı. Evlerine gitmek isteyen masum halk ile onları gön-dermeyip hamam peştemalından sancak altına katılmaya zorlayan ihtilalciler arasında arbede yaşanıyordu. Günlerden cuma idi ve tatilin bol kazancını umut ederek dükkânlarını açan Kapalı Çarşı esnafı ile müşterileri, içine tütsü salınmış arı kovanı misali uğultu ile koşuşuyor, çırpınıyor, kepenk indiriyor, kaçıyor, boşaltıyordu. Dükkânlarını kapatmakta geciktikleri takdirde yağma başlayacağını biliyorlardı. Bu yüzden çarşının kapılarının da kilitlenmesi gerekirdi. Bir an önce burayı terk etmek hem can, hem de mal emniyeti demekti. Fitne çıkmıştı. Çekirge sürüsü ekili arazileri yiyecekti. Beş yüz kadar zalimin bir anda aynı yerde toplanması demek gittikçe sayılarının artması da demekti. Nitekim Kapalı Çarşı'yı boşaltanlar arasından yüz kadar adam daha bunlara katılmış, maceranın peşine düşmüşlerdi bile.

348

Kara Şahin, elindeki sıcaklığı yeniden hissetmek isteyerek avuçlarını buluşturup da "İtaat güzel şeydir!" diye tekrar ederken dudağında tarif edemeyeceği bir mutluluğun gülümsemesi vardı. Divanyolu'ndan geçerek Ayasofya'yı dolandığında Sultan'ın iki yıl evvel yaptırdığı çeşmenin çevresinde aradığını buluverdi. Tomruk Emini, asesleriyle birlikte saray kapısını tutmuş, kimseyi dışarı çıkartmamak üzere bekliyordu. Fazla yaklaşmadı. Meydan hamamının kuytusunda bir yerde, kişne-yip duran atların arkasında, olacakları beklemeye başladı. Bu arada Bayezit Meydanı'nda tuttuğu eli, sahibini ve bunu neden yaptığını düşünecek çok zamanı oldu. Nakşıgül yaşıyor olsaydı diye geçirdi bir kere daha içinden. Sonra da onun ölmüş olmasının, kendisine Hörükız'ın elini tutma hakkı tanımadığını düşünüp yaptığından pişmanlık duydu. "Nakşıgül" adını yüzlerce kez içinden tekrarlamak suretiyle de hatasını telafi etmeye çalıştı. Sevgili ölünce aşk da onunla bir ölmüyordu. Düşüncesi Nakşıgül'e takılınca her şeye farklı bakmaya başladı. İhtilal dışında mı, içinde miydi, ölüyor mu, diriliyor muydu, kestiremedi. Zihni bambaşka hayaller, umutlar, umutsuzluklarla karmakarışıktı. Hörükız elini tutunca neden çekmemişti sanki!..

Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi, bir an evvel uyanmayı ister. Fakat zindanda uyumuş olan, ebediyen uyumaktan yanadır, çünkü uyanırsa yeniden zindana düşmüş olacağını bilir.

1

349

56. Sual:

Bu Ateş ve Kanla Oynayan Sefiller de Kim?

I

Vezir, Kara Şahin'in elinden tutup aceleci adımlarla, Üsküdar Sarayı'nın merdivenlerinden çıkarken Dersaadet'in müezzinleri sabah ezanları için yeni uyanmaktaydılar. İkisi de pek heyecanlıydılar. Sultana anlatacakları şeylerin hiç hoşuna gitmeyeceği aşikârdı. Tedirgin olmamaları imkansızdı.

Şahin, sultana ulaşmaya karar verdiğinde Ayasofya Hamamı önünde, şehri koruması gerekenlerin şehri yağmalamak üzere olduklarını görmüştü. Süreç başladıktan sonra geçecek her dakikanın önemli olacağını biliyordu. Ayasofya'da oyalan-

350

mak yerine olup biteni bütün çıplaklığıyla bir an evvel velinimetine ve sultana bildirmek gerektiğini düşündü. Akşam karanlığı çöktüğünde, meydandaki atlardan birini kimse farkına varmadan ayırıp Sirkeci'ye inmesi bu yüzdendi. Önce bir sandalcı aradı. Denizde lodos vardı ve kayıklar çekeklere çoktan bağlanmıştı. Üstelik de bütün sandalcılar Bayezit Meydanı'na gitmiş veya götürülmüşlerdi. O zaman gerçekten anladı İstanbul ile Üsküdar arasındaki ulaşımın tamamen kesilmiş olduğunu. İhtilalciler bu ulaşımın sağlanmaması için önlem almış olmalıydılar. Lodos da kayıkçıların ekmeklerine yağ sürmekteydi üstelik. Bu durumda İstanbul yalnızca ordudan değil, sultan ve vezirinden de kurtulmuş oluyorlardı.

Çekeklerdeki sandallardan birinin bağını çözüp denize açılmak kolaydı, ama böyle bir havada sandal idare emek maharet isterdi. Pazubendini yokladı. Vezir ile tanıştığı gece kendisine ihsan ettiği armudî inci yerinde duruyordu. Şimdi iş bir sandalcı bulmaya kalmıştı. Ne tarafa koşturdu, nerede birini aradıysa maalesef kimsecikler yoktu. İhtilal ateşinin tutuştuğu böyle bir akşamda zaten burada kimsenin olmasını beklemiyordu ama sandalların muhafazası için bile bir adamın etrafta görünmeyişi çok garipti. Şehirde ihtilal başlatanların en son isteyecekleri şey bunu padişahın erken duyması olmalıydı. Bunun için de Üsküdar yollarını kesmek, oraya gidebilecek deniz vasıtalarını kontrol altına almak gerekmez miydi?   "Belki de şiddetli lodosu görünce muhafıza gerek duymamışlardır" diye geçirdi içinden; "yahut da kayıkçılar kâhyasının adamları kendiliğinden çekilip gitmişlerdir" dedi. Yanıldığını anlaması için burnuna dayanan bir çakaralmazın namlusu ucunda, hiç konuşmasına fırsat verilmeden ta iskele sınırlarından dışarıya kadar gerisin geri gitmesi gerekti. Şimdi son çaresi Saray-burnu Sahil Sarayı'nın kayıkhaneleriydi. Sepetçiler Kasrı'nın yakınına kadar vardı. Bir zamanlar sultanların ihtişamlı do-

351

nanmalarını Akdeniz'de fetihler için uğurlarken merasim yaptıkları bu kasır da bomboş görünüyordu. Halka mahsus derme çatma kayık iskeleleri ise hepten ıssızdı. Zaten yaz sonunda buralarda birkaç bostancı neferinden gayrı insan bulmak zordu, ama yine de şansını denedi ve şehirde olup bitenden habersiz, sahandaki patlıcan aşına ekmek banan esmer tenli bir bostancı neferi ile karşılaştı. Pazubendindeki inciye gerek kalmadı. Çalıp getirdiği at onu ikna etmeye yetmişti. Lakin şimdi de sandalcı bulmak gerekiyordu. Gece ilerliyordu. Daha fazla gecikmesi halinde hedefini şaşırma ihtimali çıkacaktı. Böyle bir durumda kayığı idare edemez olursa Marmara açıklarını boylardı ki orada lodosa dayanmak imkansızdı.

Allah yardım etti. Kürekleri çekmeye başladığında şiddetli bir yağmur boşandı. Bu, lodosun dinmesi demekti. Nitekim yarım saat içinde dalgalar kesildi. Lakin bir yandan yağmur, diğer yandan Üsküdar'da yanan cılız lambaların da sahipleriyle birlikte uykuya varması denizi zifiri karanlığa çevirmişti. Kız Kulesi kayalıklarını sıyırarak Şemsipaşa Sahili'ne vardığında, içinden Devlet-i Aliye için bir vatan hizmeti yaptığını düşünüyor ve karşısına çıkacak bütün engelleri aşarak vezire veya sultana ulaşma azmini yeniliyordu. Üsküdar'ı fazla bilmezdi. Çocukluğunda annesiyle üç veya dört defa, boyunlarına kur-delalar bağlanıp boynuzlarına kırmızı elmalar takılmış öküzlerin çektiği süslü arabalarla Çamlıca taraflarında bir sayfiyeye gittiklerini hatırlıyordu, o kadar.

Sandalı, sultanın yeni yaptırdığı meydan çeşmesine yakın bir yerde, iskele ayaklarına bağladığında bütün giysileri sırılsıklamdı. Zifiri karalıktı ve yağmur şiddetini arttırmıştı. Valide Sultan Camii'ni geçerek sahilden yürümeye devam etti. Üsküdar Sahil Sarayı'nın yerini biliyordu. Muhtemelen velinimeti vezir hazretleri de ona yakın bir yerlerde kasır sahibi olmalıydı. Karargâh nöbetçilerinin kendini durdurması ile onu bulduğunu anladı.

352

Vezir, kendisini uyandırmaya razı olan içağanın "Gecenin bu vaktinde kimmiş bu sefil?" sorusuna "Selman Abdal kulunuz efendim!" cevabını vermesi üzerine yeterince öfkelenmiş, bu öfke ile ona "Boynunu vurdurmadan sıvışıp gitsin... Gecenin bu saatinde..." cevabını göndermiş, ama Kara Şahin'in iça-ğaya yeniden yalvarmaları, yeminleri ve sesini yükseltmesi sonucunda yatağından fırlayıp gelmişti. Birkaç dakika sonra giyinmeye başlyamıştı bile:

"HımmL Derhal sultan hazretlerini uyandırmalıyız!.." Kara Şahin, sultanın, gecelik entarisi içinde atının üstündeki kadar heybetli durmadığına hükmetti. Onu ilk defa, gözlerinin içine bakacak kadar yakından görüyordu. Lakin sultanın hayret dolu bakışları buna fırsat tanımadı. Şimdi o Şahin'in gözlerinin içine bakıyordu. Hem de delip geçen bakışlardı bunlar. Uzunca bir müddet sessizlik oldu. Padişah başını birkaç kez başka yerlere çevirdi ve yeniden baktı. Şahin kadar Vezir İbrahim Paşa da bundan rahatsız olmuştu. Sanki gözleri Şahin'in gözlerini delecek gibiydi. Bacakları titremeye başladı. "Haşmetmeab," diye başladı vezir söze ve başını yere eğip "Selman Abdal kapı kullarınızdan sayılır, Eyüp Sultan ziyaretinde çerağ uyandıran şair derviştir. Bugün İstanbul'da gördüklerini sizin de bilmenizi istedik."

Kara Şahin, sultanın eteğini öperken velinimetinin şair ve derviş tanımına uygun davranma zorunluluğu hissetti. Bir yandan ıslak giysilerinin yenlerinden damlayan sular halıyı ıslatmasın diye tutuyor, diğer yandan sultanın öfkesini çekecek bir hareket yapmamaya çalışıyor, ayakta dimdik duruyordu. Lakin sultanın bakışları dizlerindeki dermanı kesmişti. Başı döner gibi oldu. Gözlerini sultanın mücevher kakmalı sahtiyan terliklerinin ucuna kilitleyip bekledi. Sultanın kendisini izlediğini hissediyor, hatta gözlerini yüzünden hiç ayırmadığını biliyordu. Neden sonra bir emir tokat gibi yüzüne indi:

353

"Anlat bre!.."

Acem şivesi kullanarak ve şiir üslubunda konuşarak anlatmaya başladı:

"Hünkârım, sultanım, haşmetlû hakanım. Şehrinizde güm güm ötmede yerler ve gökler; inliyor, titriyor, bütün kadınlar ve erkekler. Halkınız dalga dalga kaynıyor sultanım, yürekleri korkularla oynuyor sultanım. Bir bayrak çeken var, bir de peşindekiler; bir fırtına, bir gemi, ve de içindekiler. Bağırıyor, çığlık atıp haykırıyorlar, pencereden girip kapıları kırıyorlar..."

"Kimdir bre bunlar, kim bu kan ve ateşle oynayan sefiller? Kaç kişiler ve ne isterler?"

"Çoğu külhan kopuğu, hamam uşağı, erazil takımı, serseri. Patrona Halil Ağa var başlarında hayli zamandan beri. Ona tutkun halkınız, bir sözüne bakıyor; dalga dalga, yığın yığın arkasından akıyor. Tebriz gazisiymiş diyorlar, ardındaki çıplaklar; üç sancak çektiler göğe, kaynamakta sokaklar. Mehdi diyen de var ardında, Deccal olduğunu söyleyen de."

Padişah eliyle onun beklemesini söylediğinde karmakarışık duyular içindeydi. Kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan bu İranlı adamın seçili gevelemelerini çok sıkıcı bulmuştu. Duyduklarına inanıp inanmamakta tereddüt ediyordu. Bir yandan "Devlet-i Aliyye'de kendi tebaamdan, halkımdan hiç adam kalmamış gibi bu Acem kılıklı herif mi haber getirmeliydi" diye düşünüyor, diğer yandan karşısında gördüğü yüzü bir yerden hatırlamaya çalışıyor ve bir türlü çıkaramıyordu.

"Lala! Bu abdal derviş doğru mu söylüyor? Nedir bu isyanın dibi, kökü?!.."

Damat İbrahim Paşa kendisini üzmemek için uzun zamandır habersiz bıraktığı ve isyana dair istihbaratı paylaşmaktan kaçındığı sultanın öfkesinden ilk defa ürkmüştü. Onu yatıştırmak için inanmadığı şekilde sözler söyledi:

354

"Velinimetim efendim, bu türden hadiseler her çağda ve her yerde zaman zaman ayaktakımından aldatılmış birkaç kendini bilmezin üç pula satılıp bağrışmasıdır ki sağanak gibidir, biraz yağınca geçer. Siz müsterih olunuz korkulacak vakalar değildir. Yeter ki içinde ulemadan, askerden birileri olmasın."

"Devletlû hünkârım," diye araya girdi Kara Şahin, "Zülali Hasan Ağa kulunuz ile İspirizade kulunuzu ben yürüyen kalabalıklar içinde tebdil gördüm. Bir de hünkârım Tomruk Emini ile Yeniçeri Ağası Nemçe Hasan kulunuz..."

Padişah duyduklarına inanamadı. Bu son iki isim şehrin güvenliğinden sorumlu adamlardı. Ordusuyla Üsküdar'a geçerken İstanbul'u Yeniçeri Ağası'na ısmarlamış, o da "Gözünüz arkada kalmasın hünkârım!" demişti. Ayakta duramayacağını anladı, en yakın sedire iğreti biçimde oturup sordu: "Başka kimleri gördün derviş anlat, ama geveleme!" Şahin gevelemekten maksadın kafiyeyi ve seciyi bir yana bırakması olduğunu anlamıştı. Padişahın kendisine dik dik bakmasına ve tanımasını engellemesine mani olanın bu gevelemeler olduğunu bilmiyordu. Olabildiğince düzgün cümleler ile anlatmaya devam etti:

"Gerisi ayaktakımıdır hünkârım. Patrona Halil Ağa esnaftan iyi bir adam iken doldurulmuş, namus, hamiyet gayretiyle bayrak çekmiştir. İlla kıyamı onun yanındakilerden Kahveci Ali, Muslu Beşe, Alacalı Mustafa gibi zincirini kırmış ejderler yönlendiriyor."

"Kaç kişiler peki?"

"Hünkârım, atanız cennetmekân Bayezit Han Camii Meyda-nı'nda bin kadar âdem vardı. Akşam olurken yarısı Atmeyda-nı'nda, geri kalanın çoğu Aksaray'a doğru Etmeydanı'nda, azı da Süleymaniye Cami avlusunda idiler."

"Lala!. Senin devleti bekleyen adamların değil mi bunlar? Nerde kaldı asayiş? Vezirler, kazasker ve bostancı ağa şimdi

355

nerdeler? Hani 'Emniyette olun hünkârım!' deyip durduğun emniyet adamları. Derhal yarın hepsi değiştirilsin!.."

"Fakat hünkârım sonu meçhul olan şu anda adamları yerinden almak onlara bir ceza değil, belki bir nimet olmaz mı? Bu adamlara şimdi ihtiyacımız var. Hepsini çağırıp huzura birer birer paylayalım, gidip çomarlarına gem vursunlar."

"Derhal ne gerekiyorsa yapasın lala! Sor bakalım vaktiyle almadıkları tedbir hususunda ne düşünürler."

"Sormayınız hünkârım, henüz halktan kimse peşlerine düşmemiştir, vurdurunuz başlarını. İran'da biz bu türden erazil takımı toplaştıklarında nökerlere ve şahsevenlere kılıç kuşandırır cümlesini bulundukları yerde aman vermeden haklarız. Bin kişiye bin asker yeter hünkârım."

"Bre küstah ışık, sana soran mı oldu? Defolup çık dışarı!.."

Üsküdar'ın müezzinleri temcit okumaya başlamışlardı. Sultan kulak kesildi, İstanbul'dan ne bir kaside, ne bir ezan sesi geliyordu kulağına. Oysa Ayasofya ve Sultan Ahmet camilerinin müezzinlerinin ne kadar gür sesli olduklarını iyi bilirdi. Yağmur dinmiş, hava durulmuştu. Şafak sökümü yaklaşmıştı. Gözünü sarayından yana çevirdi. Arkalarda bir yerlerde gökyüzündeki bulutlara parlayıp sönen bir kızıllık yansıdığını gördü. İsyancıların Atmeydanı'nda yaktıkları büyük ateşin alevlerinden yansıyan kızıllıktı bu. "Muhtemelen şimdi çevresinde Köroğlu ve Ayvaz türküleri çalıp söylüyorlardır." diye düşündü. İçini bir hüzün kapladı. Ellerini açtı. Dua edecekti. Birden elini dizine vurdu:

"Tabii yaa!.. Gördüğüm abdal derviş, maktul Şehzade Ahmet'in önüme atılan kellesine benziyordu. Mülazım Osman saçlarından tutup kaldırdığında aynı keskin hatları görmüştüm. Hayır hayır, bu bir kabus olmalıydı; yahut kötü bir şaka!.. İnsanlar çift yaratılırmış zahir?!.."

356

Birden muhafızları koşturup onu yakalatmayı ve tekrar huzura getirtmeyi istedi. Sonra vazgeçti. Bu adam saçma sapan kafiyeler uydurarak konuşan İranlı bir dervişti işte. Şahseven veya nökerler arasından İstanbul'a savrulmuş zavallının biriydi. Eğer Şehzade Ahmet olsaydı şu anda İstanbul'da isyancıların başında olurdu. Hele de şehirde isyan haberini vermek üzere gecenin bu vaktinde, bu kışta kıyamette, tek başına sandala binip maceraya atılmazdı. Evet evet!.. Bu adam olsa olsa bahşiş koparmak isteyen bir gezgin derviş idi. Türk olsaydı yaptığına vatanseverlik denilebilirdi, ama bir İranlı bunca tehlikeli bir işe kalkışıyorsa karşılığında ödüllendirilmeliydi. Önemli bir vazife yapmıştı. Kapıcılarından birini çağırdı. Par-mağındaki zümrüt yüzüğü çıkardı:

"Koş, var bu hediyeyi deminki ışık dervişe yetiştir!.."

Kapıcı neferi onları Üsküdar meydanına açılan vezir konağının kapısına geldikleri sırada buldu. Vezir gülümseyerek sormuş, o da ciddiyetle cevap vermişti:

"Demek cümlesini aman vermeden bulundukları yerde kesersiniz!?.."

"Evet paşam, eşkıyayı nerede, ne kılıkta görseniz siz de kesiniz!.."

Kapının eşiği veda için son mekândı. Vezir aldığı haberden çok etkilenmişe benziyordu. Düşünceli ve tedirgindi. Bir an evvel bu belanın çaresine bakmalıydı. Selman Abdal ile yollarını ayırsa iyi olacaktı. Üzerindeki ıslak giysileri hemen oracıkta uşaklarından birinin kuru giysileriyle değiştirtti. Sultanın kapıcı neferinin getirdiği yüzüğü ona vermeden evvel parmakları arasında evirip çevirdi, gözleri daldı, mırıldandı:

"Selman Abdal!.. Hatırlıyorum da... Şu yüzüğü bir vakitler Sultan Mustafa takardı. Pek kıymetli bir yüzüktür. Eğer satacak olursan üç yüz altından aşağı verme. Sultanımız, getirdiğin haberin hakkını korumuş anlaşılan."

357

"Satmam efendimiz. Sultan armağanı der, baba yadigârı gibi saklarım."

Bu cümleyi Allah söyletmişti. Birden kendini rahatlamış hissetti. Başını, itaatkâr bir köle sadakatiyle vezirin yüzüne çevirdiğinde, bu güne kadar merak edip de kendisine sorması gereken ne kadar çok şey olduğunu düşündü. Şivekâr'ı ve Katre-i Matem'i nasıl olup da ele geçirdiği, Tomruk Emini hakkında gerçekte ne düşündüğü, sırlı olayları çözmedeki yeteneği, Haliç'ten çıkan cesetlerle ilgili olarak Bindallı Mahmut Ça-vuş'u neden sorgulatmadığı bunlardan bazılarıydı. Hep sormak istediği ama artık çok geç kalınan yegâne soru ise tam dilinin uçundaydı: "Karımı öldürdüler, katilleri bulmam için bana yardım eder misiniz?" Sustu...

Boğaziçi'nin öte yakasında, İstanbul'un yedi tepesi üzerine yeni bir gün doğuyordu... İkisi de bir müddet birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Bu bakışlardan her ikisi de yüzlerce anlam, yüzlerce soru, yüzlerce cevap çıkarabilirdi. Sonra ikisi de aynı anda gülümseyip birbirlerine teşekkür ettiler. Helal-leştiler. Hüzünlü bir sahne idi. Vezir son anda elini uzatıp genç adamın avucuna bir kese altın tutuşturdu:

"Yolun açık olsun Selman Abdalım! Fitneden uzak dur aman!.."

"Dünya durdukça durunuz haşmetlû vezirim. Allah sizi de ateşten uzak etsin!.."

Üsküdar Meydanı'nda hayat yeni başlıyordu. Vezir, "Uğurun açık olsun abdal derviş!" diye mırıldandı içinden. Sonra bunu neden söylediğini düşündü, bir cevap bulamadı.

358

57. Sual: Eski Dostun Yeni Sırları mı Var?

"Bicanım, bu baharın tasvirlerini henüz bize göstermedin? Bak Yeye de merak ediyor."

Bican Efendi heyecanla yerinden kalktı ve birkaç dakika sonra bir kucak dolusu suluboya rulo getirdi odanın ortasına. Hemen hepsi aynı boyda parşömenlerdi bunlar ve Felemenk diyarında çerçevelenip satılmak üzere istifleniyorlardı. Her birinde Hafız Çelebi'nin bahçesinde açan renk renk lale resimleri ve altlarında da bunların isimleri, özellikleri yazılıydı. Bican Efendi her baharda bu resimlerden ayrı olarak bir de küçük boy mecmua hazırlar, parşömene çizdiği lalelerin aynılarını bu mecmua içinde resmedip saklardı. Şimdi kucağında bu eski mecmualardan birkaçı da vardı. Belli ki Hafız Çelebi'ye eski güzel günleri hatırlatmak istiyordu. Yıllardır soranlara "İleride bunlar şüku-fenameler gibi çok kıymetli olacak!" deyip durduğu lale mecmualarıydı bunlar ve her birini Hafız Çelebi için çiziyordu.

359

Uzaktan uzağa gelen tüfek seslerini duymamak için kendilerini meşgul etmek ister gibi bir halleri vardı. "İstanbul, güzelim şehir!.." diye mırıldandı Hafız Çelebi iyiden iyiye solgun ve bitkin halde. Sonra da dizleri dibine oturttuğu Yeye ile birlik; te sırayla ve dikkatle resimlere bakmaya başladılar. Çelebi zoraki bir neşe içinde gibiydi. Yine de eski yıllara ait lale mecmualarının yapraklarını çeviriyor, her lale resmi üzerinde Ye-ye'ye bilgi veriyor, onu nasıl ve hangi yılda yetiştirdiğini, nasıl ve kaça satıldığını, kimin satın aldığını söylüyor, hikâyeler anlatıyor, anılarından tasvirler paylaşıyor ve bütün bunları Bi-can Efendi'ye "Öyle değil mi Bicanım!" diye tasdik ettiriyordu. Sonra sıra suluboya parşömenlere geldi. Onlar daha büyük ebatta ve duvarlara asılmak üzere çizilmiş deste deste güzelliklerdi. Yeye, sıradaki parşömeni kaldırdığında lale yerine sokak kedilerini peşine takmış bir ciğerci ile onların karşısından gelen iki güzel hanım resmiyle karşılaştılar. İkisi de şaşırıp kalmıştı. Gözleri Bican Efendi'ye çevrildi. O ana kadar neşesi yerinde olan Bican Efendi birden tedirgin oldu, utandı. Hafız Çelebi resimde gördüğü mekânı Elçi Ham'nın avlusuna benzetti. Çünkü arka planda İstanbulluların Çemberlitaş dedikleri, kral Konstantin adına dikilmiş Bizans sütunu görülüyordu. Sonra da imalı bir ses tonuyla sordu:

"Biz lale bahçesinde ter dökerken sen ciğer satıyormuşsun anlaşılan Bicanım?"

Bican Efendi alelacele resmi katlamak isterken Hafız Çelebi bir sonraki resmi gördü ve donup kaldı. Bu, yarı üryan bir kadın resmiydi. Üzerindeki tülden yaşmak ve ince geceliği ile pek şuh ve işveli duruyordu. Hafız Çelebi sesinin tonunu yükselterek daha keskin bir eda ile çıkıştı:

"Bican Efendi?!.."

Bican Efendi bu azarlama karşısında başını eğdi. Önce tereddüt gösterdi, sonra Çelebi'den izin alıp anlatmaya başladı.

360

Doğrusu Hafız Çelebi ve Topaç Yeye merak içindeydiler. Aylar önce lale encümeni sırasında gittiği gibi sessizce eve dönmüş ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına yeniden girivermişti. Gittiğinde Katre-i Matem de gitmiş, geldiğinde havuzdan kaybolan üç kaplumbağa da gelmişti. Yine de ne Hafız Çelebi, ne de Topaç Yeye ona neler olduğunu sormuşlardı. Nasıl olsa bir gün kendisi anlatır diye bekliyorlardı. Galiba o an gelmişti. Bican Efendi mahcup ve üzgün her şeyi anlattı.

On gün öncesine kadar, bütün bahar ve yaz boyunca Elçi Hanı'nda kalmasının sebebi bu kadın imiş meğer. O sırada Venedik balyosunun ressamı olan bir arkadaşıyla buluşmuşlar. Kendisinden laleler ve Hafız Çelebi'nin laleleri nasıl yetiştirdiğine dair malumat istemişler. Kadın o sırada aklını çel-mişmiş. Katre-i Matem'i kaçırma karşılığında büyük bir servet teklif etmişler. Kabul etmeyince de bu planlarını ele vermesin diye handa iki ay boyunca alıkoymuşlar. Bu sırada kadın zaman zaman odasına ziyaretlerde bulunmuş ve işe yarar diye resmini yapmasını istemiş. "Güya yarı üryan benim aklımı başımdan alacaktı." diye iç geçirdi bir an ve sonra devam etti:


"Aldı da!.. Meğer o beni oyalarken adamlar encümenden Katre-i Matem'i kaçırmaya çalışıyorlarmış. Çaresiz, onun ikiz bir çiçek olduğunu söyledim. Amacım, diğerini de aramalarını sağlayıp bu arada elimden gelirse Katre-i Matem'i geri almaktı. Sizlerin o sırada beni hırsız veya kaçak olarak göreceğinizi düşündükçe kahroluyordum. Bu resmi her gün yavaş yavaş tamamlıyordum. Artık onları oyalamak için miydi, yoksa kalbimin sesini mi dinliyordum, kestiremiyordum. Bir gün ortadan kaybolup gittiler. O gün Elçi Hanı'nda Avusturya balyosunun adamlarından Kont Aragon'un elinde bizim kaplumbağalardan birini gördüm. Kaplumbağayı geri aldığım sırada hanın orta bahçesinde bir arbede çıktı. Siyah entarisiyle atına atla-

361

yıp kaçan biri, bir başkasını haklamış yere kapaklandırmıştı. Garip olan şu ki, hançer, yerde yatanın elindeydi."

"Çünkü yere düşen adam önemli birini öldürmek üzere hançerini fırlatmak üzereydi?"

Bütün başlar bir anda Hörükız'ın odayı çınlatan sesiyle kapıya döndü. Yeye ile Bican Efendi ayağa kalktılar. Hörükız, dilinin ucuna geliveren "Şehzade Ahmet'i öldürmek üzere" cümlesi yerine "önemli birini öldürmek üzere" demenin ne derece isabetli olduğunu düşünürken Hafız Çelebi'nin elini öptü, Ye-ye'nin de başını okşadı. Sonradan da yanılıp "Kara Şahin'i öldürmek üzere" deyivermediğine binlerce defa şükretti.

Sevinmişlerdi. Hem Bican Efendi'nin sırrına vakıf olmak, hem de Hörükız'ı görmekle sevinmişlerdi. Bu heyecan arasında kimse Hörükız'ın o gün Elçi Hanı'nda ne yaptığını, o önemli kişinin kim olduğunu sormadı. Yeye, içinden "Şahin Ağam da orada mıydı?" diye sormayı geçirip sonradan vazgeçtiği sırada Hörükız zaten resimlerin başına oturmuş, şehirde başlayan isyanı anlatmaya başlamıştı. Sonra da hem resimlere bakıp hem sohbet etmişler, Hörükız, bir gün önce Kara Şahin ile birlikte Bayezit Meydanı'nda olduklarını, şehirde isyan başladığını, isyancıların yakında buralara da gelebileceğini, tedbirli olmaları gerektiğini söylemek üzere geldiğini, eğer o bu gece buraya gelmezse yarın Kara Şahin ile buluşmak üzere Sü-leymaniye'ye gideceğini anlattı.

Hepsi onu hayret içinde dinlediler, ne gibi önlemler alınabileceğini, aslında önlem almak gerekip gerekmediğini tartıştılar. Yeye, bu durumda Şehnaz için bir şeyler yapması gerektiğini, belki gidip onu ve ailesini yoklamanın iyi olacağını söyledi. Hafız Çelebi onu yatıştırmaya çalıştı. "Belki de şehirde isyan bastırılmış olabilirdi. Devlet-i Aliye sahipsiz değil ya!.."

Gün çoktan inmiş, tekrar yağmur başlamış, etrafa bir hüzün çökmüştü. Hiç kimse diğerine söyleyemiyordu ama hepsi

362

de o anda Kara Şahin'i merak ediyordu. Acaba şimdi neredeydi? Başına bir iş gelmiş miydi? Bir delilik yapıp Tomruk Emi-ni'nin peşine düşmüş olabilir miydi? Bir tek Bican Efendi, kendisini ısrarla lale hırsızı sanmasından dolayı Kara Şahin'e kırgın, önüne bakıyordu.

Topaç Yeye kalbini ikiye parçalamış, bir yanıyla Kara Şahin'i diğer yanıyla Şehnaz'ı düşünüyordu. Bican Efendi kalbini ikiye parçalamış, bir yanıyla resmini yaptığı kadını götürmeyi hayal ettiği Felemenk bahçelerini, diğer yanıyla sevdiği güzelim İstanbul'u düşünüyordu. Hörükız kalbini ikiye parçalamış, bir yanıyla korumaya and içtiği Şehzade Ahmet'i, diğer yanıyla yarın görmek için sabırsızlandığı Kara Şahin'i düşünüyordu. Hafız Çelebi kalbini ikiye parçalamış, bir yanıyla bugün hayatta olduğunu, diğer yanıyla yakında öleceğini düşünüyordu. Gecenin sessizliğini dağıtmak için işi şakaya vurdurup öylesine bir laf attı ortaya:

"Bican Efendi! Bir lale nakşı yapsana tekrar. Sen lale resimlerinden vazgeçtin, bak hanemizin bereketi de, huzuru da kaçtı."

Bican Efendi bunun doğululara has bir tür şaka olduğunu anlamadı, tam bir batılıdan beklenebileceği gibi aklınca izaha girişti:

"Ben hanenin bereketi ve huzuruyla resimlerin bir alakasını kuramıyorum Hafız Çelebi!.. Dininizin resimleri yasaklamış olmasıysa eğer bereketi kaçıran, ben Nasıralı İsa'nın yolundan gitmedeyim."

Hafız Çelebi onun az evvelki isyan konuşmalarından etkilenerek böyle birdenbire feveran ettiğini, öfkesini böyle dışa vurduğunu hissetmişti. Hem onu yatıştırmak, hem de akşamın hüznünü biraz olsun dağıtmak için alttan aldı:

"İslam dini resmi yasak mı etmiş sence Bicanım!"

"Öyle değil mi efendim, sizde neden hiç resim yok."

363

i   l,

"Bizim de nakkaşlarımız, kitap sayfalarında nakış ve tasvirlerimiz yok mu?"

"Ama işte onlar nakış, stilize edilmiş şeyler. Bir portre, bir peyzaj veya natürmort değil."

Hafız Çelebi onun söylediği kelimeleri anlamamış ama birer resim ıstılahı olduğuna kanaat getirmişti. Daha önceden de onunla böyle bir konuyu tartıştıklarında resim ile nakış ve minyatür arasındaki farkın doğrudan benzerlikle alakalı olduğunu öğrenmişti. Söylediği kelimelerin yine bu farkı anlattığını düşünerek izah getirdi

"İyi ama Bican Efendi! Allah'ın yarattığı bir şeyi bire bir aynen kâğıt -veya tuval mi diyorsunuz-, işte onun üzerine geçirmenin neresi sanat olabilir ki?!.. Böyle bir sanatçı Allah'ın yap-

364

tığından daha güzel bir şey yapamaz ki!.. Oysa bir nakkaş söz gelimi bir atı kendi görmek istediği biçimde iri gövdeler ve ince bacaklar ile çizebilir, bir laleyi isterse siyah veya çini mavisi yapabilir. Bu, o kişinin sanatçı kimliğinde daha özgür olduğunu göstermez mi? Senin yaptığın resimler Allah'ı taklit gibi, oysa bir nakkaşın çizgilerini kendi kalbinden gördüğünü tasvir etmek şeklinde anlamalı değil midir?!. Şimdi söyler misin, doğulu ve batılı bu iki sanatçıdan hangisinde yaratıcılık ve ibda yeteneği daha çoktur?"

"Çelebim, siz içinde tasvir olan bir odada ibadet etmezsiniz, değil mi?"

"Elbette etmeyiz, ama bu bizim resme karşı oluşumuzdan değil, mabetlerimizin sizin kiliselerinize benzemesini önlemek içindir. Hani ne diyordunuz o resimlere?"

"İkona?.. Pitoresk?.."

"Her ne ise işte. Kuzum, İncil'in neredeyse hepsini resimlerle anlatan, her köşesinde ayrı bir Meryem ve ayrı bir İsa olan bir kilise içinde nasıl ibadet edilebilsin ki?

"Biz orada ibadet ederken o resimlere tapıyor değiliz herhalde Kafız Selebim."

Burada Bican Efendi bilhassa kendi şivesini vurgu ile telaffuz etmişti.

"Elbette Bicanım, elbette!.. Lakin biz bu konuda sizden daha hassas davranıyoruz diye sizin bunu bir tasvir yasağı gibi yorumlamanız hakkaniyetsizdir.

"Çelebim! Hele şu az evvel kazara gördüğün kadın resmi var ya, ben onu sevdim ve hâlâ da seviyorum. Karşıma geçse de 'Bican Efendi madem beni seviyorsun, tap bana!' dese sizce tapar mıyım?"

"Hâşâ, sümme hâşâ!"

"O halde kendisine tapmadığım bir varlığın suretine tapmamı nasıl düşünür veya kabul edersiniz?"

365

"İşte ben de bunu söylüyorum, biz mabetlerimizde gönle vesvese verecek suretlerden kaçınmakla aynen bunu yapıyoruz, yoksa bunu surete tapmak olarak anlatan softa vaizler gibi, şekilde, surette takılıp kalmıyoruz."

"Durun durun!.. Şekil ve suret çok önemlidir!.. Hele de böyle günde!.."

Kara Şahin'in bu neşe dolu sesi herkesi yerinden fırlatmıştı. Sevinç böyle bir şey olsa gerekti. İstanbul çalkanırken burada bir şetaret, bir ferahlık oluşuvermişti. Hafız Çelebi çoktandır böylesine mutlu olmamıştı. Sevdiği herkes şu anda çev-resindeydi. Neşesini belli etmek istiyordu. Yeye'den kümesteki tavuklardan birini getirmesini, Hörükız'a da tavuk suyunda pilav için pirinç ayıklamasını söyledi. 0 gece Can Kuyusu çevresinde ateş yakıp geç vakitlere kadar oturdular, güldüler, şa-kalaştılar, hasret giderdiler, birbirlerinden hikâyeler dinlediler. Sanki yarın yaşanacaklardan, belirsizliklerden, elemlerden, ayrılıklardan evvel bir kez daha birbirlerine doymak istiyorlardı. Ömürlerinin en bahtiyar gecesiydi. Sanki bir daha yakalayamayacakları bir mutluluğun içindeydiler ve bitmesini istemiyorlardı. Bir ara yağmur dinmiş, Halic'in durgun sularına bulutların arasından çıkan mehtabın görüntüsü yansımıştı. İnsanın böyle bir gecede bir yakınına sarılası gelirdi. Halic'in karşısındaki bahçeleri seyreden Hörükız, o gece, orada bulunan hiç kimsenin sarılacak hiç kimsesi olmadığını düşündü. Hepsi kendi hayatlarını sürüklemekte olan bu beş kişi, yarın şehir karıştığında, güzeller güzeli İstanbul'un hayat duvarları sarsılmaya başladığında bambaşka dünyaları devşiriyor olacaklardı. Yardımlarına koşacak kimseleri yoktu; ama yardımına koşmaları gereken birileri vardı. Yarın kendisi de o birinin yardımına koşmak zorundaydı. Babası ölürken öyle vasiyet etmiş, "Kendi hayatını feda etmen gerekse bile onu yaşatacaksın!" demişti. Hatta kendisini sırf bunun için yetiştirmiş, Üç Hi-

366

iaı ^-cııııyeu ııııı yı/ın cııııuycL guyıcııııe mensup ick Kauuıııı

yanına onu da katmış, Cemiyet'in idaresini üstlendiği yıllar boyunca bundan hiç kimseciklere söz etmemişti. Annesi o bebekken ölmüştü. Babası öyle diyordu. Kendini bildi bileli Üç Hilal Cemiyeti muhtesipleri arasında yaşıyor, istihbarat topluyor, onları değerlendiriyor, saklıyor, bilmesi gerekenlere söylüyor ve nihayet kendini de gizliyordu. Tıpkı tanıdığı herkes gibi. Ama babasının "Şimdi diyeceklerimi benden gayrı bilen yoktur." cümlesiyle başlayıp "Senden gayrı bilen olmasın!" tembihiyle bitirdiği o son cümleyi, "Kendi hayatını feda etmen gerekse bile onu yaşatacaksın!" cümlesini, Cemiyet'in diğer mensupları hiç bilmemişti ve bilmeyecekti. O, yani Şehzade Ahmet!..

Gecenin hüzünlerle yoğrulan bu son diliminde, suya yansımış dolunayın görüntüsünü dalgalandıran çiğil tanesinin suya düşme sesiyle kendine geldiğinde bir elin sırtına bir hırka koymakta olduğunu fark etti:

"Rüzgâr çıktı, üşüteceksin!"

Kara Şahin'e teşekkür ederken yanağına süzülen damlayı sildiğini görmesini istemedi.

Yeye o sırada uzaktan onları seyrediyor ve Şehnaz'ı düşünüyordu. Belki de şu anda onun yanında olması gerekiyordu. İçinden "İnsana bir dost böyle zor günde lazımdır; rahat günde herkes dosttur!" diye geçirmekteydi. İnsanın kederli günde kendisiyle birlikte üzülecek bir dostunun olması bütün üzüntüleri giderirdi. O sırada küçükken hangi kitapta okuduğunu tam kestiremediği Üsküdarlı âşıkların başından geçenleri hatırladı. Uzaklarda bir bülbül şakıması duyuldu. Geceler gebeydi ve yarın ne doğuracağını kestirmek elbette çok zordu.

367

-derkenar-üsküdarlı âşıklar

İstanbul'da bir zamanlar Abdullah ve Aslıhan adında, birbirini seven iki genç yaşıyordu. Kader fırsat verir de gizlice buluşabilirlerse birbirlerinin yüzüne bakarak aşk kadehinden şarap yudumluyor, nefesleri birbirine karışarak şad oluyorlardı. Daha birbirlerini bir kez olsun öpmemişlerdi. Aşklarını daima gizli tutuyorlar kimseye sır vermiyorlardı. Fakat üç yüz perdenin arkasında bile gizlenemeyen aşk, sonunda ortaya çıktı. Kızın babası o genci kendi asaletine denk bulmadı ve kızını zorla bir paşa ile evlendirdi. Paşa da onu sevdiği gençten uzak olsun diye Boğaz'ın öte yakasında, Üsküdar'dan Çamlıca'ya giden tozlu yolların kenarındaki bağların arasında bir eve yerleştirdi. Aslıhan, gerçi gelin olmuştu ama kocasını henüz odasına almıyor, ondan devamlı kaçıyordu. Abdullah ise sabrın sonuna gelmiş, Aslıhan'ın  yerini öğrenmeye çalışıyordu.  Nihayet bir gün onun hizmetkârlarından bir halayığa rastladı. Kadın Abdullah'ın aşkını biliyordu. Acıdı ve evini tarif etti. Abdullah arkadaşlarından birini buldu ve ona, "Benimle gelebilir ve Aslıhan'ı ziyaretimde bana yardımcı olur musun?Zira onun aşkıyla can boğazıma geldi, gündüzüm gece oldu!" dedi. Henüz on yedi yaşında olan arkadaşı "Seni dinledim ve teklifini kabul ettim; her ne ki benden istesen yapacak, her ne ki emredersen uyacağım!" cevabıyla onu rahatlattı. Bir kayıkla derhal Üsküdar'a geçtiler. İki at kiralayıp bağlar arasında Aslıhan'ın kaldığı evi aramaya koyuldular. Mevsimlerden sonbahardı ve bağlar bozulmuş, sahiplerinin çoğu şehre dönmüştü. Ama bacası tüten birkaç kulübe dışında hangi evlerde oturan vardı, hangileri boştu, belli olmuyordu. Akşamı beklediler; ta ki lambaları yanan evleri tespit etsinler. Gece boyunca sessizce araştırdılar ve sabaha karşı amaçlarına ulaştılar. Aslıhan'ın ellisine merdiven

368

uuyuuuş uıan [juşu a.ucuûi KL/uerı çın.ıncu nuuu/mn uı t\uuu~

şma "Şimdi git!" dedi, "Kapıyı çal. Başkası çıkarsa Aslıhan'ı iste ve onu şu karşıki bağların arasında beklediğimi söyle!" Genç gitti. Kapıyı seyis açmıştı. Ona Paşa'dan küçük hanımefendiye bir mesaj getirdiğini söyledi. Sonra da sevilene, sevenden bir vuslat haberi verdi.

iki saat kadar sonra Aslıhan buluşma yerine geldi. Abdullah telaş içinde ne yapacağını bilemedi. Arkadaşı onları yalnız bırakmak isteyince Abdullah itiraz etti, "Hayır, yanımızda kal. Çünkü ortada uygunsuz bir şey yok." dedi. O genç de oradan ayrılmadı, ancak seslerin duyulacağı kadar uzakta oturdu. Abdullah, Aslıhan'ın elini tuttu, Göz göze geldiler. Ayrılık sırasında hasrete nasıl dayandıklarını karşılıklı gözyaşlarıyla anlattılar. Sonra birbirlerini nasıl, ne derece sevdiklerinden, eski hatıralardan, çocukluktan uzun uzun bahsettiler. Mutlu geçen birkaç saatin sonunda Aslıhan müsaade istedi. "Birileri durumun farkına varmadan eve dönmem gerekiyor!" dedi. Abdullah hasretiyle yanmıştı, azıcık daha kalmasını istedi. O vakit Aslıhan uzakta oturan genci işaretle sordu:

"Senin bu arkadaşından bir şey istesem yapar mı?"

"Ne istersen!.."

"Tehlikeli olsa da mı?"

Cevap gençten geldi:

"Tehlikeli olsa da!.. Hatta canımı Abdullah için feda etmem gerekse de!.."

"O halde, yakma gel. Seninle giysilerimizi değişelim. Benim yerime eve gir. Sağdan üçüncü oda benim özel odamdır. Akşama kadar sessizce otur. Akşam kocam sana bir tas çorba getirir, kapıdan içeri uzatır. Yüzünü sıkıca ört ve tası kabul etmekte nazlı davran. Sonra kapını kapat. Sabaha doğru ben gelirim, sen çıkarsın."

Delikanlı denileni yaptı. Eve girip kapandı. Ta ki akşamın alaca karanlığında kapıda ses duydu, heyecanlandı.

369

Çorba tasını almakta çok gecikince tas yere kapaklandı. Bu sefer paşa öfkelenip "Sen hâlâ bana inat mı ediyorsun?" diye içeri girip eline geyik derisinin boynuzlarından kuyruk sokumuna doğru kesilip sarılmış bir kırbaç aldı. As-lıhan diye delikanlının sırtını sıyırdı ve başladı şaklatmaya. Alaca karanlık basmıştı ama delikanlı yine de devamlı yüzünü örtüyor ve sesi tanınmasın diye hiç bağırmadan sabrediyordu. Nice kırbaçtan sonra evdeki halayıklar, hizmetkârlar dayanamayıp onu durdurmak istediler. Paşa da za ten yorulmuştu. Dadısı herkesi dışarı çıkarıp ona nasihatler etti. "Sultan hanımım, hâlâ mı Abdullah'ın aşkı? Kendine hiç acımaz mısın? Kocana birazcık fırsat tanışan, belki iyi..." Nasihatleri ses çıkarmadan dinleyen delikanlı bir yandan yaralarının sızlamasına dayandı, diğer yandan As-lıhan'a acıdı. Sabah Aslıhan gelince evden çıkmak üzere bütün gücünü topladı, ona hiç belli etmedi. O gece her ne olduysa bir sır olarak sakladı. Abdullah ölesiye kadar da bunu ne ona, ne başka birine söyledi.

insanın kederli günde kendisiyle birlikte üzülecek bir dostu olmalı!..

370

58. Sual: - Ne Dedin Sen?

Salacak kıyısında, Üsküdar Sarayı'ndan sevgili şehrini saran dumanlara bakarken yaşadığı derin üzüntüyü hayatının hiçbir döneminde yaşamamıştı. Her tarafını oya oya işlemek için çeyrek yüzyıldır uğraşıp didindiği, sahillerini kasırlarla, meydanlarını çeşmeler ve sebillerle donattığı, devlet hizmetinin yürümesi için zarif binalar yaptırdığı şehri yanıyordu. Haliç'ten esen poyraz ile kendi doğup büyüdüğü Topkapı Sara-yı'nın üstünden aşan dumanlar arasında bütün ömrü kara düşünceler içinde akıp geçti. Daha dört ay evvel, Galata ve Kasımpaşa civarında yine böyle dumanlar görmüştü bu şehir. Ardı ardına neydi bu yangınlar?!.. Şehirde lanet büyüyor muydu yoksa?. Bunlar birer İlahî ikaz olabilir miydi? Eğer öyleyse kendisi bunda ne kadar suçluydu? Tevbe etmesi gereken neleri vardı? Halkın bilip de kendinin bilmediği suçları nelerdi? Büyük dedesi Muhteşem Süleyman Kanuni "Saltanat dedikleri an-


371

V*«U»   V111U11   lVli.VgU.01VJ 11      UV-I1U^L1    UII     ^111   U1UL.   .TVİIİCI   UU   gUIUUgU   IMI-

ru bir cihan kavgasından da öte bir şeydi. Bu gördüğü yozlaşmanın, kokuşmanın iğrenç yüzüydü. Eski Saray'ın bahçesindeki yangın kulesinin işaret sancaklarına göre şehirde ateş büyümeye devam ediyordu. İlk gelen haberler Balat'ta başlayıp Ci-bali, Yavuz Selim ve Fatih civarında devam ettiğini söylüyorlardı. Yangının önlemini almak da, söndürmek de yeniçeri or-talarıyla tulumbacı teşkilatının vazifesiydi. Lağımcıların bir an evvel yangının önünde istihkamlar oluşturması gerekiyordu. Ahşap güzeli İstanbul'un her yanı çıra gibiydi. Bir tutuştu mu evden eve, çatıdan çatıya kıvılcımlar uçuşması yetiyordu. Bunun için bazı evlerin boşaltılması, bazı ağaçların derhal kesilmesi ve yangının kontrol altına alınması gerekiyordu. Böyle durumlarda tulumbacılar dört bir yana koşuşturuyor, çok yoruluyorlardı. Lakin yangını tutmaktan ziyade yanmakta olan evlerden yükte hafif pahada ağır eşya kurtarıyorlar, çok zaman da bunları sahiplerine vermek yerine kendi depolarına sevk ediyorlardı. Son yıllarda İstanbul Türkçesi'nde "yangından mal kaçırma" diye bir deyim bile türemişti. Velhasıl şu isyan günlerinde yeniçerilerine de, tulumbacılarına da güvenemeyeceği-ni biliyordu. Yeter ki insan, vicdanını razı etsin...

Sultan, gözünden yaşlar süzülürken yangından sonrasını da düşünüyordu. Bunca harikzedeye el uzatmak, onlara kereste ve taş yardımı yapmak, hatta bazılarının evlerini silbaş-tan inşa ettirmek gerekecekti. Hep böyle olmuştu. İstanbul ne zaman yansa, yahut depremde yıkılsa, sultan, şehri yeniden imar eder, devlet hazinesinden pek çok masraf yapardı. Ama bu sefer hem hazine boştu, hem de isyan felaketinden yangın felaketine bir para kalmayacağa benziyordu. Asya ile Avrupa'nın göz bebeği, bütün Doğulu ve Batılı gezginlerin o güne kadar gördükleri en güzel şehir olan İstanbul elden gidiyordu. Konaklarıyla, yalılarıyla, kasırları ve bülbül yuvası evleriyle

372

rengarenk İstanbul, alevlerle eşkıya arasında parçalanıyor, yağmalanıyor, didikleniyor, çekiştiriliyordu.

Selman Abdal'ın verdiği bilgilerden sonra gözüne uyku girmemişti. Şüphesiz Boğaziçi'nin iki yakasında bu gece uyumayan çok kişi vardı. Etmeydanı'nda ve Atmeydanf ndaki ihtilalciler ile sarayda korumasız kalan hanedan halkı, bostancı ve zülüflü baltacı koğuşu erleri ve enderunun eli silah tutar gençleri bunlardandı. Öte yanda odabaşı, başeski, başkarakollukçu bölüklerinde de gözler kırpılmadan ne olacağı bekleniyordu.

il 'il 1

Aynı sıralarda sultanın hemen yan odasında, Üsküdar sarayının cumbalı kabul odasında padişah hazretlerini bekleyenlerin hepsi muhatap olacakları sorulardan dolayı tedirgin, sinirli ve huzursuzdular. Vezir hazretleri hepsini karşısına almış adeta öfke kusuyordu. İlk lanetli bakışı, ayaklanan yeniçerilerin en tepesindeki adama, Yeniçeri Ağası'na takıldı. Daha dün, Şehzadebaşı'ndaki kışlada, neferleri "Küfür ile azanı / Eski düzen bozanı" naraları atarken "Höt!" demiş olsaydı bugün bunlar yaşanıyor olmayacaktı. Onun ardında sanki gizleniyormuş gibi başı önüne eğik bekleyen Kaptan-ı derya Abdi Paşa, eğer dün ihtilali haber alır almaz gemilerinden biriyle Halic'e varsa ve Tersane'deki neferlerini meydana sevk etseydi bu isyan yine dağılıverirdi. Demek o da cılk çıkmış, başından korkmuştu. İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa'nın gafletine ise hiç diyecek yoktu. Ulemaya haber yollasa, medreselileri teskin etse, halka birkaç telkinde bulunsa serseriler yandaş bulamaz, korkarlardı. Sadaret Kethüdası Mehmet Paşa gerçi dün de Üsküdar'daydı ama İstanbul'dan ayrılırken Tomruk Emini'nin kulağını çekmiş olsaydı kimse bu cesareti kendinde bulamazdı. Vezirin öfkesi bütün bunları yüzlerine vuracak şekildeydi:

"Bre siz misiniz Devlet-i Aliyye'nin güvendiği adamlar; bu milleti biz size mi emanet etmişiz?!.. Nerde ordunun gücü, ha-

373

ua   vıvııuıııııuııııı   »_WXU1,    I1V,1 UVUH     1\U V  V ^llVl 1I11Z. . L*    kj'V.llI HHUC   Jf İICL

nı, çiyanı, akrebi, iti, hergelesi, kurdu, kuzgunu boşanmış... Benim kanım donuyor, etimi kesiyorlar, siz baş yerde, göz yu-mulu öyle mi?!.."

Başlar gerçekten de yerdeydi. Kimsenin ağzını bıçak açmı- • yordu. Neden sonra İstanbul Kaymakamı Mustafa Paşa bir şeyler mırıldandı:

"Efendimiz!.. Eşkıyayı dize getirmek kolay, illa ki adamlar 'davamız şeriat üzeredir' diyorlar. Şeriat davasında olanın derdi padişah tarafından dinlenmeden üzerlerine kılıç çekmek caiz olmaz, vebali büyüktür."

"Efendi!.. Bu sözü şeyhülislam söylese anlarım. Yoksa sen üzerine düşen vazifeyi yapmıyor, bir de bana fetva mı veriyorsun?"

"Hâşâ efendimiz, yüz bin kere hâşâ!.. Emrediniz, kellelerini koparıp önünüze atalım."

"Yapabileceğini söyle efendi!.. Senin cirmini biliriz..."

"Haliç'te toplarım amadedir efendimiz!.."

Abdi Paşa'nın bu cümlesi veziri iyice öfkelendirmişti:

"Şehri topa tutmak mıdır teklifin, ahmak herif. İsyancı diyerek masumları öldürmekten mi bahsediyorsun? Devletin geleneğinde olmuş mudur böyle bir şey? Bu mudur devletin adaleti?!.."

Sonra da Yeniçeri Ağası'na bağırdı:

"Meclisten meclise dolanmışsın dün efendi!.. Yaveler yemişsin, haberini aldık. Hele şehri kollamak değil miydi vazifen senin?!.. Şimdi çek cezanı da aklın başına gelsin?"

Kaymakam Mustafa Paşa araya girdi:

"Aman efendimiz, şimdi ceza vakti değil, çare vaktidir. Bağışlayınız."

"Paşa!... Böyle soysuzlarla mı düzene girer devlet? Bunlara güvenirsen yarın eşkıyanın başında sana karşı bayrak çekerler. Derhal götürülsün!.."

374

"Aman efendimiz!.."

"Paşa!.. Sözümü kesme bir daha!. Yerine tedbir bul yeter. Dumanlar tüten şu şehirde canlar yanıyor, kan dökülüyor, belki bedenler burçlarından sökülüyor. Ta şuracığımda bir ateş tutuştu. Bu herif dün gece 'Padişahı hal' edelim!' diye sıçıp sıvamışken tutalım mı şimdi el üstünde. Söyle Paşa!.. Hünkârımız bunu duyarsa sana da, bana da siyaset etmez mi? Nimete böyle midir teşekkür? Derhal götürülsün, işte o kadar!.. Adalet, hukuk, kanun yok mu ülkede? Âl-i Osman'a vezir olan ben, kuru gürültüye boyun eğecek kadar aciz miyim zannediyorsun?!.."

Mustafa Paşa, vezir hazretleri son cümlelerini söylerken muhafızların yanında kapı kenarında bekleyen Arz Ağası'na yanına çağırıp Yeniçeri Ağası'nı işaret ederek kulağına fısıldıyordu: "Efendiyi götürün! Misafir edinin, yarın başka şehre sürülecektir!" Bu sırada içeriye soluk soluğa bir haberci girdi: "İzin veriniz haşmetlim, arzım var!" "Bre kalk, söyle çabuk. Nedir?"

"İspirizade Efendimiz bir de Nemçe Hasan kulunuz..." "Ne oldu, öldüler mi, öldürüldüler mi?" "Daha kötü efendimiz, daha kötü..." "Bre söyleee!.."

"İsyancılara karışıp ele bayrak almışlar haşmetlim!.. Şimdi de kapıza gelmiş, hünkârımızdan ayak divanı isterler."

"Ooof, of!.. İşte bu kötü haber efendiler. Şimdi halk da düşer bu hezelenin peşine. İçi düşman, yüzü dost köpekler!.."

Vezir, daha yumuşak bir ses tonuyla devam etti bu sefer konuşmaya:

"Efendiler, ağalar, beyler!.. Devlet-i Aliye uğruna can feda, İstanbul'a canlar feda. Elan ikisi de tehlikededir. Caddelerde alevlerle zulüm birlikte akıyor. Timarlılar ve sipahiler, torlaklar ve solaklar, kadın erkek, çoluk çocuk... Bozgun başlamadan söndürelim fitne ateşini. Dün geç kalınmış gündür, bugün artık ça-

375

resine bakılmalıdır. Dışarıdakileri almadan içen, söyleyin ağalar, makul bir talep var mı ortada? Nedir eşkıyanın istediği?!.."

"Efendimiz," diye söz aldı Abdi Paşa, "eğer bozgun halka sirayet ederse, bir de halk takılırsa peşlerine, dostlar kötülükte düşmanları geride bırakır alimallah. Bir çare bulmalı hemen!.."

"Evet ya, devletlûların gözlerini gaflet boyamış, zevk ü safa âlemlerinde diyor halk."

"Efendiler, hepimizde kabahat var bu işte, itiraf edelim. Lakin şimdi kabahatten ziyade çareyi düşünmeliyiz.

Bu sırada salonun kapısında bir hareketlenme oldu. Padişah III. Ahmet gözyaşlarını silerek içeriye girdi. Salondakileri tek tek gözleriyle azarlarcasına kontrol etti. İsyandan ve yangından dolayı hesap sorabileceği devlet erkânı neredeyse tamamı ayakta bekleşiyorlardı. 0 anda pek çoğu "Tavan çökse de altında kalsak!" diyecek durumdaydılar. Dizleri titremeye başladı. İlk defa sultanı bu derece öfkeli görüyorlardı.

"Lala!" diye başladı hünkâr, "nedir bu hal? Yeniçeri palaya el attı diyorlar. Çardak kolluğu çorbacıları, 'Âl-i Osman tahtını altüst edip İstanbul'u yere gömeriz!' derlermiş. Görüyor musun, şehrimde yerle göğün arasını kara dumanlar kapladı. Nerde senin tedbirin, yeniçeri kullarımız neredeler? Hacı Bek-taş nimetiyle beslenen o nankörler ne yapar şimdi? Rodos'u alıp Belgrad'a giden asker nerde şimdi? Mohaç'a burç ve Bu-din'e beden asker nerde şimdi? Hani Kosova'da, Varna'da, Niğbolu'da atamız Yıldırım'a, Yavuz'a şan veren o erler? Eğer hâlâ o er değilse bu asker, eğer hâlâ bu asker değilse o er, söyle lala, nedir tedbirin senin?"

Vezir, kıpkırmızı olmuş, kendi memurlarının önünde başını yere eğmiş adeta kıvranıyordu. Sultanın cümleleri meclisin ortasına bir gülle gibi düşmüştü. Vezir o güne kadar kullanmadığı bir hitap üslubuyla ve boynunu bükerek "Haşmetmeab

376

efendimiz!.." diye yalvardı. Sesinde onu yumuşatmaya çalışan bir üslup vardı. Birkaç saniye duraksayıp anlattı:

"Haşmetmeab efendimiz!.. İspirizade kulunuzla Nemçe Hasan Ağa kulunuz huzurunuza kabul için Üsküdar'a geçmişler. Şehirdeki yangını söndürmeye belki bir çare bilirler. Eğer dinlemek isterseniz huzura aldırtalım. Bakalım ne isterler, nedir maksat!.."

Sultan eliyle gelsinler işareti yaptıktan sonra yine uzunca bir süre sessizlik oldu. Kimse başını yerden kaldırmak istemiyordu. Nihayet İspirizade ile Nemçe Hasan Ağa huzura girer girmez etek öpüp yere kapaklandılar. Padişah onların elinden eteğini çekerek bağırdı:

"Bre riyakârlığın lüzumu yoktur! Kibirle övgü birlikte bulunmaz, halinden memnun olmayıp azgınlık yapmakla huzur sağlanamaz. Şimdi söyleyin, benimle ne söyleşmek istersiniz?!.."

"Velinimetimiz, devletlû efendimiz!.. Görüyoruz ki üzülmüşsünüz, kederdesiniz. Asla bu değildir meramımız. Zira kullarınızın sizden değildir şikâyeti, onlar size kıyamete kadar sadıktır. Biz dahi kullukta sadığız." "Güzel!.. Nedir o halde meramınız?"

"Devletlûlarınız azmış ve kudurmuştur, meramımız buna son verilmesidir. Ülkenizde çirkef işler temiz vicdanları vuruyor. Fakir kullarınız hayli zamandır cefada... Sabır sınırı geçildi, vefa kaybolup itti? Bağrı yanınca feryat edene şaşılmaz elbette. Veziriniz mirasyedidir, nankör ve arsızdır." "Bre ağzından çıkanı kulağın duyar mı senin?" "Duyar hünkârım, damadınız halkınızın derdini dert bilmez. Çevresini bir yığın hezele sarmıştır." "Bre küstah sefil!.."

"Ben küstah ve sefil olabilirim hünkârım, illa ki söz sahibi devletlûlarınız sizden habersiz köprülerin altından sular akıtırlar. Ahali perişan, açlık, sefalet, rüşvet diz boyu... Zengine ke-

377

miksiz et, fakire arpa suyu düşmede. İran'dan gelen haberlere bakınız. Karadeniz'de gazileri taşıyan gemiyi kendileri batırmışlar. Sadabat kasırlarında lale rengiyle örtülür oldu günahlar."

"Bre yeter başını almayayım senin!.. Dışarıdakiler ne ister onu söyle."

"Vezirinizi hünkârım,vezirinizi."

Sultan hiç bu cümleyi duymamış gibi salonun kapısıyla penceresi arasında gidip gelirken vezir telaşlanmış, yere yığılmış, sayıklıyor, hafakanlar geçiriyordu. Sultan kısa birkaç adımdan sonra döndü. Kararını vermişti. Herkesin şaşkın bakışları arasında tane tane mırıldandı:

"Gidin söyleyin eşkıyaya vezirimi azledeceğim. Ulufelerine birkaç altın da ilave ettireyim. Lakin bitirsinler bu arbedeyi. Şehrim yanıyor benim... Fitne ateşinden büyük bir ateş bu... Ciğerim yanıyor benim..."

"Bir de kethüdanız ve kaymakam paşalar hünkârım."

Bu sefer mecliste adı söylenenler birer birer titremeye başlıyor, adı söylenmeyenler rahat nefes alıyordu. İspirizade pervasız çıkmıştı.

"İstediklerini vermezseniz dağıtmayacaklardır hünkârım. Artık ben bile durduramam onları. Bunlar hükümetinizde ateşi tutan maşalarmış, eşkıya öyle bağırıyor."

"Peki efendi onları da azledeyim, yeter ki dursun şu uğultular."

"Azil değil hünkârım, kendilerini isterler!"

"Ne dedin sen?!.."

Bu cümleden sonra Sultan Ahmet de bulunduğu yere yığılıp kaldı. İsyancılar adını andıklarının kellelerini istiyordu, demek ki.

"Vezirim damadımdır, kızımın kocası, nasıl istersiniz kellesini onun ve ben nasıl veririm? Ferasetli, tedbirli, bilge, âsaf

378

vezirdir. Onun gibisi cihana yüzyılda bir gelir. Hele İstanbul Kaymakamı benim en eski hizmetkârım; nasıl feda ederim?!.."

"Hünkârım, bize eşkıya dersiniz ama eşkıya sarayınızdadır. Bir elde yağ, ötekinde bal. Amma halkınız aç. Bütün görevlerin başında vezirinizin ya damadı, ya yeğeni oturmakta. Taşra valileri sizden ziyade onu tanır, ondan korkarlar. Siz onları sürseniz ve zindana atsanız bile kediye ciğer emanet etmiş olacaksınız. O yüzden kıyam edenler yalnız baldırı çıplaklar değil, ülkenizi yönetecek insanlardır. Kullarınız Hacı Bektaş demine devranına 'Hu' demiş, kazan kaldırmıştır. Bir ucunda asker, diğer ucunda ulema ve hocalar vardır, bunda artık vezirlerin, kocaların hesabı yapılmaz."

İspirizade bunları söylerken dışarıdan müthiş bir uğultu duyuldu. Bu sanki bir mucize gibiydi. Sanki biri onun ne konuştuğunu biliyor da ona göre isyancıları yönlendiriyor, bağırtıp çığırtıyordu:

"Veziri istemezük, kethüdayı istemezük, kaymakamı iste-mezüüüük!..."

Sultan elini çenesinde sinirle ve üzgün gezdirirken mırıldandı:

"Kullarım ateşe yanıyorlar ha?"

"Veziri istemiyenler de bağrı yanık kullarınızdır hünkârım. Eğer feda etmeyecek olursanız kızınız yetim, cariyeleriniz gözü yaşlı halayık olur. Meydanları susturmanın artık imkânı kalmamıştır. Kul feda edin ki sönsün ateş."

Sultan bütün kederi ile mırıldanırken gözünden yaşlar akıyordu:

"Beni mağlup eden sizler değilsiniz, hayır, asla, sizler değilsiniz. Hükm-i kaderdir ki bana bunu reva gördü. Şimdi ikinizden de yeminle, Kuran'a el basarak söz istiyorum başka baş istenirse kellenizi meydanlarda yuvarlarım. Hanedanıma ve

379

aileme zarar eriştirilmeyecektir. Hele tahtıma göz dikenin gözünü çıkaracağım, biline!.."

"Beli hünkârım, böyle bilindi, böylece uyulacaktır." "O halde varın ve sözünüzü geçirin, yangın söndürülsün. Aksi takdirde dediğimin hilafına bir hareket görür, bir söz daha duyarsam, işte buyruğumdur, hepsinin başını yılan gibi ezmeden bırakmam. Siz taş üstünde taş koymazsanız, ben de omuz üstünde baş koymam!.."

380

59. Sual: - O da Kim?

"Kafir olup azanı/ eski düzen bozanı / haklamak için biz anı / kaynatmışız kazanı!., deyip yatağanı aldım, hû deyip daldım. Ya Hâdî asan eyle işimiz; elde kılıç başta silah dişimiz... Vardık kafese. Kafesçide dört anahtar... Ağa kuşlar, reis kuşlar, baba kuşlar... Derken haraç mezat bütün kafesleri açtım, kuşları uçurdum azat buzat. Dördüncü kule kafesi pek muhkemdi. Kapısını yedi yoldaş çorbacı ile anca aralayabildik. Eli kanlı cümle fetalar, sahib-i pençe dört kaşlı bahadırlar, bir kantar gülle, kırk okka zincir sürür pehlivanlar... Açtık kafesi, kuşlar aldı nefesi..."

Patrona Halil Ağa'nın önünde göğsüne iftihar yumrukları vurarak rapor veren bu yeniçeri Elli Altıncı Orta'dan, Muslu Beşe'nin samurkaş yoldaşı Binbereket idi ve cümleleri arasında geçen "kazan" Hacı Bektaş kazanını, "dört kafes" sırasıyla Ağakapısı, Rumelihisarı, Yedikule ve Babacafer Zindanlarını,

381

"kuş" zindandaki azılı haydutları, anlatıyordu. Patrona Halil Ağa üzerine savrulup gelen yangın kurumlarını eliyle dağıtırken biraz keyfinden, biraz da karşısındaki serdengeçtiyi onurlandırmak için öylesine konuştu:

"Bu kafeslerin kuşları dişlerini testere, ellerini hançer eden parçalayıcı şakilerdir bre yiğidim. Her biri zincirini koparıp Kaf Dağı'ndan dünyaya düşmüşlerdir. Bir dilbere el sürseler it ağzı değmişe döndürür, bir güzeli öpseler cüzzam artığına benzetirler. Bre bu vahşilerden korkmadın mı hiç?!."

"Hepsi kapına kuldur ağam, ışığı her gören güneşinin nerede olduğunu sorardı. Yakında eşiğine yüz sürüp eteğini öpmeye gelirler. İlla ki bir kafes daha kalmıştır; ben şimdi oraya giderim, eğer ağamın emri olursa!..."

"Var git yiğidim var git!.. Onlar orada, biz burada ha; var git artık deniz olmasın arada..."

Patrona Halil Ağa'nın arada deniz olmasın dediği kafesin Tersane Zindanı olduğunu, "onlar" dediği ayaktaşlarının da Kalender Baba, Pirsiz Osman, Çopur Çomar gibi evbaş ve kal-laş takımından eski arkadaşları olduklarını kendisini dinleyen herkes biliyordu. Kara Şahin, Topaç Yeye ve Hörükız bu cümleyi duyunca birbirlerinin yüzüne baktılar. Sanki üçü de aynı şeyi düşünüyorlardı. Denizin ötesindeki zindan, burada konuşan adamlardan daha önemliydi çünkü. Tersane Zinda-nı'nda Aslan Ağa ile Bindallı Mahmut onları bekliyordu. Şahin atıldı:

"Ağam, cenabınızdan hizmet diler, Binbereket Ağama ser-dengeçti yamak olmak isteriz. Tersane zincirlerinin sızısı bileklerimde tazedir. O kafesin her yerini, nerede kilit, nerede zincir, nerede parmaklık, nerede anahtar olduğunu bilirim. Dahi kimi söyleteceğimi, kimden size yarar kul olacağını da bilirim. Bizi zindana serdengeçti yazın, size işe yarar yiğit feta-lar getireyim?"

382

Halil Ağa yüzlerinde hiç de zindan yatmış halleri okunmayan üç delikanlıya bakıp güldü.

"Bre civelekler gidin sütünüzü için siz. Bunca azman tız-man, dazlak bozlak âdem bozması herif arasında ne işiniz var?!.. Alimallah sizi kavrulmuş çıtır fındık niyetine yerler, sonra pişman olursunuz?!"

"Ağam, benim adım Kara Şahin. Bu fetalara da Bozbulanık Doğan ile Kartal Recep derler, sizin saydığınız kargalardan korkumuz yoktur."

Hörükız birden Kartal Recep oluvermenin gereğine uysun diye hafifçe omuzlarını kabarttı, Topaç Yeye de terleyen bıyıklarını burar gibi yaptı. O sırada külhanbeyi ağzıyla atıp tutan Şahin'in aslında yüreği güm güm dışarı çıkacak gibiydi. Adını söylemekle iyi mi etmişti, bilmiyordu; ama başka bir ad uy-dursaydı belki Ağakapısı avlusunu dolduran bunca adam içinden kendini bir tanıyan çıkabilir, kimliğini saklamasından şüp-helenebilirdi. Topaç Yeye'nin giydiği doğan başı dövmeli keçe cepkeni ile Hörükız'ın partal giysileri de bir kartal için fazla göze batacak cinsten değildi. Ama yine de Halil Ağa, hepsinin gözlerinin içine dikkatle bakıyor, sanki zihninde bir görüntü taraması yapıyordu. Tam o sırada Binbereket Ağa'nın neşeli sesi Hızır gibi yetişti:

"Ağam, bu torlak civanları bana bağışlayınız, Tersane kafesinde şahbazlarım çok olsa iyidir. Hem bakalım görelim alıcı kuşlarımız ne kadar uçabilecekler?!.."

Halil Ağa birkaç saniye daha dikkatle bakıp "Gidin artık!" manasına elinin tersiyle Binbereket'in isteğini yerine getirdi.

iki

Hızla atlarını sürüp Galata Köprüsü'ne gelen on sekiz kişi, eğer buradaki kargaşaya bulaşmamış olsalardı Kasımpaşa'da-ki Kaptan-ı derya Köşkü önüne daha erken varabileceklerdi.

383

Zaman aleyhlerine işliyordu. Gecikmişlerdi. Şehir her yakadan kaynıyordu. Binbereket, akşam karanlığı çökmeden zindanı boşaltmaktan söz ediyordu. Öte yandan engellerin biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Galata sakinlerinden bazı gayrimüslim tebaa köprünün üzerine birikip İstanbul'dan gelenleri Gala-ta'ya geçirmemek üzere direniyorlar, içlerinden şehir eşkıyası olduğu her halinden belli olanları tartaklıyor ve geri göndermeye çalışıyorlardı. Bu arada Tophane'den bazı tulumbacı ve kayıkçı makûlesi adamların gelip köprüdeki zımmi tebaayı arkadan kuşatmalarıyla ortalık karışmış, denize dökülenler, kol bacak hesabından vareste sakatlananlar ortalığı kaplamıştı. Köprüden geçebilenler bu sefer Kaptanpaşa Konağı önünde durduruldular. Kaptanpaşa Galata muhafazasından sorumlu idi ve İstanbul'da isyan çıkınca genelde bu yakada hayat sükûnetle sürer, asayiş korunurdu. Ama bu sefer öyle olmamıştı. Tersane azapları ile leventler birbirine girmiş, sonunda leventler yolları tutup geçenden beş, geçmeyenden on akçe hesabıyla bir kanunsuzluk sürdürmeye başlamışlardı. O sırada ortalık birden kararıvermişti. Dünden beri yavaş yavaş sönmeye yüz tutan yangının dumanları ile şehrin üzerindeki bulutların birleşmesiydi bu. Güpegündüz ışığın geceye döndüğünü gören halk çok ürkmüştü. Bu bir uğursuzluk olmalıydı. Sinirler gerilmiş, ürküntülü bekleyişler ile şiddet gösterileri kol gezmeye başlamıştı.

Binbereket, bu gelişmelerden çok memnun olduğunu, konuşurken hemen belli ediyordu. Buraya gelesiye kadar, yol boyunca yatıştırıcı olmaktan ziyade yangına körükle gitmeyi yeğlemişti. Adamları da tıpkı onun gibi davranıyor, çıkarlarına uygun olduktan sonra din, vicdan, ahlak dinlemiyorlardı. Hö-rükız ile Kara Şahin biraz sonra zindana varınca bu adamlarla nasıl başa çıkacaklarını kestirmekte zorlanıyor, bakışlarıyla bunu birbirlerine anlatmaya çalışıyorlardı. Bir tek Topaç Ye-

384

ye aklınca planlar kuruyordu. Kara Şahin konuşuyor, sorulara kaçamak cevaplar veriyor, Binbereket ve adamlarına laf yetiştirmeye çalışıyordu. Yeye ve Hörükız dilsiz gibi davranmaktaydılar. Adamların kendilerinden şüphelendikleri belliydi. Her hareketlerinin kontrol altında tutulduğunun da farkındaydılar. Öte yandan, ne olursa olsun Aslan Ağa ve Bindallı Mahmut'a ulaşmaları gerekiyordu. İsyancılar, zindanları boşaltmadın işlerini kolaylaştıracağını biliyorlardı. İpten kazıktan kurtulan mahkûmlar onların gücüne güç katabilir, saflarını birleştirebilirlerdi. Kendi saflarına katılmasalar bile şehirde kargaşa ve şiddet rüzgârları estirmeleri yeterdi. Yoksa zindan artığı adamlardan disiplinli hareket etmeleri beklenemezdi. Ama öte yandan bunlara bazı küçük işler de yaptırtılabilir, hatta iş bitiminde kolayca harcanabilirlerdi de. İsyanlar, efendilerine kullan ve at kabilinden ne fırsatlar sunardı. Hem işler ters gider de isyan başarısız olursa hedef gösterilip feda edilecek kellelere de ihtiyaç vardı. O kelleler, işte bu zindan mahkûmlarının omuzları üstünde duruyordu.

Kara Şahin her geçen zamanda işlerinin daha da zor olacağını düşünüyordu. Tersane Zindanı Kasımpaşa sırtları ile Kulaksız arasında, Halic'in en muhkem taş yapılarından biriydi. Galata'nın azılı haydutlarından gemici ızbandutlara, savaş esirlerinden suçlulara, neredeyse yıllardır güneş yüzü görmemiş zalim ve ayaktakımı serserilerin hepsi içerideydi. Buraya bir kere düşenin ilanihaye hücresinde unutulduğunu İstanbul'da bilmeyen yoktu. Kaptanpaşa hazretlerinin şiddetli tedbirleri buradaki mahkûmlara nefes aldırmıyor, her gün onları yoruyor, terletiyor, eziyetten geçiriyor ve nihayet akşam olunca bitkin ve perişan uyuyup kalmalarını sağlıyordu. Yoksa her yıl buradan kaçmak üzere tünel açan adamlar olduğunu ve bunların zindan meydanında ipe çekildiklerini bilmeyen yoktu. Birden Nakşıgül ve Katre-i Matem'i düşündü. Şu anda içinde bulundu-

385

ğu ortam ile taban tabana zıt iki şey idi onlar. Nahif ve zarif iki güzellik... Oysa hemen önünde vahşice canavarlaşmış bir zindan vardı. O sırada Topaç Yeye kendisine yaklaşıp fısıltıyla planını anlattı. Hörükız'ı içeriye sokmaması gerekiyordu. Ne de olsa o bir kadındı. Eğer konuşmak zorunda kalırsa veya halihazırdaki dilsiz rolünü tam oynayamazsa hepsinin başları belada demekti. Plana göre Topaç Yeye, Kara Şahin'den Binbereket'e sunulmuş bir rehine olacak, içerde ve dışarıda onun hizmetinde bulunacaktı. Kara Şahin zindandan çıkartılmış yirmi kadar işe yarar adamı Binbereket'e teslim etmeden de yanından ayrılamayacak, böylece Binbereket Kara Şahin ve ekibine hâkim olabilecekti. Planın gizli olan kısmına göre de Yeye Binbere-ket'in yaptıklarını izleyip Aslan Ağa veya Bindallı'yı arayacak, buldukları vakit göz hapsinde bulunduracak ve Binbereket tarafından öldürülmemeleri için bir şeyler uyduracaktı. Zindan kapısına gelindiğinde Kara Şahin Binbereket'e seslendi:

"Ağam!.. Bu bizim Kartal Recep dilsizdir ama gözleri hakikat bir kartaldır. Onu erkete bırakalım. Kaptanpaşa dairesinden bir hareket olursa bize haber uçursun."

Binbereket daha önceki zindanları kendi adamlarıyla başarıyla boşaltmış olmanın gururuyla cevap verdi:

"Olur tek kanat Şahin, hatta istersen sen de burada kal. Yalnız ödleklik etmeyin, ahıra bağlayacağımız şu atlara sahip olun yeter."

"Olur mu Ağam, sizin himayenizdeyken insana korku mu gelir. Size neler yapabileceğimi gösterme fırsatı verin bana. Tam yirmi şahbaz yiğit getirmezsem kanatlarımı yolun."

"Yapma yaaa!.. Bak hele şahinin pençesi de pekmiş!.."

"Ağam, Beni küçük görmeyin, yapamayacağımı demem ve dediğimi de yaparım. Aha size şu Bozbulanık Doğanım!.. Onu rehin tutun, yirmi adam getirmeden vermeyin bana!.. Bu yollara alışık, zeberdest oğlandır..."

386

"Peki gelsin bakalım yamacıma... Şu dilsiz de aha şu ağacın tepesinde gizlensin ve atları kollasın. Sakın ha az sonra zincirinden boşanacak aslanlara bulaşmasın, yem olur."

Herkes atlarından inerken Kara Şahin ile Hörükız geride kaldılar. Güya Şahin, Dilsiz Recep'e az evvel konuşulanları tembih diyordu, ama ağzından çıkan son cümle, "Unutma, Bindallı benim, Esed Ağa senin!" oldu.

Hörükız, içeriden çıkmasını gözetleyeceği adamı neredeyse altı ay önce görmüştü. Muhtemelen saçları ve sakalları mecnunlar misali uzamış birbirine karışmıştı. Onun ne kadar esed, ne kadar aslana bezeyeceğini kestirmeye çalışarak ağaca tırmandı. O sırada Binbereket Ağa ile Kara Şahin ve diğerleri büyük ahşap kapıyı tekmeleyerek içeri girdiler. Muhafız direnmemiş, "Aha şu ilk avluda sermuhafızlar vardır. Hesabı onlarla görün. Razı ederseniz benim için yazı da birdir, tura da!" demişti. Binbereket'in küfürler ve anırmalar eşliğinde bağırış çağırışlarını işitip de sonraki ve daha sonraki kapılarda cesetler bırakarak ilerlediğini gören mahkûmlar sermuhafızın ona anahtarları güzellikle teslim etmediğini anladılar. Aslında mahkûmların hepsi birden, neye uğradıklarını şaşırmışlardı. İki gündür dışarıdaki hayatın akışında bir başkalık olduğunu seziyorlar ama bunu yalnızca bir yangın zannediyorlar, duman kokusunu aldıkça kıvılcımların bir an evvel kendi çatılarına da sıçraması için dua ediyorlardı. Oysa şimdi birer ikişer kapıları açılıyor "Uçun şahbazlar, koşun yiğitler! Küfür ile azanları, yola getirmek üzere Patrona Halil Ağanın bayrağı altına koşun!" nidalarıyla zindan yanmadan boşalıyordu. Kara Şahin "Ne garip tecelli!" diye geçirdi içinden, "azanı yola getirmeye azgınlar koşuyor", sonra da yaralı muhafızlardan birinin gırtlağına yapışıp hançerini yüzüne dayayarak hayatını bağışlama karşılığında Bindallı Mahmut Çavuş ile Aslan Ağa'nın hücrelerini sordu. Bindallının hücresi en sondakiydi. Ama As-

387

lan Ağa diye biri bu koridorda yoktu. Koşarak son hücrenin kapısındaki delikten seslendi:

"Geldim Bindallı Ağam!. Tomruk Emini'nin mahsus selamlarını getirdim. Şimdi hiç sesini çıkarmadan bekle."

Sonra da bir önceki hücre kilidinden başlayarak demir kapıları birer birer gıcırtıyla açıp haykırmaya başladı:

"Uçun şahbazlar, koşun yiğitler! Küfür ile azanları yola getirmek üzere Patrona Halil Ağa'nın bayrağı altına koşun!"

Son hücredeki mahkûmu da çıkardıktan sonra koridoru boşalttı. Bütün kapıları açık bırakıp Bindallı'nın hücresine yeniden döndü. Ayaklarından zincirle duvara bağlanmış vaziyette kıpırdanıp duruyor, ayağındaki kilidin anahtarını vermesi için kurtarıcısına ellerini uzatıyordu. Kara Şahin ona yine "Sus!" işareti yaparak elindeki torbadan anahtar arar gibi yapıp yanına vardı. Bir an bekledi. Göz göze geldikleri sırada anahtar torbasını zinciriyle birlikte suratına şiddetle yapıştırdı. Bindallı neye uğradığını şaşırıp yere yıkıldı. Kara Şahin küçük bir kaytan parçası ile derhal ellerini arkadan bağladı ve adamın kendi poturundan kestiği kirli bir çaputu ağzına tıkıp kuşağıyla da çenesini sıktı. Sonra işkence odasından bir kelepçe ve bir çark getirip kelepçeyi bileklerine geçirdi, çarkın halkasını kelepçenin zincirine takıp kolu çevirmeye başladı. Bindallı gerdirilip kıpırdayamaz hale gelinceye kadar çarkın kolunu çevirdi. Artık ne bağırabilecek, ne kıpırdayıp ses yapabilecek durumdaydı. Koridorun başından bakıldığında bütün mahkûmların boşaldığı anlaşılsın diye Bindallı'nın da kapısını sonuna kadar açıp diğer bölmeye geçmeden evvel eğilip kulağına fısıldadı:

"Bindallı Çavuş, artık elimdesin. Uslu durursan ne âlâ, yok çırpınırsan, işte şu çarkı kurdum, çırpındığın ölçüde seni germeye devam edecek. Artık sen bilirsin. Şimdi gidiyorum... Bir dostumla ilgilenmem gerekiyor da!"

388

t":    ¦

Neredeyse bir saat oluyordu. Zindan boşalmıştı ama Hörü-kız hâlâ ağacın dalları arasında kapıları gözlüyordu. En çok gördüğü sahne, içeriden çıkan mahkûmların kapı önünde bek-leşip kendi aralarında kanlı bıçaklı hesaplaşmalara girişmeleriydi. Yarım saat içinde gözlerinin önünde sekiz cinayet işlenmiş, naralar, çığlıklar ile bazılarının içeriden çıktığına pişman olduğunu görmüştü. Bu arada el değiştiren küçük kıymetli eşyalar, pırlantalar, zümrütler, saatler, murassa zarflar da vardı. Bunları zindanda nasıl saklayabildiklerine hayret etmişti. Tünediği ağacın karşısındaki ahır kilitli olmasaydı, at kişnemelerini duyan bazı mahkûmların elinden onları kurtarması asla mümkün olamazdı. Çünkü bir ata, kaçmak üzere olan mahkûmdan daha fazla kimsenin ihtiyacı olamazdı. Eli çakaralma-zının kabzasından hiç ayrılmıyordu. Gerçekten de bu dünya bazıları için çok zalim ve acımasızdı. Demek zindanda kalmak, bazıları için yaşamak demekti.

Zindan kapıları ardına kadar açıktı ve dışarı kaçanların neredeyse sonu gelmişti. Artık yürüyerek çıkanlar, hastalar, sakatlar geliyorlardı. Bunca adam arasından yalnızca bir kişiyi Aslan Ağa'ya benzetmiş dikkatle izlediğinde de o olmadığına hükmetmişti. Nihayet kapıda Kara Şahin göründü. Talimatlar verdiği bir sürü adamın her birini diğerinin zinciriyle bağlanmış görünce içi rahatladı. Yine de Şahin hiç kendisinden yana bakmadan, adamlarla konuşa konuşa geçip gidiyordu. Beklemeliydi, Belki de Topaç Yeye'yi alması gerekiyordu. Bekledi.

t i i

Kara Şahin zindan hücrelerini açarken adamlarla durmadan konuşmuş, İstanbul'un yabancısı olanları hiç yanında tutmamış, diğerlerinden de fazla zorlanmadan yirminin üzerinde

389

adamı peşine takmıştı. Bunun için şehirdeki ihtilalin sonunda kendilerine devlet hizmetinde üst rütbeler vaat etmesi ve Patrona Halil Ağa'nın yanına varasıya kadar az konuşmaları, kimliklerini fazla ortaya saçmamaları gerektiği söylemek yetmişti. Binbereket'in yanına vardıklarında onu ayağında topuzlu mahkûmlara emirler yağdırırken buldu. Patrona Halil Ağa'nın yoldaşlarından Kalender Baba, Pirsiz Osman, Çopur Çomar gibi dağ adamı azman herifler de yanındaydı, ama Topaç Yeye ortalıklarda görünmüyordu. Binbereket ile yanındakiler mahkûmlardan bazılarını tanımaya ve seçmeye çalışıyor, tanıdıklarının zincirlerini kırdırıyor, diğerlerine de deniz istikametinde ilerlemelerini söylüyordu.

"İşte Binbereket Ağam!.. Söz verdiğim gibi tam yirmi iki yeleli aslan!.. Her biri Patrona Halil Ağama hizmet etmekten gurur duyacak cenk eri yiğitler. Ayaklarına birer dimiden şalvar çekildi mi yeniçeriden fark edilmez güzel yüzlü çorbacılar."

Binbereket oralı olmadı. Yalnızca dudak büküp geçiştirmek istedi. "Aferin bre Kara Şahin!.. İkna gücün de pençen kadar kuvvetli imiş."

"Öyledir ağa, hele bu pençeler verdiğini alma konusunda daha da kuvvetlidir."

"Verdiğin?!.. Haa?!.." O sırada çevresine bakındı, adamlarına sorar gibi baktı. "Nerde bre o civelek torlak?"

390

Herkes birbirine bakıyordu. Kimsenin bu kargaşada yanlarındaki çocuğu düşünecek halleri yoktu anlaşılan. Binbereket duruma kurtarmak istedi:

"Bekle biraz, buralardadır, gelir!.."

Kara Şahin denileni yapmanın iyi olacağını düşündü. Adamların yalan söylemedikleri ortadaydı. Topaç Yeye olup biteni gözetleme görevini üstlenmişti. Eğer başına bir hal gel-mediyse şimdi burada olmalıydı. Etrafa bakınarak olup biteni kendisi izlemeye çalıştı.

Ayağı topuzlu mahkûmlar genellikle daha azılı haydutlar idiler. Binbereket ile adamları zindanda bulunup da kendi işlerine yaramayacak, kendilerinden baskın gelecek veya amaçlarına uygun davranmayacak olanları kazıklarından sökmüş, zincirlerinden boşandırmış, ama son kertede kelepçelerinden ve ayaklarındaki topuzlardan azat etmemişlerdi. Şimdi onları bir gemiye dolduruyor ve binerken ellerindeki kelepçelerini çözüp "Tekirdağ'a nakledilecek ve orada ayaklarınızdaki kelepçelerden kurtulup serbest bırakılacaksınız!" diyorlardı. İçlerinden homurdananlar, binmek istemeyenler veya karşı koyanlar olursa zorla bindirip bir de sopalıyorlar, taşkınlık yapanların kelepçelerini çözmüyorlardı. Bu yükleme işi uzun süreceğe benziyordu. Kara Şahin o sırada Binbereket'in topladığı mahkûmlar arasında aşina bir çift göz gördü. Kendisine bakan bir çift göz. Hatırlamaya çalıştı. Beyni zonklayasıya kadar çırpındı. Kimindi Allahım bu gözler? Saç ve sakalları birbirine karışmış, yüzü yara bere içindeydi. Bu gözler!... Bu gözleri tanıyordu. Ve kimin olduğunu çok çabuk hatırlaması gerekiyordu. Gemiye bindirilmeden onu kapmalıydı. Yoksa çok geç olurdu. Bir yerlerde görmüştü, ama nerede? Çardak Kahve-si'nde mi?. Yeniçeri kışlasında veya Binbirdirek'te?!... Hayır, hayır!.. Elleriyle başını saçını yoluyor, kıvranıyor, gözlerini kısıyor, dudağını ısırıyordu. Kimindi bu gözler?

391

Bir türlü hatırlayamadı. Mahkûmların gemiye bindirilmeleri yarım saat kadar sürmüş ve son mahkûm da gemiye çıkmıştı. Birer birer geminin sintine kapağından içeri itiliyorlardı. 0 da içeri girmeden evvel ayaklarındaki topuzu kucağına alm^k üzere eğildiğinde son kez Kara Şahin'e baktı. Evet!.. Bu bakış!... Aman Allahım, ta kendisi!.

"HaaayııırL O değil, o değil!... Onu almayın; o benim!.."

Herkes dönüp Kara Şahin'e baktı. Binbereket Ağa acımasızca kahkahayı bastı:

"Ne oldu paşazadem?!.. Bana verdiğin çocuk zindana girip çıkmakla pek çabuk yaşlanmış!.."

"Binbereket Ağam, bu benim akrabamdandır. Onu bana bağışlayın, yalvarırım. Bir ihtiyar anacığı var, hasretini çeker. Sevap işleyin, ha?!.."

"Tamam bre, eşkıyanın harmanı var, biri olmazsa öbürü!.. Gemiden de biri eksik oluversin!.. Amma ki karşılığında ne verirsin?"

"Canımdan gayrı üç altınım var ağam!.."

"Sattım gitti!.."

Mahkûmlar geminin sintinesine tıkılıp üzerlerine de kilit vurulduğu sırada Kara Şahin ile Seyrekbasan Osman sahilde kucaklaşıyorlardı. Bir yıl evvel kendisini denizden kurtarıp gemiye çıkaran adamı şimdi o bir gemiden kurtarıp karaya çıkarmış, bir yıl evvel otuz altın ve bir can borcu olan dostunun üç altın ile canını satın almıştı. Bu gemide kalsa öleceğinden şüphe yoktu. Çünkü mahkûmlar sintineye kapatılırken bunun bir taş gemisi olacağını anlamıştı. Bu uygulama İtalyan gemilerinden ve Rodos şövalyelerinden kalma bir usuldü. Gemi açık denize vardığında, muhtemelen Marmara'nın ortalarında, gecenin karanlığında kaptan ile birkaç adamı gemiyi delecek, bir barut varilini yarım saat sonra patlayacak şekilde ayarlayacak ve kimseye bildirmeden gemideki tek kayığa atlayıp İstanbul'a

392

döneceklerdi. Ayaklarında topuz bağlı mahkûmların denizin dibini boylamaları çok da uzun sürmeyecekti. Hele de böyle şehrin yandığı, yeniçerinin ihtilal yaptığı bir dönemde tersaneden eksilen bir geminin hesabını kim kime sorardı ki?!.. Yalnız Kara Şahin'in merak ettiği şey, gemiye bindirilen haydutların devlete karşı mı, yoksa ihtilalcilere karşı mı suç işledikleriydi. Tam Binbereket'e bunu sormak üzere göz göze geldikleri sırada karşısındaki adam daha atik davrandı:

"Senin civeleği en son Kazasker Efendi'nin ve vezirin mahkûm ettiği adamların bulunduğu iç koğuşta görmüştüm. Sonra görmedim. Belki içerlerde bir yerlerde kalmış olmalı. Var çabuk bak, bir haydut eline düşmüş olmasın, ne de olsa taze oğlandır!?.."

Kara Şahin hem onun lakaytlığına, hem de son cümlesindeki imaya öfkelendi. Lakin yapacak bir şey yoktu. Derhal zindana doğru gerisin geriye koşarken tehdit dolu bir ton ile bağırdı:

"Binbereket Ağam, seni bir sonraki görüşümde inşallah Bozbulanık Doğan da yanımda olur!?.."

"?!.."

III

Kara Şahin geri dönerken zindan ıssız bir harabeye dönmüştü. Binbereket'in adamlarından biri cesetlerin ve yaralıların arasından atları çekip götürmedeydi. Zindan kapısına geldiğinde Seyrekbasan Osman'ın ayağındaki güllenin zincirini kırdı, elindeki kelepçeleri açtı:

"Yoldaşım, Osman Ağam!.. Ya gel benimle, ya durma kaç buralardan!.. Sana yirmiyedi altın borcum var hâlâ!.."

Seyrekbasan Osman onu kucakladıktan sonra üzerindeki zindan gömleğini çıkardı, yerde ölü yatan muhafızlardan birinin mintanını geçirdi üstüne ve helallaşıp yürüdü. Avludan çıkarken sesi de boşlukta kaybolup gitti:

393

"Bana hiç borcun yoktur!.. Otuz altını da başkası vermişti zaten!.."

Kara Şahin onun ne demek istediğin anlamak üzere peşinden koşarken birden yolunu Hörükız kesti. Öfkeliydi:

"Topaç Yeye nerede?"

"Onu ben sana sorayım, gözcü olan sen değil miydin?"

"Ne Aslan Ağa'yı ne de Yeye'yi göremedim. Ama çok vahşi şeyler gördüm."

"Onların dediklerine göre içerde olabilirmiş?"

"Dikkatli olalım. İçerde başkaları da olabilir!.."

Zindanın dış kapısından ikinci defa girdiler. Yaralı birkaç muhafızı kapının dışına çıkarıp artık canlarını bağışladıklarını ve evlerine gidebilecek durumda olanların hemen evlerine gitmelerini tembih ettiler. Kendilerini hâlâ isyancı gibi göstermek zorundaydılar. Sonra içerde birkaç defa "Ahmet Ağaaa!.. Hüsam Ağaaa!... Odabaşııı!.. Çorbacı Ağaam!.. Kimse var mm? Hasta veya sakat olaaaan!?" diye rastgele bağırdılar. Duvarlarda asılı duran meşalelerden bazıları sönmüş, bazıları da sönmek üzereydi. Ellerine birer meşale alıp etrafı arayıp taramaya başladılar. Etrafta yalnızca yankılanan kendi sesleri vardı. Şahin, bir koridorun kapısını kilitlerken Hörükız'a "Bindallı içerde!" diye fısıldadı. Bir müddet sonra içeride yalnızca kendilerinin olduğuna kanaat getirdiler. Şahin bu sefer daha yüksek sesle bağırdı:

"Yanık YusuuufL YusuuuufL"

Hörükız "O da kim?" der gibi yüzüne bakınca

"Adını bilmiyordun değil mi?"

"Bilmiyordum."

"İkinci koridoru da döndükleri vakit "Yusuf!" sesine şakacı bir karşılık buldular:

"Kim arıyoooor!.."

Kucaklaşırken Topaç Yeye

394

"Beni hayallerimden niye uyandırdınız sanki!?" diye şaka yaptı. Hörü kız atıldı:

"Zindanda hayal kurmak?"

"Evet ya, annemi hayal etmiştim. Bana Yusuf'u zindana attıran Zeliha'yı anlatmış ve demişti ki 'Oğlum!. Yas evinde yüzlerce ağlayıcı olsa yine de en tesirlisi dert sahibinin ahi olur. Yüz dertli bir halka olup otursa, halkanın merkezi yaslı olandır.'

"Şimdi hikâyenin de yas tutmanın da zamanı değil Yeye, nerelerdeydin, merak ettik."

Yeye güldü ve çıkıştı:

"Planımın geri kalanını nasıl buldunuz ama!?"

"Ne planı?"

"Buraya gelirken herkes için görev taksimi yapmış ama sonunda nerede nasıl buluşacağımızı konuşamamıştık...

"EeeeL."

"İşte buluştuk!.. Ama siz tahminimden de geç geldiniz."

Doğrusu güzel plandı. Herkes gittikten, el etek çekildikten sonra onları birleştirmek üzere isabetle işlemiş bir plandı. Kara Şahin dişlerini sıkmış başını sallar ve "Seni ısırıp etini koparmalı!" der gibi bakarken itiraf etmişti:

"Sendeki bu zekâyı hep kıskandım zaten!.."

"Haydi bırakın birbirinizi yağlamayı da çıkalım buradan.

"Durun, durun... Bir misafirimiz olacak."

Topaç Yeye bunu söylerken elindeki meşaleyi köşede, yerde yatan bir adamın üzerine tuttu. Elleri arkadan bağlanmış yüzükoyun yatıyordu. Onu ayağa kaldırmak için yanına yaklaşırken esefle anlatıyordu:

"Bu şerefsiz köpek, Veyis Ağa'nın konağında bana uygunsuz teklifte bulunan alçaktır. Onun yüzünden çok dayak yiyip annemden ayrılmış, bimarhaneye düşmüştüm. Allah'a çok şükür anamın intikamı yerde kalmayacak!"

395

Adam ayağa kalktığında Kara Şahin ile Hörükız birlikte bağırdılar:

"Aslan Ağa!.." "Esed Ağa!.."

-derkenar-

yusuf'u zindana attıran zeliha

Anlatırlar ki; Zeliha, Yusuf'u zindana attırdığı vakit onun ayrılığıyla ardından yanıp yakılmaya başlamış. Hem kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı ziyarete gider, sureta "Hükümlüm kaçmış olmasın!" diye kontrol eder, ama içten hasret gide-rirmiş. Eğer Yusuf'u uyurken bulursa hücresinin önünde bekler, seyreder, uyanık bulursa azarlar, böylece yüzüne bakarmış. Nihayet bir keresinde sesini de çok özlediğini fark etmiş ve bir köle çağırıp, "Hemen şimdi, Yusuf'u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki ta uzaktan ah ettiğini duyayım." demiş. Köle emre itaate niyetlendiyse de Yusuf'un güzel yüzünü görünce kıyamamış. Hücrede bir post var imiş, onu yere sermiş ve başlamış vurmaya. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryad etmekte, çığlık at-maktaymış. Zeliha ise bağırmaya devamda:

"Daha hızlı vur, adamakıllı vur!"

Nihayet köle Yusuf'a yalvarmış:

"A güneş yüzlü, Zeliha gelir de sırtında kamçı izi göre-mezse şüphesiz beni öldürür. Omzunu aç, dişini sık, bir ke-recik olsun kamçıya dayan!"

Yusuf elbisesini sıyırmış. Köle öyle bir vuruşla vurmuş ki Yusuf yere kapaklanmış. Zeliha, bu sefer Yusuf'un ah edişini duyar duymaz bağırmış:

"Yeteeer!.."

396

bu. suaı: Gönül Dili Ne Anlatır?

"Bu yağmur şehrin üstünü bastıran yangın kokusuna iyi gelecek!" diyordu içinden. Kaplumbağaların havuzunu örten çinkolarını ve Can Kuyusu'nun kapağını açmış, mezarın rahmet deliğindeki otları temizlemişti. Her sonbaharda, mevsimin ilk yağmurlarından herkes nasibini almalı diye böyle yapardı. Ama bu seneki sonbahar yağmurları için aynı şeyi düşünmek istememişti. Bilemiyordu, bu yağmurlar yeryüzüne ölüm mü getiriyordu, ölüm kokusunu almaya mı geliyordu. Arzularının en keskin ve hızlısının bile kader surlarını delip geçemeyeceğini biliyordu. Alıp verdiği her nefesin kendisinde icra etmekte olduğu bir kaderi olduğunu, bu kaderi yaşamadan ömrü tüketmenin yaşamak olmadığını düşünüyordu. İnsanın ümitli olduğu her şeye köle, ümit kestiği her şeyden de hür olduğunun farkındaydı. Son günlerde çok kaderci bir ruh hali içine girmişti. Bütün ömrü boyunca Allah'tan istediği şey-

397

lerden ziyade Allah'ın kendisinden istediği şeyleri önemsemişti. Ama şimdi Allah'tan bir şeyleri şiddetle istemek geçiyordu içinden.

Birden üzerindeki girift ve derin hüznün asıl nedenini hatırladı. Topaç Yeye henüz dönmemişti. Hörükız ile Kara Sahih için o kadar endişelenmiyordu, ama Yeye henüz tecrübesiz sayılırdı. İlk defa bir isyana şahit oluyordu. Ya bir yerlerde yol şaşırmış, bir kuytuda dizleri tutulup kalmışsa. Konak sahibi efendiler, zenginler onun yaşındaki delikanlılar ile genç kızları, eşkıyanın eline düşüp heder olmasın, yoldan sapmasın diye gizli kuyularda saklıyorlardı.

"Bu kadar kendini üzme Hafız Çelebi!.. Çıtkırıldım hanım evladı değil a bu!.. Elbette bakar başının çaresine!.."

Dostu kendisinin Yeye'yi düşündüğünü nereden biliyordu?!.. Gerçi her söylenen söz, her gösterilen tavır, içinden çıktığı bir kalbin elbisesini giyinmiş olurdu, ama bu derece göze çarpan bir kıyafet de sanki gösteriş olmaz mıydı? "Demek Ye-ye'ye dair hislerim bu kadar belli oluyor!" diye geçirdi içinden, Bican Efendi'ye başını teşekkür eder gibi sallarken. Sonra da gönlünü bir sevinç kapladı. İnsan ancak çok severse duygusu dışarıdan belli olurdu. Yeye'yi çok sevmekten dolayı sevindi, kendisiyle gurur duydu. Uzun yıllar olmuştu birini bu derece sahiplenmeyen.

Eski dostuna baktı sonra. Tanışalı ne kadar olmuşlardı; aralarında hep bir saygı ve ahbaplık sürüp gelmişti. Lakin bu, birinin kendisine ihtiyaç duyduğu türden bir algı değildi. Yeye kendisine babasıymış gibi davranıyordu. Zaten üzüntüsü de bir baba olarak onu isyanın ortasına bırakmaktan ötürüydü. Muhtemelen şu anda Şehnaz da onu merak ediyordu. Bu Şehnaz iyi bir kıza benziyordu. Lisanından tek kelime çıkmıyordu ama gönül diliyle çevresindekileri kendisine imrendirmeyi her zaman başarıyordu.

398

vjuAlcıllll yuııcLia. Miıucyıp Lanı ift.ı acıaı u^ıcv_c uıuıuu. leye geldiğinde perişan, bitkin ve ürkmüş haldeydi. Hafız Çele-bi'nin düşündüğü gibi isyanın ortasında kalmak değildi bunun sebebi, hayır, Yeye'nin kalbine ateş bırakan kıvılcım Haseki Bimarhanesi'nin yanından geçerken düşmüştü.

Eskiden beri İstanbul yangınlarından en az zararla kurtulan binalar taş yapılar olurdu. Lakin bu sefer alevler şiddetli rüzgârın önünde çevreye çılgınca saldırmaya başlamış, şehrin ahşap çatılarına kıvılcımlar sıçratmış, Haseki Bimarhanesi'nin çevresindeki evleri de sarmıştı. Yeye'nin yolu buraya uğradığında Bimarhane çevresindeki halk, sanki eli kolu bağlanmış bir çaresizlik içinde yanmakta olan evleri seyrediyor, yangının Bimarhane'ye sıçramaması için duaya el açıyordu. Azgın alevlerin arasından Bimarhane'ye geçilebilecek küçük bir koridor oluşturmak için çırpınmalar boşa gitti. Alev tam bir müdafaa hattı gibi önlerini kesmişti. Şimdi çevrede yüzlerce insan yalnızca dua ediyor, ağlıyordu. İçeride zincirlere vurulmuş deliler vardı ve ne içeridekiler dışarı çıkabiliyor, ne dışa-rıdakilerden içeriye yardıma gidilebiliyordu. Bir ara alevlerin arasından yarı çıplak hastalar sıçrayıp kurtulmaya başladılar. Saçları başları yananlar, elbiseleri tutuşanlar, yanmaya devam eden elbiselerini söndürmeyi bile akıl edemeyerek çevrelerine şaşkın şaşkın bakman mecnunlardı bunlar. Durmaksızın kahkaha atanlar, gırtlaklarını parçalarcasına bağıranlar, çevresindekilere saldıranlar... Yürek parçalayan bir sahneydi. Alevlerin içinden çıkanları ellerindeki kovalarla ıslatmaya çalışanlar olduysa da deliler şaşkın vaziyette ıslanmamak üzere de kaçışmaya başladılar. Bir anda ortalık karıştı. Herkes delileri yakalayıp üzerlerindeki alevleri söndürmenin peşindeydi. Yeye, o sırada "Eğer içeriden dışarıya çıkılabiliyorsa, dışarıdan da içeriye girilebilir!" diye düşünüp ileri atılmaya hazırlanıyordu ki tanıdığı bazı hekimler ve hasta bakıcılar çığlık çığ-

399

lığa alev hattını geçtiler. Söylediklerini göre artiK çok geçti. Alevler sahanlığı ve bahçeyi tutuşturmuş, kubbenin kurşunları erimeye başlamıştı. Kilitli hasta hücrelerini açmışlar ama zincirbend hastaların kilitlerini açmaya zamanları yetmemişti. Dediklerine göre hastaların bazıları alevlerden ürküp çevreye saldırıyor, ağlıyor, bağırıyor, birbirlerini parçalıyorlarmış. Ye-ye o anda mutlaka içeri girmesi gerektiğini düşündü. İleri atıldı. Lakin alevleri aşması mümkün olmadı; kaşları ve kirpikleri tütsülenmiş olarak geri döndü. İkinci hamlesinde halk onu tuttu ve bir daha bırakmadı.

Hafız Çelebi onun is olmuş bedenini, yanmış kaşlarını ve kirpiklerini görünce derhal ıslak bir tülbent getirip yüzünden başlayarak ellerini, kollarını silmeye başladığında Yeye'nin kulaklarında hâlâ tanıdık seslerin çığlıkları yankılanmaktaydı. Tam iki saat boyunca, çaresizlik içinde yanan ve yanarken gittikçe tonlamaları değişen çığlıkları dinlemek ruhunda derin bir yara oluşturmuştu. Onların içeride yanarken zincirlerinden kurtulmak için çırpındıklarını veya hiç kımıldamadan alevlere teslim olduklarını, hatta ne olup bittiğinin farkına bile varmadan alevlerle oynadıklarını düşünüp durmaktan bitap düşmüştü. Kim bilir belki de içlerinden bazıları alevlerle konuşmuş, sarmaşmış, kucaklaşmış, bir sevgili gibi bağrına basmıştı. Yıllardır gönüllerinde yanıp duran ateşin şiddetiyle belki de bedenlerini yakan ateşi hiç hissetmemişlerdi. Hatta belki de ateş, bu uzun birlikteliğin hatırasına onları hiç yakmamıştı. Belki de onların yerine zincirlerini yakmıştı. İçerde olup bitenleri görmeden bunu kim bilebilirdi ki? Ateş, elbette bu sırrı gizleyecekti. Belki de ateş orada Mecnun'un yanında oturan Leyla'y1 görmüştü, ama dışarıda olanların bundan haberi yoktu.

Yeye bütün ruh ve beden yorgunluğuyla kendini Hafız Çe-lebi'nin kollan arasına bırakıverdi:

"Ağlamak istiyorum..."

400

-uernenar-

mecnun'un yanında oturan leyla

Günlerden birinde Mecnun'u bir duvarın üstüne oturmuş ayakların, sallandırmış otururken gördüler. Kerpiçten duvarın üstünde gayet neşeli ve bahtiyardı. Kendince konuşuyor, işaretleşiyor, kâh gülüyor, kâh ağlıyordu. Gelen geçen bu hale bakıp alay etmedeydiler. Nihayet bir gönül eri oradan geçti. Bakınca Mecnun'un yanında Leyla'nın da oturmakta olduğunu gördü. Başkasına gizli olan ona açılmıştı Şükretti:                                                                      '

"Bir ömürdür koşup durdum...  Çok da yoruldum Ama sonunda bu ikisinin mutlulukla bir araya geldiklerini gördüm!.. Çok şükür Tanrı'ya!.."

401

61. Sual: Bu Tuzak Kimin içindir?

I

Tomruk Emini, Sadrazam İbrahim Paşa'nın cesedini gördüğü an işlerin daha da kötüye gideceğini anlamıştı. Sultan Ahmet Camii"nin minarelerinden birinde Yeniçeri Ağası ve Patrona Halil bayrak sallamakta, meydana toplanan halkın uğultusuna yeni kalabalıkların eklenmesi için elden geleni yapmaktaydılar. Bayezit Meydanı'nda açılan hamam peşte-malları artık yerlerini yeniçeri ve sipahi sancaklarıyla değiştirmişti. İstanbul halkının neredeyse dörtte biri şimdi bu meyda-

402

na yığılmış gibiydi. Damat İbrahim Paşa'nın çıplak sayılabilecek cesedi birkaç azılı yeniçeri haydutu tarafından yerde "Sünnetsizmüiiş!... Bakın, işte gizli din taşırmııış!" gibi çığlıklar arasında sürükleniyor, parçalanıyor, etleri kopuyor ve tanınmaz oluyordu. Vahşi bir manzara idi. Seyredenlerden bazıları homurdanırken, bir kısmı da gizli gizli rahmet okuyordu.

Kara Şahin ve Hörükız Tomruk Emini'nin ne yapacağını kestiremiyor, karar verme konusunda tereddüt yaşıyorlardı. Kara Şahin onun bir yandan devlet yanlısı görünürken diğer yandan yeniçerilerle irtibatlı karanlık işlerini takip ettiğini biliyordu. Bu yüzden bir sonraki durağının Binbirdirek veya Şehzadebaşı'ndaki yeniçeri kışlası olacağından adı gibi emindi. Kazasker İshak Efendi şehirde asayiş ve emniyeti sağlama adına Tomruk Emini, Yeniçeri Ağası, Bostancı Ağa gibi kolluk güçlerini yöneten adamlara emirler yağdırmış, şehrin dört bir yanında ileri karakollar oluşturmuş, bu da halka ilan edilmişti. Sultan Ahmet hâlâ Üsküdar'da ordu ile birlikteydi. İbrahim Paşa ile beraber yeniçeriye teslim edilip Sultan Ahmet Meyda-nı'ndaki çınarda cesetleri sallandırılan insanların yakınları gizlenmiş veya kaçmış, ona muhalif olanlar da meydanları doldurmuştu.

Kara Şahin, Tomruk Emini'nin her hareketini yakından izliyordu. Divanyolu'na yöneldiğini görünce birden Hörükız'ın kulağına eğildi "Evet! Vakit geldi. Başlayalım!" dedi ve Baye-zit'e doğru Tavukpazarı ve Çemberlitaş istikametinden hızla koşmaya başladılar. Hörükız, Sultan Bayezit Han'ın yaptırdığı külliyenin bahçesine girip elindeki bohçada getirdiği ferace, şalvar, yaşmaklı kıyafeti üzerine geçirdi. Şahin Laleli semtindeki konağa doğru koşmaya devam ediyordu. Topaç Yeye ile Bican Efendi orada kendisini bekleyeceklerdi.

Bu onların son fırsatıydı. Eğer Tomruk Emini, Bindallı Mahmut ile Aslan Ağa'nın söylediklerini doğrulamazsa hakikati

403

bulmuş olamayacaklardı. Hörükız Tormuk Emini'nin yoluna çıktığında, yanında iki nefer tomruk mensubu ile arkalarında birkaç çapulcu serseri yürümekteydiler.

"Ağam! Cariyenize bir yol kulak verseniz, sonra nimete er-seniz!..

"?!.."

Hörükız'ın bütün dişilik cazibesiyle söylediği bu küçük cümle Tomruk Emini'nin benliğini sarsmaya yetmişti. Durakladı. Sesini yumuşattı ve sevecen bir tavır takındı, sordu:

"Ne istersen Hanımım?"

Hörükız cilvelenip kulağına fısıldar gibi eğildi:

"Mahremdir."

Aslında ona kokusunu ve sıcak nefesini duyurmaktı niyeti. Böylece sözleri daha inandırıcı olacaktı. Tomruk Emini yanındaki adamlara eliyle ilerlemelerini işaret etti. O sırada Hörükız, Tomruk Emini'nin elini yakaladı, avucunu açtı ve diğer elindeki armûdî elması sıkıştırırken fısıldadı:

"Ağam! Bir hazinedir, illa ki yalnız kaldıramam."

"Bre Devlet-i Aliye'de kim kimin hazinesini kaldıra!"

"Ağam! Bir vakitler Bayezit Hamam halvetinde meşşata idim ben. Bazı şeylerin yolunu yordamını bilirim. Eflak'tan kaçırılıp getirileli on yıl oluyor, yoksulluktan kurtulamadım. İlla fırsat elime yeni girmiştir. Sizinle iş yapmak isterim, çünkü adınızı ve bu hususta maharetinizi bilirim. İlla ki siz istemezseniz Kapalı Çarşı'da sarraf çoktur."

Tomruk Emini şifreleri doğru okumuştu. Bu kız zengin hanımların mücevherlerinden birine sahipti. Avucuna tutuşturduğu elmasa bakılırsa oldukça da değerli bir koleksiyondu. Bedesten'deki sarraflara taklitlerini ve sahtelerini yaptırtarak değiştirdikleri hazinelerden birsiydi bu. Bir an tereddüt eder gibi oldu. Hörükız derhal gönülsüz davranma yolunu seçti, sabırsızlandı, çevresine bakındı:

404

"Ağam! Ne buyurursunuz?" "Kimindir ve nerededir?"

"Laleli Zerefşan Konağı'nda. Ama, yalnız siz ve ben." Tomruk Emini Hörükız'ın elini tuttu. Elması avucuna iade ederken duru gözlerinin içine tehditvari baktı. Şüphelendiğini belli etmek istiyordu. Hörükız'ın işveli gülümseyişini görünce bir değil iki mücevhere birden sahip olduğu hissine kapıldı, ihtilal günlerinde böyle fırsatları değerlendirmek gerektiğini düşündü. Nihayet hazineyi bulunca boğazını sıkıvermek kolay olurdu. Eflaklı bir cariyeyi kim arardı? Hele de ihtilal günlerinde!.. Patrona Halil Ağa bu işe çok sevinecekti. Ne de olsa şu sıralarda ziyadesiyle hazine ve altına ihtiyacı olduğu açıktı. İhtilalden sonra alacağı yüksek vazife için şimdiden onu memnun etmesi gerektiğini biliyordu. Hörükız'ın elini sıktırıp "Gidelim Hanımım!" deyiverdi. O sırada Hörükız avucuna koyduğu elması almamakta direndi: "Sizde kalsın, gideceğimiz yerde başka parçalar var, onlardan alırım."

Tomruk Emini kızı inandırmak için adamlarını bir işaretle başından savmıştı. Hörükız artık kendini daha rahat hissediyordu. Çünkü isyancıların kol gezdiği yerlerde kadın kılığıyla dolaşmak yeterince bela idi. Öbür yandan Kara Şahin tam bir yıldır bu günü bekliyordu. Suratına vurduğu haksız yumrukların yıl dönümüydü bu gün. Fırsat ele girmek üzereydi.

Zerefşan Konağı'nın kapısından giresiye kadar Hörükız ona konakta yaşlı bir karı koca olduğunu, bazı günler yürümekten bile aciz kaldıklarını, genç oğullarının ihtilal başladığı gün şehri terk ettiğini, giderken de hem anne babasını, hem de kıymetli eşyaları kendisiyle kâhya Hüsmen Ağa'ya bıraktıklarını, Hüsmen Ağa'nın daha efendisi gider gitmez kendisine sarkıntılık yaptığını ve mallara tek başına konmak istediğini, bu yüzden dünkü akşam da güya yatağına girer gibi yapıp onu bir hançerle öldürdüğünü vs. anlatıp durdu. Bu tür konuşmalarla

405

onu hem kendisine alıştırmak ve ısındırmak, hem kimsesizliğine ve yalnızlığına inandırmak, hem de himayesine muhtaç olduğunu göstermek ve şüphelenmesini önlemek istiyordu. Konak kapısının dışında en az on adamın onu bekleyeceğinin ve içeriden çıkmadığı takdirde konağı basacaklarının da pekâla farkındaydı. Bu yüzden planı çok titiz yapmışlar ve öylece uygulamaya koymuşlardı. Hafız Çelebi'nin kadim dostu Dukakin-zade Cemaleddin Molla'nın Zerefşan Konağı ile Şehzadebaşı bakırcılarına açılan caddede onunla sırt sırta vermiş olan Kalfakadm Konağı'nın anahtarlarını üç günlüğüne teslim alıp planı uygulamaya koymuşlardı. Birinden girip diğerinden çıkacaklar, böylece Tomruk Emini'nin adamları ön caddede konak kapısını beklerken bunlar arka caddeden köprüye varmış olacaklardı. Bu konaklardan birinin sahibi henüz Boğaziçi'nde, Kuzguncuk ila Beylerbeyi arasındaki fevkanî sayfiyesinden şehre dönmemiş, diğeri de iki ay evvel limandaki gemisiyle Karadeniz sahillerine sefere çıkmış, giderken hanımını da beraberinde götürmüştü. Kara Şahin ile Hörükız, Hafız Çele-bi'den, anahtarlarla birlikte konakları beklemekte olan kâhyaları Kâğıthane'ye çağıran iki de pusula almışlardı. Hafız Çelebi iki gün boyunca kâhyaları Kâğıthane'de tutacak, o arada Bi-can Efendi, Hörükız ve Şahin de Tomruk Emini'ni ele geçireceklerdi. Hörükız konak bahçesine girer girmez Tomruk Emini'nin koluna sarılıp yalvarmıştı.

"Ağam! Ben kimsesiz bir cariyeyim. Eflak'tan koparılıp getirildiğimde henüz dokuz yaşımdaydım. Kimim kimsem de yok. On yıldır huyunu tüyünü sevemediğim evlerde, konaklarda, yalılarda dolaşıp durdum. Artık kendime ait bir hayatım olsun istiyorum. Mücevherlerle birlikte beni de al. Yok istemezsen beni helal süt emmiş birine ver ve bu hayattan kurtar".

"Sencileyin tazeyi esir etmek değil, serbest bırakmak ahmaklıktır. Hele önce mücevherleri görelim."

406

"Göreceksin Ağam! Az kaldı göreceksin."

Gerçekten de Hörükız'ın dediği gibi oldu. Daha iki dakika geçmeden kapı aralanıp da çok zevkli döşenmiş bir salona girdikleri sırada Tomruk Emini başına inen sopanın şiddetiyle halının üzerine yuvarlandı. Neye uğradığını şaşırmıştı. Bican Efendi'nin iri vücudu üzerine çöktüğü sırada Kara Şahin'in getirip burnuna dayadığı ecza da onu serseme döndürdü. Gerisi arkadan ellerini ayaklarına bağlayıp irice bir çuvalın içine tı-kıştırılmasından ibaretti. Zerefşan Konak'tan Kalfakadın Ko-nağı'na kadar Bican Efendi'nin sırtında çırpınmaya çalıştıysa da konağın arka caddeye açılan kapısından çıktıkları sırada tamamen bayılmıştı. O sırada Kara Şahin ile Hörükız onu ön sokakta bekleyenlerin ne kadar bekleyeceklerini düşünüp gülüyorlardı.

Kara Şahin ile aralarındaki buzları eritmiş olan bu işbirliğinin sevinciyle Bican Efendi, boz bir beygirin çektiği saman arabasını tersane zindanına doğru alıp götürürken, Hörükız giysilerini değiştiriyor, Şahin de binecekleri atları hazırlıyordu. Şehir, isyancıların uğultuları ile çalkalanıyordu. Tahtakale istikametindeki ticarethaneler kepenklerini indirmiş, alım satım durmuştu. Halk sokak başlarında, meydan ve aralıklarda öbek öbek toplanmış çaresizliklerine çözüm yolları arıyor, bazen sultandan, bazen Patrona Halil ve adamlarından şikâyetle öfkelerini kabartıyorlardı. Bilhassa fırınların önünde kalabalıklar vardı. Gıda dükkânlarıyla depoların kapıları yumruklanıyor, kasapların sayalarda meleşen hayvanları yağmacıların iştahını kabartıyordu. Henüz bu semtlerde dükkân kepenkleri kırılmaya başlanmamıştı. Bu konuda şiddetli emirler almış olan ve bunu uygulamakta kararlı davranan tersane leventlerinden seçilmiş Galata muhafızları, bir saman arabasının önüne düşüp giden iki yeniçeri kolluk neferine fazla dikkat etmemiş, mürur tezkiresinin mührüyle fazla da ilgilenmemişti.

407

I m m

Topaç Yeye tersane zindanının karanlık koridorlarında ilk ayak seslerini duyduğunda hücredeki çırayı derhal söndürüp koridora açılan kapıyı gözetlemeye başladı. Duyması gereken , baykuş sesi henüz kulağına gelmemişti. Baykuş sesini duyunca yarasa sesiyle karşılık verecekti. Aslan Ağa'nın ve Bindallı Mahmut Çavuş'un ses çıkarmamaları için ağızlarını yeniden bağlamakla kalmadı, ses çıkarmamalarını tembih için mengeneyi bir diş daha gerdirdi. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Eline hançerini aldı. Gelenler sığınmak üzere evlerine dönmüş mahkûmlardan bazıları olabilirdi. Bindallı veya Aslan Ağa'yı aramaya gelen birileri de olabilirdi. Dikkatle beklemeliydi. Mamafih yerde bir sürüklenme sesi de duymaya başladı. Sol elinin parmaklarını sağ avucuna yerleştirdi, başparmaklarını yan yana gelecek şekilde üstüne kapattı, sonra dudaklarına götürdü.

Koridorda birden bir duraksama oldu. Duydukları kumru sesi koridorlarda uzayıp giderken içlerine bir ürperti vermişti. Bican Efendi kumruların yılanlardan korktuklarını biliyordu. Bir yılan tıslaması ile karşılık verdi. Ve duymayı umduğu kanat seslerini beklemeye başladı. Hayır, bir kanat sesi yoktu. Demek duyduğu ses gerçek bir kumrunun sesi değildi. 0 halde beklemek iyi olurdu. Öte yanda Yeye de baykuş sesi duymak üzere beklemeye başladı. Zindanın ne demek olduğunu işte o zaman anladılar. Kafalarındaki zindan düşüncesi hep çığlıklar ve feryatlarla doluydu. Oysa bir mahkûmun dört duvar arasındaki sessizliği dayanılmaz bir acı olsa gerekti. Bir cana muhtaç, bir harekete muhtaç, bekleyişle geçen ve arkası gelmeyen geceler... Hele de mahkûm, masum ise... Sessizliğin birer çığlık kesilip karanlıklar boyu devam ettiği geceler... Gün ışığı gelmeyen uzun saatler... Dışarıdakiler işe başlarken, dükkânlarını kapatırken, lambalarını yakar veya söndürürken,

408

bahçelerde gezinir veya çiçek koklarken, zindanın rutubetli, sağır duvarları içinde sürüp iden izbe düşüncelerin sessizliklere karışan hayalleri. Bir zindanı zindan yapan şey herhalde bu idi.

Bican Efendi üstüne sıkı sıkıya bastırdığı çuvalın hareketlenmeye başladığını hissetti. Çuvalın ağzını açtı. Hançerini boğazına dayayıp sakin durması gerektiğini işaret etti. Tomruk Emini baygın ışığın altında nerede olduğunu, neye uğradığını, başındaki adamların kim olduklarını merak ederek şaşkınlık dolu bakışlarla çevresini tanımaya çalışırken var gücüyle çırpınıyor, ağzındaki yağlıktan kurtulmaya çalışıyor, inliyordu. Birden Hörükız'ın aklına zindan duvarlarında yansıyacak bir çığlığın nasıl bir sonuç vereceği fikri geldi, Tomruk Emini'nin ağzındaki bağı aniden çözüverdi. Çığlık Yeye'nin hücresine bir nara gibi yansımıştı. Tanıdığı bir ses değildi. Tedbirli olmalıydı. Yine de bu haykırış zindandaki birisi için ise onun kendisi olduğunu biliyordu. Belki de bir yaralı mahkûm geri gelmişti. Yardıma ihtiyacı olabilirdi. Eğer öyle ise onu kendi bulunduğu koridordan uzak tutması yeterliydi. Yavaşça koridorun başına kadar yürüdü:

"Kim var orada?"

Eğer bu sorusuna cevap gelirse kendisini gösterip olacakları farklı bir koridora yönlendirmekti niyeti. Neyse ki sesi tanıdık bir sese karıştı ve bir çıra yandı: "Bizi korkudan öldürecektin!.."

iftl

Arabayı gizledikten ve atların önüne de samanları döktükten sonra Bican Efendi'nin görevi sorgu için erkete olmaktı. Kara Şahin, Hörükız ve Yeye, yan yana üç hücerede üç mahkûmu sorgulamaya başladılar: Tomruk Emini, Aslan Ağa, Bindallı Mahmut Çavuş.

409

62. Sual: Kader Rüzgârları Ne Yönden Esecek?



Topkapı Sarayı'nın pencerelerinden Üsküdar'ın sisli ufuklarına bakan sultan, nemli gözlerini silerken pembe bir güneşin ilk huzmeleri Sarayburnu'nun hışıltılı sularında kırılmaya başlıyordu. Saray bahçesindeki uzun servilerin ve yaşlı çınarların altında zülüflü baltacılar ile saray ağalarının telaşla dolaştıklarını gördü. Üsküdar'dan gelmekle iyi mi yapmıştı, bilemiyordu. Üç gecedir gözleri bir damla uyku görmemişti. Bu süre içinde Kazasker İshak Efendi ile üç muhafızı yanından hiç ayrılmamıştı. Bu sabah Üsküdar'dan gelirken veziri ve damadı İbrahim Paşa'nın, onun damadı Kaptan-ı derya Kaymak Mustafa Paşa'nın ve çok sevdiği kethüdasının boyunları morarmış sapsarı cesetlerini taşıyan kağnının hazin gıcırtıları arasında yükselen uğultuları işitmiş, cesetlerinin azgın isyancılar elinde parçalanışını düşünmüş, az evvel aldığı bir habere göre de cenazeden geri kalan birkaç et ve kemik parçasının

410

bir çuvala doldurulup namazı bile kılınamadan gizlice defnedildiğini öğrenmişti. Şimdi akıtmakta olduğu pişmanlık yaşlarından dolayı gözleri şişmiş durumdaydı.


Devlet erkânı o geceyi sarayda geçireceklerdi. Şu anda Kubbealtı'nda birikmiş olmalıydılar. Dairesinden çıkıp taşlık yolu yürürken Ayasofya minarelerinde kıpırdayan adamlar gördü. Sarayın içini gözetlediklerine göre demek henüz bela bitmemişti. Demek isyancılar yine haddi aşacaklardı. Bu sefer onlara haddini bildirmek üzere kendi kendisine söz verdi. Ne var ki Kubbealtı'na vardığında evdeki hesabın çarşıya uymayacağını gördü. Patrona Halil'in birkaç adamı ile Muslu Beşe orada vezirleriyle tartışıyor, îspirizade de aralarında pazarlıkçı rolü oynuyordu. Sultan içeri girdiğinde derin bir sessizlik oldu. Herkes ellerini önünde bağlayıp pençe durdular. Sultan tahtına doğru ilerlediği sırada Alacalı Mustafa atıldı:

"Devletlû, saadetlû hünkârımız!.. Yeniçeri kullarınız ile halkınız size pek kırgınlar." "Nedenmiş efendi!.."

"Vezirinize kıyamadığınız, bize İbrahim Paşa diye Kürkçü-başı Manol'un cesedini gönderdiğiniz için efendimiz!.."

Sultan yumruklarını sıktı, kaşlarını çattı, dudağında bir tik belirmeye başladı. Alacalı Mustafa korkusundan bir adım geri çekilirken herkesin başı yerdeydi. Dün boğdurulup cesedi saray dışına gönderilen kişinin İbrahim Paşa olduğunu sultan kadar onlar da biliyordu. O kendi kızını öz eliyle dul bırakmıştı ama isyancılar şimdi ölenin başkası olduğunu iddia ediyorlardı. Sadrazam kızıl sakallı iken dedikleri kürkçü Manol sarı bıyıklı, gök gözlü ve sakalsız idi. Üstelik vezir olduğunu gör-meselerdi onu bir atın kuyruğuna bağlayıp Bâb-ı Hümayün'a kadar sürükleyerek cesedini paramparça ettirirler miydi?!.. Bunda bir iş vardı. Çevresindeki adamlarına baktı. Herkes gözlerini yere indirmiş durumdaydı. Öfkesi iki katına çıktı:

411

"Bre nankör haramzadeler, bre eşkıya tohumu soysuzlar!.. Vezirimi size verdiğime yeterince yanarken bu ne küstahlıktır ki bana yalancı dersiniz?!.. Bre haydi vicdan ve haysiyetiniz yoktur, bre edep, erkân da mı kalmamıştır?!. Bu lakırdı ne lakırdıdır?!.."

İspirizade, yine arayı bulur gibi atıldı:

"Şevketlû sultanım!.. Kullarınız sizi istemezük diyecekler amma diyemiyorlar!.."

412

"Öyle ya, sen itin kuyruğusun, bunu söylersin!.."

Bu sırada Kazasker İshak Efendi ile muhafızlar hançere el atmış ama sultan kazaskerin bileğine yapışarak onları durdurmuştu. Yeniçeri Ağası Zülali Hasan Ağa araya girdi:

"Hâşâ hünkârım, bizler yalnızca sizin canınız için canını feda edecek kullarınızdan bir kaçıyız, o kadar. Lakin Halil Ağa ile yoldaşları bu konuda hemfikirdirler. Vazgeçirmeye çalıştıysak da..."

"Yeter bre, alçaldığın yeter... Madem beni de istemiyorlardı dün neden cihan değer vezirimi aldılar? 0 vezir ki sizin kökünüze kibrit çalacak asker yetiştirmeye çalışmıştı... Bu muydu derdiniz, Devlet-i Âl-i Osman sizin elinizde böyle kalsın mıydı, bu muydu ihtirasınız? Eğer öyle ise dün şeyhülislam efendi fetvayı niçin bana değil de ona verdi."

"Hâşâ hünkârım!.. Dün sizin azliniz için fetva verilemezdi. Yalan söylediğiniz bugün belli oldu. Şeyhülislamınız da zaten buna göre fetva verdi."

Sultan, bu adamların kendisini hal etmek, tahtından indirmek için buraya toplandıklarını ancak bu cümleden sonra an-layabildi. Orta Asya'dan bu yana Türk töresiydi, "Yalancı" olduğu anlaşılan birinin hükümdarlığı geçerli olmazdı. Hiddetle sordu:

"Peki neymiş yalanımız?"

"Vezir diye Manol'un leşini vermek!.."

"EveeettL Desenize her şey hazırlanmış!.. Vah ki vaaah!.. Bizi Tebriz'de ölen askerin ahi tuttu besbelli. Yoksa bu bela sizin kadar aşağılık alçak adamlardan gelmez."

Sultan uzunca bir müddet sustu. Gözleri bir tek noktaya takılı kaldı. Neden sonra sesinin tonunu yumuşatarak sohbet eder gibi konuştu:

"Aileme ve çocuklarıma zarar vermemek kayd u şartıyla tahtımı size teslim ederim. Bunun için hepinizden Allah'ın ki-

413

tabı üzerine yemin isterim. Ondan sonra varın şimşirlikten kim gelecekse getirin?!."

"Canınız kendi canımız, namusunuz öz namusumuz olacaktır. Sizi aile efradınızla birlikte Çırağan'da ağırlayacağız. Yeğeniniz Şehzade Mahmut Efendi'ye Allah Âl-i Osman tahtını mübarek eylesin!.. Bugün mübarek cumadır. Eyüp Sultan huzurunda yeni sultanımıza kılıç kuşandırıp taht-ı hümayunu sunmak gerek. Malum, şehir karışık, irade boşluğu mahzurludur."

Sultan dışarı çıkmak üzere hareket ettiği sırada Kazasker İshak Efendi de onunla birlikte hareketlendi. Sultan onu durdurup kalmasını işaret ederken "Buraya kadarmış!" diye fısıldadı, "Hakkını helal et!". O sırada kızlarağası ile bostancı ağayı gördü. Yeğeni Şehzade Mahmud'un kollarına girmiş getirmekteydiler. Eski efendilerinin yüzüne bakamayan bu adamlar kapıya gelince durdular. Şehzade titriyordu. Belli ki kendisini getirenler ya gerekli açıklamayı yapmamışlar veya sultan olacağına inanmamış, bunun canına kıymak üzere bir tuzak olduğunu düşünüyordu. Ne garip bir tecelli idi. Mahmut'un babası tahttan indirildiğinde de kendisi aynı şekilde korkarak ve titreyerek Kubbealtı'na gelmişti. Şu anda zavallı şehzadenin heyecanı korku ile umut arasında bir trajedi sayılırdı. Bestekâr, hattat ve şair olarak şimşirlikte kendine ait küçük bir hayatı yaşamakta olan bu adam, artık bilemiyordu, koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmi dördüncü padişahı olarak tahta çıkmak üzere mi Kubbealtı'na geliyordu, yoksa kendisini cellatlara verecek bir iradenin kurbanı olarak mı sürüklenmedeydi?!.. Sultan Ahmet, kendi halini unutup onun haline acıdı. Başına geleceklere üzüldü. Tam o sırada Şehzade Ahmet adına sevinmek geldi içinden. Hiç olmazsa devlet dağdağasından uzak yaşayıp öylece öldüğüne sevindi. Şimdi onun ağabeyi hükümdar oluyordu ve iki kardeşten hangisinin daha bahtiyar bir ömür sürdüğü tartışılabilirdi. Birincisi ölürken saltanat

414

umudunda mıydı, bilemiyordu; ama ikincisi hiç saltanatı ummadığı halde sultan olmuştu. Birincisi ölerek kurtulmuş muydu; ikincisi ölmeyerek çekecek miydi? Sonra yaralı bir kalple karşısındaki genci alnından öptü, elini omuzuna koydu:

"Bak a oğul!.. Baban cennetmekân Mustafa Han hazretleriyle ben, sırf şu makûle alçak devlet adamlarına teslim olduğumuz, işleri onlara emanet ettiğimiz için şimdi senin çıkmak üzere olduğun tahttan indik. Sen bizden ibret al. Kendini kimseye teslim etme. Şiddetli, fakat âdil ol. Hacet sahiplerine adalet kıl. Fakirlerin haline riayet eyle. Kimsenin ahım almayasın, ve benim dahi ettiklerime kalmayasın. Şehzadelerim sana emanettir; sultanlığın şanı onlara siyanet olsun. Saltanatında daima var olasın, gücünle kudretinle berkarar olasın!.."

Sultan Ahmet gözünden sızan iki damla yaşı saklamaya çalışarak dar koridorlardan şehzadeler dairesinin basit taşlığına doğru yöneldiği sırada onunla beraber görevde bulunan herkes görevden alınıyor, yerine Zülali Hasan Ağa'nın elindeki listeden hayta ve serseri makûlesi bir yığın adam tayin ediliyordu. Bu arada harem dairesinden bakan gözler sultanın tek başına geri dönmekte olduğunu görünce hakikati anlamış, çığlıklar yükselmeye başlamıştı. Osmanlı hanedanından çoğunun ömürlerinde bir defa yaşadıkları çaresizliği yaşama sırası şimdi onlardaydı.

İÜ

Şehirde yağmalanmamış dükkânlar hâlâ kapalı, halk hâlâ ekmeksiz ve aşsız idi. Kırılabilen kapılar kırılmaya, içinde bulunan ne varsa yağmalanmaya devam ediyordu. O sırada Mus-lu Beşe İspirizade'yi dürtüklüyor, "Hadi!.. Hadi!.." diyordu. İs-pirizade "Bekle efendi!. Kılıç kuşanmadan bîr sultanın sözü ferman yerine geçmez ve onun dediğini kimse yapmaz. Hele cuma vakti gelsin; ağzından ilk çıkacak fermanlardan biri Sa-dabat köşklerine dair olacak, merak buyurma!"

415

63. Sual: Hatırlıyor musun?

"Evet ağa!.. Elimdeki çıranın ve üstüne oturduğun barut fıçısının farkındasın değil mi?!.."

"?!.."

"Soracaklarımı buna göre cevaplandırırsan birbirimizi yormamış oluruz, öyle mi?!.."

Bu sorular üç hücrenin üçünde de aynı anda yankılanmadaydı. Her üç hücrenin ortasında tahta tekerlekli birer sedye, sedyenin alt kısmına bağlı küçük barut fıçıları, tam fıçıların üzerine oturtulup el ve ayaklarından zincirlerle bağlanıp gerdirilmiş üç adam, onların başında da ellerindeki meşalelerle üç kişi vardı. Zindanda insanı hayrete düşüren pek çok sorgu, işkence ve eziyet için düzenek vardı. İşkenceyi uygulayanların bunları kullanırken nasıl bir zevk aldıklarını merak etti birden. Suçluların sorgulanması esnasında kullanılanlar ile sırf eziyet olsun diye işkence yapılırken kullanılan aletler ayrı ayrı böl-

416

melere yerleştirilmişlerdi. Her koridor girişinde ise mahkûmların günü yorgun geçirmeleri ve böylece kıpırdayamaz konuma düşmeleri için ayrı işkence sedyeleri bulunuyordu. İşkence, burada asayişi sağlamanın yollarından biriydi. Azılı haydutların her daim yorgun olmaları her zaman iyiydi. Hiç olmazsa haftada bir kere kolları ve ayaklarından duvarlara bağlanıp gerdirilmeleri zindanın asayişi için gerekli sayılıyordu. Tabii muhafızlar mahkûmların böğürtülerini dinlemek istemedikleri vakit bundan vaz geçebiliyorlardı.

Kara Şahin'in düşüncesine göre şu anda sedyelere bağladıkları adamlar o azılı haydutların en şirretlerinden üçüydü. Kendilerinin yerine zindan muhafızları da olsa, bunları zincir-bend olarak tutar ve haklarından öyle gelirlerdi. İşte bu yüzden sorgulama odasından bazı aletleri de her hücrede hazır etmekten geri kalmadı. Plan basitti. Her üçüne de aynı anda aynı türde sorular soracaklar, arada sırada ellerindeki işkence aletleriyle ya tırnaklarını, yahut sinirlerini çekecekler, feryat ve çığlıklar yan hücrelerden duyuldukça duracak, bekleyecek, birbirlerinin seslerini tanımalarını sağlayacaklar, sonra sorgu-cular yer değiştirip tutsaklarının birbirleri aleyhinde bulundukları itirafları ortaya dökerek onları birbirine düşürecek ve her şeyi teker teker öğreneceklerdi. Onun için her hücrede, her şey aynı sayılırdı. Yalnız bir tanesinin hücresinde diğerlerinden farklı bir düzenek daha vardı: Tomruk Emini'nin hücresindeki tomruk. Kara Şahin bunu diğer koridordan bin bir güçlükle taşımış, Eyüp Karakolu'nda ayağına geçirilen benzerinin acısını bir kez olsun bu zalim adama tattırmak istemişti. Ömrü boyunca zanlıları tomruğa koyup işkence eden bu adamın bir tomruğa kendi ayağı takılınca ne yapacağını merak ediyordu.

Zindan karanlıktı ve duvardaki çıraların ışığı yetersizdi. Tutsaklarına çok az ekmek ve su vermişlerdi. Azıkları yetersizdi ama vakitleri boldu. Zindanda zaman kavramı kaybol-

417

muştu. Loş ışığın altındaki konuşmaları arada sırada, uzaktan uzağa yankılanan farelerin sesleriyle karışıyordu. Kara Şahin zihnini istila eden sayısız sorudan hangisiyle başlaması gerektiğine karar veremez durumdaydı:

"Eyüp Sultan Tomruğu'ndan Galata'ya nakledilirken Halic'in derinliklerine düşürülen mahkûmlarla başlayalım mı? Ne dersin, Emin hazretleri?"

Tomruk Emini için hayat tersine akıyordu sanki. Sorgulamaya alışkın adam, şimdi sorgulanan konumundaydı. Avcı av olmuştu. Karşısındaki adamın ne bildiğini kestiremiyordu. Buraya kapatıldığı andan itibaren düşünüp durmuş, kendisinden hesap sorulacağını, ama bunun neyin hesabı olacağını pek tahmin edememişti. Böyle bir soruyu bir devlet görevlisinden çok bir katili arayan adam sorabilirdi. Bu da karşısındaki kişinin gücünün büyük olmadığını gösterirdi:

"Hangi serserisin, kimsin, seni bilmiyorum! Ama sen de beni bilmiyorsun. Bak şimdi, seninle güzel bir anlaşma yapalım. Sen benim ellerimi çöz, ben de bu yaptıklarına göz yummuş olayım. Çok sürmez adamlarım burayı bastıklarında..."

Kara Şahin, elindeki kolu bir diş kendine doğru çekerken şefkatli bir sesle fısıldadı:

"Sorularıma cevap alamadığım her cümlede zincir bir halka sıkışacak!.. Bu senin tomruğa benzemeyebilir, ayrıca. İstersen buna göre cevapla suallerimi."

"Adamlarım gelince..."

"Adamların mı? HıhL Şu anda şehri korumaktan ziyade yağmalamakla meşguller, seni düşünecek halleri yok. Üstelik burası cehennemin dibi. Hiç kimse seni burada aramayacak, sahte lakabın gibi emin olabilirsin. Şimdi yeniden başlayalım, Eyüp-Galata hattında denizin dibine gönderdiklerinizle alıp veremediğiniz neydi? Birilerinin emrini mi yerine getiriyor-dun, yoksa emirleri sen mi veriyordun?"

418

"Neden bahsettiğini bilmiyorum!"

"Hatırlamana yardımcı olalım öyleyse!"

Kara Şahin elindeki kolu bir diş daha sıkıştırdığında Tomruk Emini dişlerini kenetleyip yüzünü acıyla buruşturdu. Yan hücrede Bindallı Mustafa bu ikinci halkanın sıkıştırmasıyla yüzünü buruşturmanın ötesine geçip inledi. Sorulara bakarak karşısındaki kadının Üç Hilal Cemiyeti'nden olduğunu bile düşündü. Bunca bilgiyi nasıl elde etmişti, hayret içindeydi. Üstelik de işkencede hiç acemi sayılmazdı. Sinirlerinin bir kademe daha gerdirilmesinin verdiği acıyla kıvranırken kadının öfkeli sesi duvarda yankılandı:

"Son defa soruyorum aşağılık herif!.. Çardak Kahvehanesinden Binbirdirek Sarnıcı'na uzanan ölüm çetesinde kimler vardı?"

"Bilmiyorum... Hatırlamıyorum!.."

"Bak bana it kuyruğu! Sorduklarıma cevap vermezsen seni asla öldürmem, diri diri köpeklere etlerini parçalatır sonra yeniden buraya getiririm. Şimdi baştan alalım; Taslak Remzi Be-şe'yi, Odabaşı Abduh'u hatırlıyorsun değil mi? Ya da Tomruk Emini ağayı?"

419

"Hatırlamıyorum, bilmiyorum..."

Hörükız elindeki kolu bir bakla daha sıkıştırırken yan hücrede Topaç Yeye Aslan Ağa'ya daha insafsız davranıyordu. Ona sorulacak çok sorular vardı. Birer birer gelip hepsi soracaklardı. Yeye başına gelenlerde bu alçak ve şerefsiz mahlukun payını düşündükçe etlerini birer ikişer koparası geliyor ve zincirin baklalarını ikişer ikişer gerdiriyordu. Aslan Ağa inlemelerine son verip konuşmaya başlamıştı bile:

"Veyis Ağa'yı fazla tanımazdım. Kızının güzel olduğunu söylediler. Bir ticaret bahanesiyle kızını görmeye gittiğimi hatırlıyorum."

"Kızını görüp ne yapacaktın peki?"

"Bir yakınımızın oğluna isteyecektik?"

Topaç Yeye çarkı bir bakla daha gerdirip elindeki falçatayı bileyledi:

"Her yalanında bir alamet-i farika sahibi olacaksın!.. Ayağından başlayıp saçlarına kadar seni haritaya benzeteceğim. Şimdi söyle, kızı görüp ne yapacaktın?"

"Mısır ve İran'da İstanbullu cariye iyi para ediyordu. O sırada bir kervan yola çıkmak üzereydi. Fakat kız dilsiz çıktı."

Topaç Yeye bu herifin konağa Şehnaz'ın kucağına yılan düştüğünden birkaç gün sonra geldiğini o vakit hatırladı. İçinden iyi ki o gün dili tutulmuş diye geçirdi.

"Dilsiz olmasaydı kaçıracaktınız yani?"

"Hayır, kaçırma işini başkaları yapacaktı?"

"Bindallı Mahmut Çavuş mesela, öyle mi?"

"Binbirdirek'te böyle adamlar bulabilirdiniz? Çardak Kah-vesi'nde de? Bir de Eyüp Sultan Tomruğu'nda tomruk neferleri vardı?"

"Ağaları yok muydu?"

"Ben ağalarını bilmem?"

"Merak etme o seni biliyor; hemen yan hücrede!.."

420

Aslan Ağa'nın çözüldüğü sırada Tomruk Emini'nin hücresinde de hemen hemen aynı sorulara sıra gelmişti:

"Denize attığınız adamları başlangıçta size kim getiriyordu; Aslan Ağa mı?"

"Aslan Ağa da kim, tanımıyorum."

"Peki Esed Ağa diyelim öyleyse..."

"Hayır bilmiyorum."

"Nasıl oluyorsa o seni biliyor, hemen yan hücrede, üstelik başka şeyler de biliyor."

"Ne gibi?"

"Tomruğa getirilen masumları mahkûm gibi sorgulama karşılığında alınan altınlar gibi. Haliç'te denize kazara düşürü-lüveren sözde mahkûmları ortadan kaldırmak gibi."

Tomruk Emini birden durdu. Yan hücreden Aslan Ağa'nın çığlıkları geliyordu. Yarı aydınlık hücrede, kendisini sorgulayan adama dikkatle baktı. Çıraların cılız ve dalgalı ışığının yansıyıp kaybolduğu yüzü tanıdık gelmiş gibiydi. Sonra birden başını sallayarak mırıldandı:

"Sensin!.. Eveeet bu sensin!.. Seni denize düşürdüğümüz o güne lanet olsun, meğer öldürüp atmalıymışız. Oysa ben sana acımıştım, adamlarım 'Öldürelim!' dediklerinde, gençliğine bakmış ve 'Bağışlayın canını, fakat iyice korkutun!' demiştim."

"Hangi suçumu bağışladığını da söyle bari?!.."

"Senin suçun çoktu. Bir defa yalnızdın, kimsen yoktu ve serserice tükettiğin bir miras vardı. Böyle bir mirası tek başına yemene göz yumamazdık. Haydi İncili Konak bir yana, otuz şahane inciye de sahiptin?.."

Kara Şahin Tomruk Emini'ni sonuna kadar dinledi. Kendisinden adalet isteyen, bağışlanmayı dileyen yüzsüzlüğüne önce inanır gibi oldu, Hafız Çelebi'nin "Düşmanına galip geldiğin zaman galibiyet nimetinin şükrü olarak onu affet!" dediğini hatırladı, ama sonra bu fikrinden vazgeçti. Onun herkese yaptı-

421

ğını bir kez de kendisine yapmak gerektiğini düşündü. Zincirin bir halkasını daha gerdirip hücreyi terk etti. Arkasından avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağız dolusu küfrediyordu. Aslan Ağa'nm hücresine girdiğinde Topaç Yeye'nin işini çok iyi yaptığını bir kez daha görerek sevindi. Onu Bindallı'nın hücresine gönderip Hörükız'ın da Tomruk Emini'ne uğraması gerektiğini söyledi. Aslan Ağa, Kara Şahin'i görünce bütün acılarını unutmuş gibi bir hayretle sordu:

"Sen ha!.."

"Evet benim babacığım!.. Kendi öz kızma kıyan babacığım!.. Damadını katil diye yakalatan babacığım!.. Sana sayısız soru sorabilir, günler ve geceler boyunca merakımı giderecek itiraflarını dinleyebilirim. Tabii o kadar sabreder, hayatta kalmayı başarabilirsen Aslan Ağam, Aslan Babam, hıh!.. Merak ediyorum, öz kızına nasıl kıydın?"

"Konuşmayacağım!.."

Kara Şahin Aslan Ağa'yı çeşitli yollarla ikna etmeye çalışırken Hörükız'ın Tomruk Emini'ne kısık sesle bambaşka sorular yönelttiğini bilmiyordu:

"Şimdi soracaklarımı fısıltıyla cevapla; yoksa avazın çıktığı kadar sesini ben yükseltirim. Şehzade Ahmet'i ne yaptın?"

"Kim dediniz?"

"Haydi, domuzluk yapma!.. Ne sorduğumu biliyorsun."

"Peşine bir adam taktım, ölü veya diri bana getirsin diye? Lakin bir gün onu öldürülmüş bulduk."

"Kimin için öldürecektin?"

"Vezir-i Azam İbrahim Paşa Hazretleri için!"

"İsyan çıkarıp devirdiğin İbrahim Paşa için mi?"

"İsyanı ben çıkartmadım ya!.."

"Öyle, öyle, Patrona Halil Ağa'yı da hiç görmedin zaten."

"Ben olacağın önünde duramam. Lakin olandan yararlanmak gerektiğini düşünürüm."

422

"Şehzade'den ne yarar sağlayacaktın?"

"Diri yakalanırsa İbrahim Paşa onu himaye edecekti. Ölü yakalanırsa ölümü saklanacak Sultan Ahmet'e tehdit sayılacaktı."

"Şimdi hangisi oldu peki?"

"Az evvel şu zincirimi gerdiren eller onun olduğuna göre ikisi de olmamış, görüyorsun."

"Pekâlâ, Kazasker İshak Efendi'den aldığın bilgiler?"

"Onu yazılı olarak vezir hazretlerine sundum."

"Ne diyordu?"

"Okumadım. Okumaktan korktum. Bazı bilgiler insanın başına bela açar. O da belalı bir nameydi. Hatta Kazasker Efen-di'yi dilsiz ve sağır cellatlara sorgulattım ki onlar da öğrenmesinler."

"Peki şimdi kimler biliyor."

"Aha bir sen, bir de ben. Ben bunu bildiğim için öleceğimi de biliyorum. Sen de kendini hazırlasan iyi edersin. Çünkü onu kim bildiyse sonunda öldü."

"Bu bildiğini saklarsan yaşamak için bir sebebin olacak, yok, söylersen yüreğini deşer kendi ellerimle parçalarım."

"?!.."

Yan hücrede Kara Şahin, Aslan Ağa'nm yeterince gerdirilmiş zincirini yokladı, küflü ve pis bir sandığın üzerine dizilmiş duran işkence aletlerine baktı. Hücrede gezinirken sohbet edasıyla anlattı:

"İşkence yollarını pek bilmem, ancak mesela şu kerpeteni kullanmayı iyi bilirim. Vaktiyle atımın ayağına batmış bir çiviyi kanırtarak çıkarmıştım. Şu sırada serçe parmağın eline batmış bir enseri gibi sana fazla geliyor olabilir?!. Tırnağından mı başlamalı, yoksa doğrudan parmağı mı sökmeli? Ha!.. Ne dersin balıkçı Esed Ağa!.."

"?!.."

423

"Eğer kerpeteni beğenmediysen bak şurada bir çivi zinciri var. Ustası bunları balık oltası gibi ne güzel büküp bir ipe di-zivermiş. Belki de bunu yutmaya heveslisin!.. Ama yok yok!.. Yuttuklarını geri çekip de ciğerlerini ağzından çıkartırken o. güzel sesin boğulur, kelimelerin anlaşılmaz olabilir..."

Bu sırada yan hücreden Topaç Yeye'nin Bindallı Çavuş'a merhaba dediğini gösteren bir çığlık duyuldu. Kara Şahin önündeki adamın bu çığlıktan ürktüğünü görmüştü. Sordu:

"Nakşıgül'ü önce bana vermek nedendi, ve sonra almak neden?"

"?!.."

"Demek inat edeceksin? Olsun, vaktimiz var. Kıyamete kadar sürse sana bunu söyleteceğimden emin olabilirsin."

"Kıyamete kadar sürse söylemeyeceğime inanabilirsin."

"Belki de bu şişi, şu meşale alevinde nar gibi kızdırıp kulağından içeri sokmamı istersin. Beynini yahni yapıp yemem gerekirse diye hani!.."

"Oğul, acı bu ihtiyara!.."

"İncili Konak'ın sekiz yüz altınıyla rahmetli anacığımın incilerini çatır çatır yerken sen bana acıdın tabii!.. Sahi ne kadarını sen harcadın, ne kadarını başkalarına dağıttın?"

"Sana o altınların hepsini geri öderim."

"0 kadar paran var demek?"

"Bulurum."

"Kimden bulacaksın, Bindallı Mahmut Çavuş'tan mı?"

"Bindallı'yı nerden tanıyorsun sen?"

"Kendisi yan hücre komşumuz olur? istersen seslenelim bir, Mahmut Çavuuuş!.."

Aslan Ağa Bindallı'nın acı ile inleyişini işittiğinde bayılacak gibi olmuştu. Artık saklanacak bir şey kalmadığını anladı.

"Oğul, ben ettim sen etme!. Temiz süt emmiş birisin sen. Acı bu ihtiyara!"

424

"Sen Nakşıgül'e acıdın ya sahi!. Öz kızına merhamet etmeyenin merhamet dilenişi ne hazin?"

"0 merhamet edilmeyen benim kızım değildi.

"Değil miydi?"

"Gerisini var Bindallfya sor."

Şahin derhal koştu. Bindallı bitkin vaziyetteydi.

"Bana Nakşıgül'den bahset şimdi?"

"Nakşıgül de kim?"

"Aslan Ağa senin bildiğini söylüyor."

"Ben ona yalnızca bir defa kadın götürdüm, o da parçalanıp torba içine konulmuş bir kadındı?"

"Oyuncakçının karısını demiyorum ben, Nakşıgül'den bahsediyorum."

"Nakşıgül kim, bilmem."

Kara Şahin şaşırmıştı. Bu adam Nakşıgül'ü öldürürken kim olduğunu bilmiyor muydu, yoksa başka bir ölü kadından mı bahsediyordu, kestiremedi. Hikâyenin parçalarını tamamlamak üzere hepsini bir araya toplamanın ve birbirlerinin yanında konuşturma vaktinin geldiğini anladı. Bindallı ile Aslan

425

Ağa'yı hücrelerinden Tomruk Emini'nin yanına taşıdılar. Burası hem biraz daha geniş, hem de duvarları işkence aletleriyle dolu bir hücreydi. Bütün sorgulama sürecinde Hörükız pek dayanıklı çıkmıştı. Topaç Yeye de maharetli işler yapıyordu. t Kara Şahin ise yaptıklarına kendisi de inanamaz gibiydi. Ne var ki Nakşıgül için ve çektiği bunca sıkıntı pahasına, üstelik de İstanbul halkını bu iğrenç pislik heriflerden kurtarmak adına acıma duygularını bir kenara kaldırmış gibiydiler.

"Eyüp Tomruğu'nda senin muhafızlardan biri bana bir cümle söylemişti. Daha dün gibi kelimesi kelimesine hatırımda. İşlemediğim suçu itiraf etmem için baskı yapıyor ve 'Seni Nakşıgül gibi diri diri kesmem de gerekse suçunu söyleteceğim!' diyordu. Şimdi söyleyin bakalım, karımı kesen cani kimdi? Sen miydin Bindallı?"

"Ben çok adam kestim ama yalnızca bir tek kadın doğra-dım, elim kopsaydı, zaten o yüzden buradayım."

"Yoksa sen misin Aslan Ağa? Öz kızını parçalarken vahşi bir zevk de duydun mu?"

"Hâşâ oğul!.. Ben kızımın kesilmesine izin vermezdim."

"Sabrımı taşırıyorsunuz... Birer halka daha uzatalım mı sizleri?"

Hörükız ile Topaç Yeye ellerini zincir çarkının koluna uzattıkları sırada Tomruk Emini atıldı:

"Tamam, tamam!.. Ben anlatayım. Konağı ve incileri elinden aldıktan sonra seni öldürmeyi düşündük. Bizim için çok kolaydı, seni Yenibahçe tarlalarının ıssız bir köşesinde öldürüp Halic'in dibine göndermek. Sonra sana acıdık. Ama başına gelenleri de anlatmanı istemiyorduk. Bunun için seni hapsetmek, öldürmekten beter sayılırdı. Göz dağı verip ağzını aça-mayacak şekilde yaşamanı istiyorduk. Karının katili olursan bundan kimseye bahsedemez, konağı ve incileri de unuturdun. 0 günlerde Bindallı hiç yoktan oynaşını boğazlamış, son-

426

ra da başını kesmiş, vezire bir yemiş sepeti içinde hediye göndermekten bahsediyordu. Bunu bir gün geç yapmasını söyleyip, Nakşıgül'ü kestiğini yanlışlıkla ağzından kaçıran o tomruk neferini gönderdik, cesedi parçalamasını söyledik. 0 bu işlerde mahirdi, öldürülen herkesi çuvallık eder, biz de torba torba Halic'e bırakırdık."

"Balıkçının ağlarına takılan cesetler değil mi?"

"Haliç'te üç derin bölge vardı. Kaptanpaşa'nın Halic'i temizlemek için yaptırdığı geminin dip tarakları bu üç çukura yetişmiyordu. Kasımpaşa açıklarında seni de düşürdüğümüz yer onlardan biriydi."

Topaç Yeye elini zinciri gerdirecek kola uzatıp sordu:

"Peki diğer ikisi?"

"Biri Hasköy açığında, diğeri de Ayvansaray'da. Aslında Halic'in daha derin bölgeleri var, ama ya tersane veya kaptan-ı derya zabitlerine yakalanmamak için buraları kullanmazdık."

"Bu kadar insanın hepsini altın için mi öldürdünüz peki?"

"Çoğunu altın için."

Hörükız o sırada içinden "Ve devletin pis işleri için tabii!" diye geçirdi, sonra da Öç Hilal Cemiyeti'ndeki bir sahneyi, Reis Ağa'nın "Götürün!" dediği bir mahkûmu hatırladı. Herhalde cesedi şimdi Haliç'te olmalıydı. Namazı kılınamayan, birden ortadan kaybolan insanlar hep orada olmalıydı.

"Peki altınlar kimin içindi?

"Yeniçeri Ağası'ndan tutun da Çardak Kahvesi'ndeki Çaycı Ali veya Gedikpaşa Külhanı'nın destebaşısına kadar pek çok kişi için. Bazen bir vurgunun ucu vezir hazretlerine kadar bile uzanır."

"İdaresi kimdedir bu çetenin?"

"Hazinesini saklayan kişide?"

"Kimdir o?"

"Bunu söylersem beni öldürürler."

427

"Söylemezsen de ben öldüreceğim."

Tomruk Emini tehditkâr bir gözle Hörükız'a baktı. Bu bakışta az evvel paylaştıkları gizli bilgiyi söyleyeceğine dair ima vardı. Şimdi onun yardımını istiyordu. Hörükız atıldı:

"Tamam Kara Şahin!.. Bu kadarı yeter. Şimdi Nakşıgül'ün ölümüne dönelim. Bindallı'nın kestiği cesedi Nakşıgül kılığına nasıl soktunuz?"

"Bunun için çok uğraşmak gerekmedi. Zaten tomruk neferi bu işlerde maharetliydi. Kendine göre usuller uydurur, cesetlerin derilerini bile yenilerdi. Elindeki kellenin suratına biraz balmumu işçiliği yaparak gençlik verdi. Şahin derin uykulardayken karısını odadan çıkartıp ceset parçalarını ortalığa saçtık. Birkaç yeri kana boyamak taze damadın gözünü de boyamaya yetti. Zaten o sırada damadımızın başı dönüyor, zihni hayaller görüyor olacaktı. Öyle değil mi?"

Şahin hatırlamaya çalıştı. Gerçekten de o sabah başında bir ağırlıkla uyanmıştı. Çevresindeki her şey uçan bir hayal gibiydi.

"Evet öyle!"

"Hatta daha da inandırıcı olsun diye akşamdan odanızda sakladığımız lale soğanının ikizini de cesedin sol avucuna yerleştirdik."

"Katre-i Matem!.."

"Hayır Cücemoru. Onu Kâğıthane'de bir bahçıvandan çal-dırmıştık. Damat İbrahim Paşa için yetiştiriyordu ve mevsiminde beş yüz altın edecekti. O gece Kazasker İshak Efen-di'nin özel muhtesipleri laleyi aramak üzere Yenibahçe'ye gelmişlerdi. Biz de onu saklamak için bir gerdek odasından daha emin bir yer bulamazdık."

"O halde lale mezadında da onu siz çaldınız?!.."

"Ne sanıyordun; kendi malımızın izini sürmeyeceğimizi mi? Önce çaldık, sonra da Elçi Hanı'nda bir ecnebi hücresinde

428

sakladık, ilginç olan, gerdek gecesinde onu gelinin avucunda kaybetmiş olmamızdı. O odadan soğanı kim aldı, nereye götürdü, kime verdi, nerede yetiştirdi, uzun süre bilemedik. Garip olan, mezatta onu, ta ilk çaldığımız adamın pazara sürmüş olmasıydı. Hafız Çelebi mi neydi adı? Öyle bir şey. Lalesine de Katre-i Matem mi demişti? Evet evet, öyle bir şeydi, bizim Cücemoru sonunda Katre-i Matem olmuştu."

"Peki gerdek sabahına geri dönelim; sonra ne yaptınız?.."

"Sen her şeyi bizim istediğimiz şekilde algıladın ve düşündün. Sıra seni katil diye yakalayıp sorgulamak ve kazara elimizden kaçırmaya gelmişti. Eyüp Tomruğu da Galata Tomruğu da bir hikâye idi. Ayağına taş bağlayıp ipi gevşetecek ve elimizden denize düşürecektik. Yüzme bildiğini öğrenmiştik. Güzel plandı..."

Tomruk Emini'nin övünmek için söylediği bu iki kelimeden sonra uzunca bir sessizlik oldu. Herkes hayretler içindeydi. Sanki donmuşlar, kıpırdayamıyorlardı. Korkulu bir rüyayı tekrar görmek gibi bir şeydi bu. Sanki orada kapana kısılanlar, bağlı olanlar değil de ayakta gezinenler idi. Şahin birazcık havayı değiştirmek ve hikâyenin geri kalanını daha rahat öğrenmek için üç mahkûmu da zincirlerinden çıkarıp baldırlarından tomruğa kilitledi. Oturmaları için de barut fıçılarını altlarına verdi. Gerdirilmekten sünmüş olan etleri tomrukta hareket ettikçe şimdi çığlıkları birbirini bastırıyordu. Neden sonra Hörükız ayağını tomruğa dayayıp bir soru daha sordu. Cevaplamazlarsa tomruğu kıpırdatıverecekti:

"Bütün bunlar olurken, öldürmeye niyetlenirken veya bağışlama kararı alırken Kara Şahin'in kim olduğunu biliyor muydunuz?"

Tomruk Emini onun neyi sorduğunu anlamıştı. Diğerlerinin dikkatini çekmeyecek şekilde Hörükız'ın yüzüne bakarak "Hayır!" manasında başını iki yana sallamakla yetindi. Öte yandan

429

Kara şanın numma noDetlerı geçiriyor gibiydi. Zilini allak bullak olmuştu. Sormak istiyor ama cesaret edemiyordu. Onun yerine Topaç Yeye sordu:

"Nakşıgül şimdi nerde?"

Zindan, kurulduğu günden itibaren hiç bu kadar derin bir sessizliğe şahit olmamıştı. Nefesler tutulmuştu. Aslan Ağa konuşmak üzere yutkunduğu sırada çok uzaktan Bican Efen-di'nin sesi yankılandı:

"ŞaahiiiinL"

430

64. Sual: - Nasıl Yapabildin, Nasıl?!..

Gün ışığı henüz Sadabat yamaçlarından çekilip gitmemiş, buna rağmen dolunay Sütlüce sırtlarından tepsi kutrunda yüz göstermişti. İstanbul semalarında dokuz pare top sesi dalgalandı. Yeni padişah tahtına oturmuştu demek. Nihayet İstanbul'da asayiş ve düzen geri gelecekti. Gençken sevdiği bir şarkıyı mırıldanmaya başladığının farkında bile değildi: "Gül yüzünde göreli zülf-i semensây gönül / Kara sevdada yeler bîser ü bîpay gönül..." Ne güzel bir zamandı!.. Eskiden olsa "Ne güzel bir mekân!" da derdi. Oysa o güzellik göz göre uçup gitmişti. Sabahtan bu yana Sadabat'ın ıssız köşklerinden çığlıklar geldiğini duyuyordu. Atlar, eşekler, katırlar ve hatta kağnılarla dalga dalga gelen isyancılar, taşıya taşıya bitirememişlerdi. Kimisinin terkisinde bir cariye, kimisinin omzunda bir gümüş mangal, kiminin kucağında bir billur avize. Daha aç gözlü olanlar -ki arabalarla gelmişlerdi- ne buldularsa yüklemiş, hat-

431

ta kapı kanatları, pencere pervazları ve pirinç tırabzanlara kadar tenezzül etmişler, güzelim kasırları birer viraneye çevirmişlerdi. Bazı kendini bilmez haramzadelerin bahçelere dikilmek üzere çuvallarla getirilmiş lale soğanlarını parçalayışlarını, ayaklarıyla ezerken ettikleri küfürleri ise hiç unutamayacaktı. Demek kendini bilmez cahil hödükler bu kötü gidişte laleyi de suçlu görüyorlardı. Ne büyük aymazlıktı bu!.. Kuşluk vaktinde kendi bahçesine de girmek, hatta havuzdaki kaplumbağaları yakalayıp götürmek isteyenler de çıkmış ama içlerinden birisi Can Kuyusu ve mezarı görünce "Çarpılırız sonra!" diyerek diğerlerini bu düşünceden vazgeçirmişti. Yine de tekrar gelebileceklerinden endişe ediyordu. Şimdi isyancılardan canı pahasına koruduğu çiçek tarhları arasında gezinerek nilüfer tohumlarının tutup tutmadığını, lale soğanlarının kurtlanıp kurtlanmadıklarını görmek istiyordu. Mevsim sonbahar sonuydu ve yaseminler tabiata veda etmeye başlamışlardı. Laleleri toprağa koymak gerekiyordu. Ve Bican Efendi de ülkesine her senekinden evvel dönmek istiyordu. İsyan onu çok etkilemiş olmalıydı. Neler söylüyordu neler? Onu kalmaya razı edecek hiçbir sebep gösteremiyordu artık. Söyledikleri doğruydu. En çok da yeni sultanın, yağmalayacaklarını bile bile eşkıyanın Sadabat'a girmesine izin verişine öfke duymuştu. Dükkânların kapalı oluşunu, ticaret hayatının durmasını, şehirde bir korkunun kol geziyor olduğunu anlayabilirdi, ama ihtilalcilerin o güzelim köşkleri yakma arzularını bir türlü anla-mıyordu. Hele buna fetva veren İstanbul Kadısı'yla, yakmaya karşı çıkıp yıkılmasına izin veren hükümdarın yaptığını anlamak mümkün değildi. Bunlardan birincisi cinnet ise ikincisi felaketin ta kendisiydi. Bir de sokaklarda münadiler çığırtılıp köşk sahiplerinin köşklerini üç gün içinde yıkmaları, aksi takdirde Patrona Halil tarafından yıktırılacağım ilan etmek neyin nesiydi? Kim bu kargaşada cesaret veya tenezzül edip de köş-

432

künü yıkmaya gelirdi ki? Nitekim daha ikinci günün öğlesinde dünyanın o güne kadar gördüğü en muhteşem güzelliğin ha-rim-i ismetine el uzatılmıştı. Burada yer alan yüz altmış kadar kasır, tabiat ile aklın el ele vererek imbikten geçirdiği bir güzellik şahikasıydı ki dünya öyle bir güzelliği yeniden görebilecek değildi. Bahçeleri bozmak, ağaçları yerinden sökmek, müzeyyen sahilleri harap etmek bir yana, şu güzelim lale bahçelerini çiğnemek neyin nesiydi? Bunları yapanlar kendilerine Müslüman diyorlarsa Hafız Çelebi bir melek olmalıydı. Çünkü Çelebi'de tanıdığı İslam, asla böyle bir şey değildi, şiddete hiç fırsat bırakmazdı. Patrona Halil Ağa'nın halk nezdinde bir itibarı vardı, sözü dinleniyor, kendisi de zaman zaman tutarlı hareket edebiliyordu; lakin çevresindekiler tam bir vahşi kurt sürüsü idiler. Devleti düşünmek şöyle dursun onlar kendi geleceklerini bile düşünemeyen ufuksuz adamlardı. Çoğu aç ve sefil oldukları için ağızlarına atılacak bir kemik parçasından daha ötesini göremeyecek kadar kör köpek sürüleri. Bunlar Osmanlı tarihini yapan şerefli yeniçeriliğin yüz karası, sünnet-siz, nursuz, pirsiz it takımıydılar. Haysiyet, namus, hamiyet, devlet, millet onlar için bir anlam taşımıyordu. Bican Efendi çok hayıflanmış, üzülmüştü. Buralardan gitmek istiyor ve soranlara derdini yanıyordu:  "Nazenin

433

hanımefendileri taşıyan ihtişamlı saltanat kayıkları, peremeler, hanım iğneleri; sahil boyunca musikili bir eda ile akıp giden kurdelelerle süslü landolar, öküz arabaları, atlar; sırma ipek giysili saraylılar, paşalılar, vezir dairesi eşrafı; sevinç ve neşe içinde tatlı tatlı çınlayan sahillerde sakırdayan sular, fıs-" kiyeler, havuzlar; bahçelerinde gönül okşayan rengarenk laleler, filbahriler, şebboylar; sadrazam ve çevresindeki zarif dev-letlûlar, memurlar ve hizmetkarlar; günler ve geceler boyunca ayyuka çıkan sazlar, şarkılar, gazeller ve şiirler olmadıktan sonra Kâğıthane'de durmanın ne anlamı olabilirdi ki?

Nerden hatırladı yine bunları? Şarkıya devam etmeliydi; bu rüya birazcık daha sürsün istiyordu, buna ihtiyacı vardı: "... Demedim mi ben sana dolanma ona hây gönül / Vay gönül, vay bu gönül, vay gönül, ey vây gönül". I-ıhL Olmuyordu. "Gönül!" diye tekrar etmenin gönlü bahtiyar etmeyeceğini^bilecek kadar yaşamıştı.. Topaç Yeye'yi bir kez daha kaybetmeye dayanamazdı. Bican Efendi de onlarla gitmemiş olsaydı Yeye'ye asla izin vermezdi ya, neyse!..

Birden artık ihtiyarladığını hissetti. Daha bunları iki gün evvel de düşünmüş ve Bican Efendi'den neredeyse azar işit-mişti. Sayıklamaya başladı. "Laleleri toprağa gömmek gerekir! Havuzun çinkolarını örtmeli. Kaplumbağalar siyah un tozlarını yemişler midir?! Bu sene siyah lale yetiştirmeli!.. Adını Topaç Yeye koyar!.. Şehnaz kızı da babasından istemeli!.. Kuru Kirkor Efendi'nin dediğine göre isyan sırasında Şehnaz'ın babası iyiden iyiye evhama kapılmış, durduk yerde kızı da, annesini de döver olmuş. Böyle giderse Yusuf'u gönderdiği yere gitmesi zaruri olacakmış. O daha fazla çıldırmadan kızı elinden kurtarmalı. Hem evimizde bir kadın eli oğulcuğuma iyi gelir. Kirkor Efendi bize bir oda daha çatar..."

Hafız Çelebi şırıl şırıl akan derenin kıyısında, çiselemeye başlayan yağmurun farkına varmadan orada öylece oturdu.

434

"vay gönül, vay bu gönül..." terennümünde zamanı yitirmişti. O anda neler yaşadığını bilmiyordu. Ama çok şeyler hayal ettiğini ve hayal ettiği her saniye için bin yıl yaşamış gibi mutlu olduğunu biliyordu. Bican Efendi'nin sesiyle kendine geldi:

"Kaaafızııım?!.."

"Hı?"

I <k «

"Nasıl yapabildin, nasıl?!.."

"Onlar yaşarsa bizim hayatımız tehlikeye girerdi."

"Ama bir insanı öldürmek... Anlayamıyorum. Sencileyin bir kadın..."

"Topaç Yeye'yi ve seni feda edemezdim."

"Nakşıgül'ü feda ettin!.."

Bu sesler evin bitişik odalarında ıslanmış elbiselerini değiştiren Kara Şahin ile Hörükız'ın aralarında hâlâ devam eden tartışmanın neredeyse yüz kere tekrarlanan cümleleriydi. Bican Efendi'nin sesini duydukları an zindanı bir an evvel terk etmek üzere kararsız kalmışlar, Topaç Yeye ile Hörükız gitmeleri gerektiğini söylerken Kara Şahin Tomruk Emini'nin üzerine çullanıp Nakşıgül hakkında bilgi istemiş ancak adam zekice bir pazarlık yapmış ve tomruk kilidinden kurtarılma karşılığında hikâyenin geri kalanını anlatacağını söylemişti. Bican Efendi Bahriye Dairesi leventlerinin asayişi sağlamak üzere önlerine kattıkları adamları zincirlere bağlamış olarak zindana doğru sürükleyip getirmekte olduklarını, eğer onlar gelmeden kaça-mazlarsa zindanda sonsuza kadar kalabileceklerini söylemişti. Çok hızlı hareket etmek gerekiyordu. Kara Şahin'in Tomruk Emini'nin kilidini açmaya eğildiğinde Hörükız "Çıkalım buradan!" diye bağırıyordu. Kilit kolay açılan türden değildi. Adamların üçünü birden açmak ve diğer ikisini geri kilitlemek gerekiyordu. Oysa buradan hemen çıkmalıydılar. Üçü de yalvarı-

435

yor ama Şahin'i bundan vazgeçilmiyorlardı. Nihayet Hörükız tezgâhta duran baltayı kenarda duran barut fıçılarından birine bütün şiddetiyle vurdu. Yere dökülen barutlardan bir avuç alarak kapıya doğru yerde bir çizgi yaptı. Sonra da duvarda duran meşaleyi eline alıp barutun ucunu tutuştururken bağırdı: "Kara Şahin!.. Koş!... Gidiyoruz..."

Zindanın arka kapısından dışarı çıkıp atlarına bindikleri sırada leventler yakaladıkları çapulcuları ön kapıdan içeri sokuyorlardı. Sultan Mahmut'un tahta cülusu şerefine atılan dokuz pare topun son üçüyle aynı anda zindandan üç patlama duydular. Topaç Yeye her biri için saydı:

"Bu Aslan Ağa, bu Bindallı Çavuş, bu da Tomruk Emini!.." Sonra aralarında başlayan o tartışma, Hasköy sahilinden, Sütlüce tepelerini ve Okmeydanı sırtlarını aşıp Hafız Çelebi'yi sırılsıklam titrerken gördükleri ana kadar sürdü: "Babacığım!.. Ne oldu sana!?"

"Yeye, sarıl bana evladım!.. Bir daha bırakma beni!.." Bican Efendi'nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. "Huri! Sen bir sıcak tarhana çorbası pişir. Kara Şahin sen de var önce Can Kuyusu'ndan bir kova su çek, sonra odaya geç, Hafızımın aşılı lale soğanlarını koyduğu sergende parmak kadarcık bir muşambaya sarılı macun olacak, onu getir."

Hörükız, ocakta sönmeye yüz tutmuş ateşin üzerine kuru odunlar atarken kendisine Huri diyen Bican Efendi'yi düşünmüştü. Annesi ona Huri diye ad koymuş, lakin ölümünden sonra babasının hepsi erkeklerden oluşan Üç Hilal Cemiye-ti'ndeki arkadaşları arasında büyürken kendisine "kız" sıfatını da uygun bulmuşlar daha çocukluğundan itibaren Hörükız demişlerdi. Huri adı ona kadın olduğunu hissettiriyor, Hörükız ise cesaret veriyordu.

"Yeye, oğulcuğum!.. Hafif kırışıklıklarla mavi Halic'e akan şu dere var ya; işte orda, kayıkların gökten yere yansımış hi-

436

lal gibi zarif endamlarıyla ağır ağır kayıp gittiklerini gördüm az evvel. Atlas kaftanlı, zebercet kakma hançerli, zümrüt yüzükleri parmaklarında bir şehzadeydin sen. Karşı yamaçtaki şu otuz sütunlu beyaz mermer kasrın yayvan pencerelerinden birine oturmuş, oymalı şahnişinlerden aşağıya inen bir kadını karşılıyordun. Kucaklarında beyaz laleler yığın yığındı ve içlerinden bir tanesi nur olup o kadının yüzünü aydınlattı. Yeye, o kadın Şehnaz'dı oğlum, pek güzeldi... Sonra şair Nedim Efendi geldi yanına, kasrın serin ve rayihalı fıskiyeleriyle yarışırcasına medhiyeler okudu sizin için, saray hizmetkârları ayaklarınıza şu yamacın leylaklarından pırıl pırıl ıtırlar serptiler. Elli yıl evvel ölen çiçekçibaşı Sarı Abdullah Efendi'yi gördüm sonra. Seni lale encümenine şeref konuğu diye davet ediyordu. Siz ikiniz", herkesin arasından yürüyor, yeni lalelere isimler koyarak geçiyordunuz: Sahipkıran, Narçiçeği, Altınsarısı, Gülcü-başı, Aşçıpembe, Kızıl Bıyıklı, Pençe, Kumaş-ı Aşk ve Necm-i İkbal (ikbal yıldızı)..."

Hafız Çelebi anlatırken Topaç Yeye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bütün bunları görmüş müydü, yoksa uyduruyor mu, bilemiyordu. Bildiği, onu bırakıp gitmemesi gerektiğiydi. Bundan sonra yanından asla ayrılmamak üzere kendine söz verdi. Aynı anda Bican Efendi "Yarınki gemiye binmezsem buralarda kalırım!" diye geçiriyordu içinden.

t İt I

Gecenin ortalarında Hafız Çelebi'nin ateşi düşmüş, sayıklama nöbetleri geçmiş, aklı başına gelmiş ve hatta "İşlerinizi halledebildiniz mi?" diye sormuştu. Bu cümle bir soru olmaktan öte bir sağlık müjdesiydi.

Herkesin yüzüne bir sevinç ve tebessüm yayıldı. Çok geçmeden aralarında içtenlikli bir sohbet başladı. Hafız Çelebi iyi görünüyordu. Bir saat kadar sohbetten sonra sakin ve derin

437

bir uykuya dalmıştı. O uyuyunca herkes tam da kendisi olarak davranmaya, anlatmaya, hissetmeye başladı. Konuşmaların adresi yine Nakşıgül'e çıkınca zindanda öğrendiklerini yeniden değerlendirmeye aldılar. Sonbahar gecelerinin serinliği onları birbirlerine sokulmaya yönlendirmişti. Ocağın başında dördü bir araya gelip sorgulama sürecini tartışmaya başladılar. Bican Efendi öğrendiği her yeni bilgi için bozuk Türkçe-si'yle "a"ları uzatmadan "Sahi mı, sahi mı?" diye tekrarlayıp duruyordu. Bilmedikleri daha çok şey vardı. Karşılıklı konuşmaları hatırlıyor, sonra kendilerine soruyor ve yine cevaplamaya çalışıyorlardı:

Nakşıgül nasıl ölmüştü? Mezarı neredeydi? Yenibahçe'deki konak ve içindekiler nasıl ortadan kaybolmuştu? Haliç'teki cesetler kimlerindi? Bunları devlete haber vermek gerekirdi, ama kimi, hangi devletlûyu nasıl ve neye inandırmalıydı? Bu işlere karışanların bazıları şimdi Patrona Halil'in adamları olduğuna göre iş tehlikeli bir alana kaymıştı. Şimdi nasıl bir yol izlenmeliydi? Binbirdirek ve Çardak Kahvesi gerçekten bir batakhane miydi? Buraların sırrı araştırılmalıydı.

"Belki de dilencilik günlerine dönüp birkaç gün buraları gözetlemeliyiz." dedi Topaç YeyeL Kara Şahin şiddetle karşı çıktı:

"Sen bundan böyle bu bahçenin dışına çıkmayacaksın!.. Anlaşıldı mı?"

"?!.."

"Ne? Çıkmayacaksın işte!. Hafız Çelebi'yi düşünmüyor muşun? Hem bugün sorguladığımız üç adamın ortak adresleri buralar, yani birimizin Hafız Çelebi'ye göz kulak olmamız gerekiyor. Sen de Bican Efendi, bu arada lalelerle ilgileniver."


"Doğru, yarın aşılı soğanları dikmemiz gerekiyor. Ama bunu ben yapacak değilim artık; Yeye yapacak."

"Olur Bican Ağam."

438

reye nın du Doyun egeıı uosuugu ııemesı uırueıı memnun etmişti. Sohbetin geri kalanı cinayetlerden, sorgulamalardan çıkıp laleler üzerine döndü. Topaç Yeye bu bahçenin sahibi olmaktan da, arkadaşları arasında öyle görülmekten de mutluydu. Bundan böyle Şehnaz'la birlikte İstanbul'un en güzel lalelerini yetiştirme imkânı olacaktı. Hafız Çelebi'den devralacağı her ışığı çiçeklere yansıtacak, her bilgiyi renk renk yapraklara sunacaktı. Belki de insanlar ileride onun adını Hafız Çele-bi'yle birlikte anacaklardı. Ay'ın Güneş'i kıskandığı hikâyeyi hatırladı birden. Çocukluğunda okuduğu kitaplardan birinin aşk babında yazıyordu. Elbette kendisi Hafız Çelebi'yi kıskan-mayacaktı; tıpkı onun kendisinden hiçbir şeyi kıskanmadığı gibi. Ama yine de ay güneşi kıskanmıştı işte.

Ocağın başında güzel sözler söylenmiş, konu aşılı soğanlar ile kaplumbağalara gelmişti. Bican Efendi'nin cümlesi Yeye'yi daldığı hikâyeden uyandırdı:.

"Kafız Çelebi yeni soğanın adını senin koymanı istiyordu Yeye."

Hörükız atıldı:

"Öyle mü?.. Ne koyacaksın? Ben olsam 'Katre-i Hayat' derdim, geçen seneki 'Katre-i Matem'e inat..."

"Belki, ama bu sefer Cücenin Moru olmayacağı kesin."

Bu cümle oradaki iki kişinin suratına bir şamar etkisi yaptı. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Hörükız ile Bican Efendi olanlara anlam vermeye çalışıyorlardı. Topaç Yeye atıldı:

"Allah kahretmesin; bunu daha önce neden düşünmedik?

"Elbette cücenin moruydu o..."

"Hangi cücenin Kara Şahin?"

"Çardak Kahvesi'ndeki cücenin Hörükız, ve Binbirdirek'te-ki cücenin..."

439

ay güneşi kıskanmıştı

Bir gün Ay'a "En çok neyi seversin?" dediler, "Güneşin tutulup ebediyen perde altında, bir bulutun gerisinde saklı kalmasını severim; çünkü onu kendi gözümden bile kıskanırım." diye cevap verdi ve iddia etti ki, "Güneşe olan aşkımla bütün âlemi nura boğabilirim ben!"

"Sözün doğruysa eğer, gece gündüz durmadan ona koşmalısın ki ona ulaşabilesin. Ona ulaştığın vakit de zaten onda yok olursun, varlığın görünmez olur. O zaman onun ışıkları seni yakar, varlığım ortadan kaldırır. Sonunda onun cemaliyle görünmeye başlayabilirsen işte o vakit halk seni parmağıyla birbirine gösterir, "Acaba ne oldu da güneş önünde ışık saçabiliyor?" der.

440

65. Sual:

- Bahtiyar Bir Zevk Gecesi Otuz

Parlak inciye Değmez mi?

I

Neye benzediğini bilmedikleri karanlık odaya girdiklerinde önce ürktüler. Tepedeki küçük delikten cılız bir ışık geliyordu, o kadar. Gözleri ışığa alışınca içerisi yavaş yavaş belirmeye başladı. Daha evvel hiç karşılaşmadıkları türden bir yerdi burası. Ne eşyaları, ne de tefrişinde göze aşina bir şey vardı. Demir kollar, sarkan halatlar, duvara yapışık iskemleler, döşemesiz zemin. Bunlar ne içindi, anlayabilmek için çevrelerine yeniden bakındılar. Bir hayat emaresi yok zannettikleri sırada en uzak köşede fıldır fıldır dönen iki göz gördüler. Dikkatle baktılar. Evet, işte ordaydı. Sarığı ve kaftanı üzerinde yokken ne kadar da acayip görünüyordu. Allah insan diye yaratmış. Sakalsız, göde bir balkabağı. Belki bir sürahi demek daha doğru. Alnı tahta gibi yassı, yüzü Kırkağaç kavunu, kulakları çocuk pabucu, burnu Mora patlıcanı, burun kılları pırasa pürçeği gibi sarkık, kırış mırış siyah pos bıyık, dudaklar deve duda-


441

-»'«¦a^

ğı, ağzına somun ekmek sığar, dişler kazma. Kara Şahin onu daha önce de görmüştü ama bu derece hilkat garibesi olduğu dikkatini çekmemişti. "Belki de dikkatli bakmamıştım!" diye çelişkiye düştü zihninden:

"Baba Yorgi, Tazı Cafeeer?!.."

Şahin, Hörükız'ı arkasına aldı. Bu kadarını beklemiyorlardı. Adam kusar gibi homurdanarak konuşuyor, ağzından salyalar, tükürükler saçılıyordu. Hiç korkmuşa benzemiyordu. Onları, çağırdığı adamları zannetmiş olmalıydı. Yerinde oturuyor, sanki yanına yaklaşmalarını bekliyordu. Hörükız, sevimli cüceler görmüştü, iyi kalpli ve cana yakın. Lakin bu adam bir kötülük torbası, bir ifritti sanki. Sarığını başına geçirdiği sırada sarık başından, başı gövdesinden, gövdesi de ayaklarından kalın görünmüştü. Kamburdu. Konuştuğu vakit sesi ve tavırları yüzünü bir kat daha çirkinleştiriyor, ruhunu dışa çıkarıyordu. Bu derece çirkinlikten dolayı mı ruhu kötüydü, yoksa ruhunun kötülüğü mü kendisini bu derece iğrenç gösteriyordu kes-tiremediler. Çevresini şimdi daha iyi görebiliyordu. Duvarların tamamı halı ile kaplı yalnız bir köşede raflar ve raflarda hiç tanımadığı eşyalar, boy i boy çemberler, dizilmiş şişe ve susaklar, birbirine geçmiş cam borular... Cücenin oturduğu yer, sütunların ardında sanki bir taht gibi halılarla döşenmiş, üzerinden yine düğümlenmiş ipler, halatlar, zincirler sarkmaktaydı. Belli ki bütün bunlar birer



i. t',">'!

442

amaç için buradaydılar. Neydi burası, bir batakhane mi; bir işkence odası mı? Galiba kaçırıp getirdikleri zenginlere hazinelerinin yerlerini burada söyletiyorlardı. Kara Şahin hiç telaş etmeden mırıldandı:

"Boşuna bağırıp yorulma, gelemeyecekler..."

"HığğL Sizi kim gönderdi? Kimsiniz?"

"Yardıma muhtaç iki kişi diyelim."

"Çoluk çocukla uğraşamam, defolun!.."

Bu söz ağzından çıktığı anda üstünde sarkmakta olan iplerden birini çekti ve içeri girdikleri kapı açıldı.

"Haydi dedim, çıkın dışarı, sümüklüler sizi!.."

Kara Şahin birkaç adım ilerleyip diklendi:

"Ama önce birkaç sorum olacak sana!"

Birden odayı parlak bir ışık kapladı. İkisinin de gözleri kamaştı. Ardından köşedeki sütundan bir duman üzerlerine doğru püskürmeye başladı. Hörükız yana kaçarak duvara tutundu. Gözlerini açamıyordu. Duvarı takip ederek ilerlemeyi denedi. Bu sırada salonu cücenin kahkahası dolduruyor, sütunlarda kırılıp tavanda yankılanıyordu. İğrenç bir gülüştü bu. Kendisi bundan keyif alıyor olmalıydı. Eğer karşısındaki adam gülebiliyorsa salonu dolduran dumanın gözüne zararı olmamalıydı. Kara Şahin gözlerini açtı. Evet, haklıydı, yaklaşık yarım dakika içinde gözü dumandan yanmaz olmuştu. Üstelik tekrar etrafını görmeye de başlamıştı. Cüce oturduğu yerde hem gülüyor, hem de işaret parmağıyla "Gel!" diyordu. Şahin ihtiyatla ilerlerken duvara yapışmış bekleyen Hörükız'ı gördü.

"Aç gözlerini Hörükız! Duman bir aldatmaca!.."

O sırada cüce iki avucunu çanak gibi birleştirip ağzıyla üfü-rüyor, sonra öne doğru avuçlarını boşaltıyordu. Birden avuçlarından salonun içine atmacalar uçuşmaya başladı. Hepsi de arka arkaya Kara Şahin'e ve Hörükız'a saldırıyorlar, gözlerine, kulaklarına hamle yapıyorlardı. Kahkahalar devam ediyordu.

443

Hatalı davrandıklarını o vakit anladılar. Halbuki dün yakalayıp sorguya çektikleri Tazı Cafer "Bileğine yapışmadan kimse onu yakalamış olamaz!.." demişti. Tam üç gündür takipteydiler. Bu arada İstanbul'da yeniden düzen sağlanır gibi olmuş^ sultanın tahttan indirilmesinden sonra şehre bir sükûnet gelmişti. Patrona Halil ve adamları artık divana katılıyorlar, yönetimde ve atamalarda belirleyici oluyorlar, Sultan I. Mahmut da onların isteklerine fazla direnmiyordu. Lakin her iki tarafın da çok ihtiyatlı davrandıkları ortadaydı. Patrona Halil Ağa, sultan kendisine rütbe teklif ettiğinde "Ömrümün nasıl sona ereceğini bilmiyor değilim. Şimdiye kadar padişah tahta çıkaranlardan hiç kimse yatağında ölmemiştir ki ben öleyim." cevabını verecek kadar işin farkındaydı. Artık onun da istediği milletin acı çekmemesiydi. Fırınlar ve dükkânlar açılmış, hayat kısmen normale dönmüştü. Eğer öyle olmasaydı Binbirdirek gibi şehrin en merkezi yerindeki bir mekânı tam üç gün üç gece göz hapsinde bulundurmaları çok zor olacaktı.

Binbirdirek hallaçların topluca iş yaptıkları, pamuk tozlarının, bütün dükkânların üstünü beyaz örtülerle kapladığı izbe bir mekân idi. Bizans döneminde sarnıç iken artık su yolları kurumuş pamuk ve yün esnafı için bir lonca haline gelmişti. Hallaçların burayı tercih sebebi rutubet ortamıydı. Sarnıcın içinde daimi bir rutubet vardı ve bu da pamuk ve yün tozlarını havada fazla dolaştırmadan yere indiriyordu. O yüzden yaklaşık elli kadar dükkânın işlediği çarşının zemini sürekli olarak ıslak paspaslarla siliniyordu. Sarnıcın bir bölümü iki katlı inşa olunmuştu ve haşmetli merdivenlerle çıkılan bu kat lonca kâhyası Pamukzade Cüce Çaker'e aitti. Kendi adamları dışında, sarnıç esnafından henüz dairesinin içini görebilen yoktu.

Hafız Çelebi'nin ateşlenip hayaller gördüğü gecenin sabahında Hörükız ile Kara Şahin atlarına binerken Bican Efendi, "Ben de sizinle geliyorum!" deyivermişti. Önce onun gemiye

444

yetişmek üzere birlikte gitmeyi teklif ettiğini sandılar, "Hayır, hayır..." dedi Bican Efendi, "Kafız Selebimi böyle hasta bırakıp gider miyim hiç?!"

Yolda yapılan plana göre Bican Efendi ecnebi bir pamuk taciri, Kara Şahin de onun tercümanı olacaktı. Hörükız'ın şimdilik çarşıda görünmemesinde yarar vardı. Bu yüzden onu Kazasker İshak Efendi'nin peşinden gönderdiler. İshak Efendi ihtilalcilerin azletmediği dürüst birkaç kişiden biriydi. Hörükız onu bulup Haliç'teki cesetlerden bahsedecek, faili meçhul vakaların aydınlatılması için harekete geçirecekti. Böyle bir şey ihtilalcilerin işine yarayabilir veya bağlantılı olanların ayıklanmasını sağlayabilirdi.

İlk gün çok ilginç bilgilere ulaşmışlardı. Pamukzade Cüce Çaker kiminin gözünde pamuk gibi bir evliya, kiminin gözünde cüce bir şeytandı. Keramet gösterdiği gibi büyü de yapabiliyor, mesela insanları ortadan yok ediveriyordu. Saray salonları kadar geniş olan ve yine saray kadar zengin döşenmiş hücresi de büyülü idi ve kendisi oradan uçup kaybolabiliyor-du. Kapısından izinsiz girmeye kalkanları cin çarpıyordu. En iyi dostları arasında İstanbul Kadısı ile Tomruk Emini vardı. Esnafın dertlerini dinliyor, yılda bir gün hallaçların fukaralarına yardım ediyor, evlenecek kızlarının çeyizini hazırlatıyordu. Akbıyık'taki köşkünde çok güzel cariyeleri vardı ve onun cariyeleri kadar güzelini sarayda bile bulmak imkânsızdı.

İkinci gün öğrendikleri bilgiler bu bildiklerini ters yüz etmeye yetmişti. Bir yolunu bulup kapı kâhyası Tazı Cafer'i yakalamış, Yerebatan Sarnıcı'na çekmişlerdi. Burası İstanbul'un ilk su sarnıcıydı ve içinde biriktirilen su hâlâ kullanılmaktaydı. Lakin birkaç ay evvel burası hakkında halk arasında söylentiler çıkmış, cin yatağı olduğu haberleri yayılmış, geceleri iyi saatte olsunların toplantı yaptığına dair rivayetler dolaşmış ve ihtilal sırasında da azılı haydutlar esnaftan bazı adam-

445

lan burada söyletmiş, sonra dışarıya cesetleri çıkmıştı. Belki de bu yüzden İstanbul halkı Yerebatan Sarnıcı yakınlarında bile görünmek istemiyorlardı. Nitekim Kara Şahin ile iriyarı Bi-can Efendi'nin Tazı Cafer'i içeriye sürükleyerek götürdüklerini gören iki kişi, ihtilalcilerin yine adam kaçırdıklarını düşünüp oradan hızla uzaklaşmışlardı.

Doğruydu, cinler burada top oynuyor sayılırdı. Su damlalarının zemine düştükleri vakit çıkardıkları sesler haricinde her şey ıpıssızdı. Kapıları sürgüleyip etrafı dinlediler. İçeride kimsecikler yoktu. Sarnıç içinde ma-i leziz ağasının su kontrolü yaparken kullandığı sandala binip doğruca Medusa başına kadar ilerlediler. Sonra da tutsaklarını sütuna baş aşağı bağladılar. Adamın ağzı su seviyesinde kalıyordu ve ağzına su dolma-ması için boynunu geriye doğru çevirmek zorundaydı. Baş aşağı bağlanmış birinin belli bir müddet sonra başını geriye doğru tutabilmesi tam bir işkenceye dönüşüyordu. Sormaya başladıklarında Tazı Cafer önce direndi. Doğru cevap alamadıkça saçlarından tutup başını suya batırıyor ve öylece boğulma noktasına kadar tutuyorlardı. Bir müddet sonra adamın boynu o derece ağrımaya başlamıştı ki geri kalanını, suya başını sokup çıkardıkça daha onlar sormadan söyledi:

"Cüce Çaker aslında bir simya ustasıydı. Oturduğu mekânın alt katındaki mağaralarda çalışıyordu. Mücevherlere karşı çok hassastı. İstanbul'da onun bilmediği ve isterse elde etmediği mücevher yoktu. Şehirdeki mücevher hırsızlıklarının çoğunu o planlıyordu. Çalamadığı mücevherlerin sahtelerini yaptırıp hamam külhanlarında bulundurduğu adamları vasıtasıyla değiştirttiği olurdu."

Tazı Cafer başını geride tutamadıkça artık kendiliğinden suya daldırıp çıkartıyor, o sırada bunları kesik kesik anlatıyordu. Bir müddet sonra ıztırabına artık son vermeleri için yalvarmaya, bilmek istedikleri her şeyi söyleyeceğine yeminler

446

etmeye başladı. Bican Efendi asla merhamet göstermeyecekti ama adam bayılmak üzereydi. Baş aşağı durmaktan kanı beynine akmış, yüzü mosmor kesilmişti. Bağlarından kurtarıp sandala oturttular. Tazı Cafer cümlelerinin geri kalanına bir nükte ile başladı:

"Mücevher âşıkıdır. Ona Pamukzade değil de Cevherzade demek daha doğru. Ve bir özelliği daha: Büyücülükte çok mahirdir. İnsanı kılıktan kılığa sokabilir, güneşin doğduğu andan bir sonraki gün doğumuna kadar kişiyi kendisinden başka birisi yapabilir. Dairesinden bir dehliz Sultan Ahmet arastasında bir kumaş dükkânına açılır. Bu dükkânı biz işletiriz. Fazla müşteri gelmez. Gelene de biz asık surat gösterip ayağını keseriz. Alışverişi yoktur sizin anlayacağınız."

"Ortadan kaybolma numarasının sırrı bu mu?"

"Evet. Buradan dükkâna geçerek hallaç esnafını ortadan kaybolduğuna inandırmıştır."

Tazı Cafer, baş aşağı kalmanın bünyesine verdiği hasar yüzünden fazla dayanamamıştı. Bayılmadan önce ağzından şu cümleler döküldü:

"O koca kafasının içi safi beyin doludur. Eğer onu ele geçirmek istiyorsanız çok dikkatli olun. Bileğine yapışmadan kimse onu yakalamış olamaz!.."

Evet!.. Dumanların altında onun nasıl parlak bir beyin olduğunu görüyorlardı. Ama yine de ellerinden kaçamayacaktı. Buradan kaçsa bile Bican Efendi arastadaki dükkânda onu bekliyordu. Kara Şahin üzerine doğru ilerlediği sırada Cüce Çaker tepesindeki halatlardan birine daha asıldı. Bu sefer Şa-hin'in üzerine alevler saldırıyordu. Evet, yakan bir alevdi bu. Hiç büyü gibi değildi. Kükürt ve ateşe hükmetme becerisi bütün simyacıların ortak özelliğiydi. Zorlu birine çattıklarını iyice anlamıştı. Ateşin çevresini dolaşmak istedi. Hayret, o ne tarafa giderse ateş o tarafa yöneliyor ve onu kapıya doğru sü-

447

rüklüyordu. Bu sırada Hörükız duvara tutunarak ilerlemeye devam etti. Ellerinin dokunduğu halıda bir manzara, manzara ortasında da bir dişi geyik vardı. Geyik resmini tamamlasın diye de üzerine gerçek geyik boynuzları çakılmıştı. Ayağının altında bir hareketlenme oldu. Derhal geyik boynuzuna tutundu. Yer çukurlaşıyordu. Birden tutunduğu boynuzla birlikte savrulduğunu, sonra da bir dehlizden sürtünerek aşağılara düştüğünü hissetti. Şimdi bambaşka bir odadaydı. Tutunduğu geyik boynuzu bir anahtar olmalıydı. Karanlığa gözleri alışınca yerde kazanlar gördü. Tazı Cafer'in söylediği mağara bu olmalıydı. Burası bir simya ocağı olduğuna göre çeşitli eczalar ve damıtma cihazları bulunmalıydı. Hah, işte raflarda sıralıydılar. Biraz sonra içeri birilerinin gireceğinden adı kadar emindi. Kendisini savunmak üzere birkaç ecza kabını eline alıp kazandaki eriyiklerden doldurdu. Şimdi kapıyı bulmalıydı.

Üst katta Kara Şahin kapıya yaklaştığı sırada eşikte birkaç susak gördü. İçleri su doluydu. Hepsini teker teker başından aşağı boşaltıp ateşe daldı. Cüce hayret etmekle birlikte bir kahkaha daha kopardı:

"Gel bakalım, süt kuzusu... Sanki seni bir yerlerde görmüş gibiyim ben!"

Bu sırada kendisi salonun tavanında uçmaya başlamıştı.

"Tanırsın elbet!. Karımı öldürmüştünüz!"

"Yanlışın var evlat, ben genelde yaratırım, öldürmem."

Odanın içinde devamlı bir dönüş vardı ve onu takip etmekten dolayı yerde Şahin'in başı dönmeye midesi bulanmaya başladı. Neredeyse yere yıkılacaktı. O sırada Cüce Çaker bir ipin ucuna daha asıldı ve zemin ayağının altından kaydı.

Hörükız gümbürtüyle açılan kapağa saldırdı. Elindeki dolu küreyi kafasına geçirmek üzereyken yere düşenin Kara Şahin olduğunu fark etti. Son hatırladığı, odanın içine yayılmakta olan kokunun genizini yaktığı oldu.

448

I i I

"EveeetL Şimdi sorma sırası bende! Sizi kim gönderdi bakalım?!"

"Kimse!"

"Neyin peşindesiniz peki?"

"Karımı öldürdün, hesabını sormaya geldim."

"Ben mi öldürmüşüm karını? Bu yaşımla, bu cüssemle ben ha?"

Cüce hem alay ediyor, hem de bir hortumdan üzerlerine buhar püskürtüyordu. Buhar burun deliklerinden girdikçe içlerini yakıyor, gözlerini kaşındırıyor, kulaklarını gıcıklandırıyordu. Kaşınmaları gerekiyordu, lakin elleri yukarıdan iple bağlı ve tavana asılı vaziyetteydiler. Simya kazanlarını kaldıran cayraskal düzeneği ikisinin de ayaklarını yerden kesme noktasında durdurulmuştu. Parmak uçlarında durur gibiydiler. Bedenleri karıncalanıyordu. Kara Şahin ağzında değişik bir tat hissetti. Sanki baygınken Cüce ona bir şeyler içir-mişti.

"Evet sen!.. Sen, Tomruk Emini, Aslan Ağa..."

"Bu saydığın herifler gerçekten katildir haa!.. Öldürmüşlerdir. Sahi kimdi senin karın?"

"Aslanağa'nın kızı Nakşıgül Hatun!.."

"Efendi bütün kadınlar zaten Aslan Ağa'nın kızıdır. Hele sen başka şeyler söyle. Nerede, ne zaman, nasıl falan..."

"Yenibahçe'deki konakta, geçen sene..."

"Haaa, anladım!.. Önce sen Yenibahçe'deki bağ kulübesini konağa çeviren bu ellere teşekkür et bakalım!.."

"Nasıl?"

"Efendi, kim bir kulübede gerdeğe girmek ister veya bir kulübede gerdeğe girmek için sekiz yüz altını kayınbabasının avucuna döküverir ki?.."

449

"Ah eşek kafam, anlamalıydım... Konağı yerinde bulamadığım vakit anlamalıydım. Mahalleden hiç kimseye evliliğimi inandıramadığım vakit anlamalıydım. Peki Nakşıgül sağ mı?" "Ben sana katil olmadığımı söylemedim mi?" "Sağ ise şimdi nerede?"

"Haag!.. Sağ mı, sağ ise nerdeee? İşte çok özel iki malumat. Her biri otuz bembeyaz ve yuvarlak inci eder."

Kara Şahin suratına inen yumruğun uğultusuyla cümlenin sonunu duyamamıştı. Cüce Çaker karşılarında bir peykeye kurulmuş, üstünde sallanan iplerden birini daha çekmişti. İp çekilir çekilmez tavandan inen bir kolun ucunda ayvalara sarılmış paçavradan yumruk, suratına inmişti. Sonra Cüce Ça-ker'in kahkahası duyuldu:

"Ben ayvayı yarı ezilmiş severim de!.. Neydi adın bakayım, Hörü mü? Sen de ister misin?"

Cüce Çaker bir başka ipin ucunu asıldığında Hörükız suratını yumruktan sakınıp gözlerini yumarken karşıdan sarkaç biçiminde bırakılmış bir gülle karnını çökertti. İçi dışına çıkmış gibi oldu. Öğürdü, nefesi daraldı, öksürdü.  Kıvranmak istiyor ama ellerinden güç alıp kıvranamıyordu.

"Affedersin hanım sultan, bu balkabağıydı... Sırada pırasa olacak. Hığ. Sana gelince Kara Şahin!. Az sonra, yarattığım ve sonra başkalarına öldürttüğüm insanlar gelecek yanına. Hangisi karındı bana söylersin değil mi? Hağh, hağh..."

450

Şahin'in önünde çok geçmeden erkek ve kadın yüzleri belirmeye başladı. Gitgide bedenleri de oluşuyordu. Alımlı çalımlı, altın yaldız perçemli, sikirdim nümayişli kadınlar, dünya güzeli tek başına defineler. Bazısı gülüyor, bazısı çığlık atıyor, bazısı da kendisiyle alay ediyordu. Renk renk kıyafetler arasında çıplak olanlar, kavga edenler arasında sevişenler... Görüntüler gittikçe kalabalıklaşıyor, Şahin dikkatle hepsine bakıyor, tanımaya çalışıyor, kıvranıyor, yerinde duramıyordu. Hörükız neler olduğunu, Şahin'in neden bu anlamsız hareketleri yapıp durduğunu anlayamıyordu. Şahin "Nakşıgül!, Nakşıgü-üüül!" diye çığlıklar atmaya başladığında Cüce bir ipe daha asıldı ve Kara Şahin'in üzerinden bir kova su boşaldı.

"Gördün mü?!.."

Cüce Çaker'in hırıltılı kahkahaları karnına yediği yumruktan daha sinir bozucuydu. Kara Şahin ıslandığı halde bile kendine gelemiyordu. Demek etkili bir ilaç içirilmişti. Bir çare bulmalı, bu iğrenç heriften onu kurtarmalıydı. Babasına söz vermişti, Şehzade Ahmet'i tehlikelerden koruyacaktı. Cüceyi oyalamak için sordu:

"Bu nasıl sihir olabilir, inanmıyorum."

"Sihir de tıpkı simya gibi bir ilimdir sultanım. Fakat sihirle görülenler aslı olmayan hayaller değildir. Bilakis aslı olan bir şeyin hayalidir. İşte şu gördüğü çadır Isfahan Hanı'nın çadırıdır. Az sonra size hemen şuracıkta Lahor sultanının sofrasını kurdurabilir, çevrenize hizmetçiler yığabilirim. Efsun ve hülya insan muhayyilesini inandırır. Seninkinin evlendiğini sandığı kız hakikatte bizim çöpçatan karıydı, ama onu iki yıl evvel Sultan Ahmet'in Kölemen Emiri'ne hediye ettiği Gürcü cariye olarak gördü, Nakşıgül olduğuna inandı."

"Yani Nakşıgül yaşıyor -bunu söylerken bir tuhaf olmuştu-öyle mi?"

451

"Uyle tabii. Ama bunu seninkine söyleyemezdim. Varsın karısının cariye diye satıldığını bilmeden mutlu ölsün."

Hörükız Cüce Çaker'in "Varsın, mutlu ölsün!" sözünden Kara Şahin'i zehirlediğini anlamıştı. Bir an evvel bir şeyler yapmalı, önce kendini, sonra onu kurtarmalıydı. İçindeki tedirginlik öfkesini kabarttı. Belki de bu adamın davranışlarını değiştirmek, sağlıklı düşünmesini önlemek lazımdı. Öfkelendirmek de bir yol olabilirdi. Onu aşağılamak istedi:

"Seni kuduz köpek, onu zehirledin mi yoksa?!.." "Hağh, hağh!.."

"Lanet olası bok çukuru!.. Suratını fareler yiyesi kambur cüce, söyle zehirledin mi?!."

"Cık, cık, cık... Sana hiç yakıştıramadım, hiç!.. Ayrıca mutlu bir ölüme zehirlenmek diyemezsin!.."

"Mutluluğu veren öd torbasına bakın hele!.. Gerdek gecesinde onun karısını öldüren konuşuyor?"

"Ben katile benziyor muyum hiç güzelim!.. Ayıp, çooook ayıp. O gece kimseyi öldürmedik. Bindalh'nın ölü oynaşının yüzüne birazcık balmumu, damadın şerbetine de biraz Cabilsa şurubu yetmişti... O gece kime baksa Nakşıgül diye sarılırdı zahir. Ertesi gün Eyüp Tomruğu'nda suyuna şu eczadan katmasaydık ağlaya ağlaya ölecekti. Ama bu gün ona bu eczadan veren olmayacak!.. Ama yine de iyiliğim üstümde, bu sefer ona bir iyilik daha yaptım. Azıcık sabret bak, seni dünya güzeli karısı zannedip sevinecek ve ardından kahkahalarla gülmeye başlayacak. Eh ağlayanların da bir gün gülmesi gerek değil mi?!.."

"O zehiri yaptığın güne lanet okuyacaksın Allah'ın belası, sidik suratlı cüce."

"Biz adama sevgili yanında, güle güle ölme şerefi bahşediyoruz, sen hâlâ..."

"Kes sesini pislik, büyüye layık gördüğün bir gerdek gecesi bile ona bir ömür acı çektirecek."

452

"Bahtiyar bir zevk gecesi, otuz beyaz inciye değmez mi sence, ha, değmez mi?"

"Değmez aşşağ..."

Hörükız iki göğsünün arasından bedenini delip geçen bir okun acısıyla kıvrandı. Üstelik ok peşinden alev almış bir ibrişimi sürükleyip getirmişti ve ibrişim sönmek bilmiyordu. Bütün bedeninini alevler kaplamıştı ve acısı tahammülden öte bir şeydi. Demek Cüce Çaker yine bir ipin ucunu asılmıştı. Artık ikisi de ayakları üzerinde durmuyor, ellerinin bağlı olduğu halatlarla tavana asılı, baygın bekliyorlardı. O sırada bir çift gözün, bütün bu olup bitenleri gözlediğinden kimse haberdar değildi.

I 11

Bican Efendi Sultan Ahmet Arastası'ndaki kumaş dükkânına vardıktan birkaç dakika sonra sıska ve ihtiyar dükkâncı ondan şüphelenmiş, sorular sormaya başlamış, dükkânından gitmesini istemişti. Bican Efendi dışarı çıkar gibi ayağa kalkınca punduna getirip adamı önce yere yapıştırmış, sonra kıskıvrak bağlamış, sesini çıkarmasına fırsat vermeden tezgâhın altına tıkmış, üzerine de Bursa çatmalarından bir kumaş topunu açı-vermişti. Kapıyı içeriden sürgüleyip dolabın içinden girilen dehlizde ilerlemeye başladığında önce bu dehlizin bir cüceye göre olduğunu gördü. Gittikçe daralıyordu. Hatta bir yerinde sıkışıp kalmış, farelerin hücumuna bile uğramıştı. Azman hayvanlar hayat yollarının tıkandığın zannedip çığlık çığlığa bağırmaya başladıklarında bir an evvel buradan kurtulması gerektiğini, yoksa fare çığlıkları dehlizin öteki ucundan duyulursa ölümüne davetiye yollanmış olacağını düşünmüştü. Öyle ya, ta Felemenk diyarından gelip de İstanbul'un bütün güzellikleri dururken bir dehlize sıkışarak ölme düşüncesinden kim ürk-mezdi? Çırpındı, çırpındı. Giysisi parçalanasıya kadar çırpın-

453

di. Dar bölgeyi geçtiğinde üzerinde yalnızca çiçek desenli iç çakşırı vardı ve dehlizin bir daha daralmaması için dua etti. Neyse ki çok geçmeden sesler duymaya başlamış, fareler ve köstebeklerin çekilip gittiğini fark etmişti. Dikkatle ilerleyip de ışık sızan kapıya geldiğinde hırıltılı bir ses, "Otuz beyaz inciye karşılık bahtiyar bir zevk gecesf'nden bahsediyordu. Gözünü kapıdaki yarığa yerleştirdi. Gördüğü manzara dehşet vericiydi. Cücenin olması gereken yerde Kara Şahin ve Hörükız duruyorlardı. Besbelli ki içeride birkaç kişi onları kıskıvrak yakalamıştı. Ama hiçbiri ortada görünmüyorlardı. Yalnız Cüce Çaker yerinden hızla kalkıp birkaç ipin ucunu duvardaki çengellere astı ve odanın en izbe köşesinde gözden kayboldu. Bican Efendi uzun süre bekledi. Sessizliği bozan tek ses Kara Şa-hin'in kendine gelip ağlamaya başlamasıydı. Kara Şahin çocuk gibi ağladığına göre çok kötü gerçekler öğrenmiş olmalıydı. Onu hiç böyle görmemişti. Hörükız hâlâ baygındı. Kara Şahin bir ara ona baktı, sonra "Nakşıgülüm, şekerparem!.." deyip bu sefer gülmeye başladı. Bu arada Cüce Çaker kaybolduğu karanlık köşeden hızla odaya yeniden girdi. Elinde altın külçeleri vardı. Demek gerçekten simyayı başarmış, altın elde edebilmenin yolunu bulmuştu. "Yahut da..." dedi içinden, "Kara Şa-hin'in ve öldürdükleri diğer adamların altınları bunlar!" Cüce Çaker külçeleri istiflediği kasayı tezgâhın üzerine koyup yeniden gözden kayboldu. Bican Efendi burada garip bir şeyler olduğunu hissetmişti ama başka kimseyi de görememişti. Kara Şahin'in kahkahaları ortalığı boğmaya başladığında bu fırsatı kaçırmak istemedi ve kapıya yüklendi. Sürgülü olmalıydı. Eliyle yokladı ama mandal bulamadı. Karanlıkta kapının her yerini tekrar tekrar yokladı. "Bu kapıyı dışarıdan da açan bir düzenek olmalı" diye düşünüyordu. Ortalık zifiri karanlıktı, eliyle çevresini yoklamaya başladı. Sonunda kapının menteşe duvarında eline bir düğüm ilişti. Evet, bu olmalıydı. Yarıktan içe-

454

riye baktı. Tam ipi çekecekti ki Cüce elinde külçelerle yeniden odaya girdi. Bir sefer daha gidip altın getirmesi için dua etmekten başka çare yoktu. Külçeleri kasaya yerleştirdi, kasanın dört yanındaki halkaları yukarıdan sarkan bir zincire bağlayıp zincirin ucundaki mekanizmanın kolunu çevirdi. Külçe sandığı tezgâh üzerinde önce yürüyüp sonra bir karış kadar havalandı. Bican Efendi "Demek yukarıya çıkaracak! Kaçmaya hazırlanıyor" diye düşündü. Cüce altın kasasını öylece bırakıp oturduğu peykeye gitti. Tavana asılı iplerden birini daha çekmesiyle Kara Şahin'in yıldırım çarpmış gibi yerinde yalabık-lanması bir oldu. Sanki ağlara takılmış bir balık gibi çırpınıyordu. Kahkahaları kesildi. Bir dakika kadar sonra bayıldı. Cüce Çaker o bayılır bayılmaz geldiği deliğe doğru yeniden hareketlendi. Şimdi etrafta çıt yoktu. Bican Efendi hem sessiz olması, hem de elini çabuk tutması gerektiğini iyi biliyordu. Düğümü yavaş yavaş çekti. Onun korktuğu cüce değildi ama eğer içeride kendisinin görmediği köşelerden birinde cücenin muhafızları varsa başa çıkmak zor olabilirdi. Çünkü üzerinde hiçbir silahı yoktu. Kapının gıcırdaması her şeyi berbat edebilirdi. Neyse ki korktuğu olmadı. İçeriye girip yavaşça kapıyı kapadığında ilk yaptığı şey gizlenecek bir yer aramak oldu. Cücenin peykesi bu iş için uygundu. Hemen arkasına geçip gizlendi. O sırada Cüce içeri girdi. Külçeleri sandığa yerleştirdikten sonra durdu, etrafı dinledi, havayı kokladı ve neşeli bir homurdanışla sordu:

"Hm!. Bir misafirimiz var, öyle mi?!"

Bican Efendi'nin kalbi duracak gibi oldu. Cüceden korkmuştu. Daha doğrusu adamın böğürür gibi konuşması çok ürkütücüydü. Ona sırtı dönük bir kişi bu sesin bir cüceden çıktığına asla inanmazdı. Bekledi. Cüce yerinde yavaşça döndü. Yere sakına sakına basarak duvarda dizili cam tüplere doğru ilerledi. Bican Efendi bir ara arkasından gidip kıskıvrak yaka-

455

lamayı düşündü. Sonra bundan vazgeçti. Peykenin bacaklarını kavradı. Gerektiğinde kaldırıp onunla vurabilirdi. Cüce raftan yıldız kesimi demir bir kabare aldı. Sonra aniden dönüp fırlattı. "Ciyak!.." sesiyle birlikte tavandan kazanın içine bir fa-    t re düşmüştü.

"Ben size eczalarımdan uzak duracaksınız demedim mi?!." Bican Efendi az kalsın bayılıyordu. Cücenin maharetini görmüş, karanlıkta küçük bir kabareyi bir farenin tam alnına saplayışını hayretle izlemişti. Yerinden kıpırdayamıyordu. Tedbirli olmalıydı. Ayak seslerini dinledi. Cücenin yeniden aynı dehlize gittiğinden emin olunca başını kaldırıp çevresine bakındı. Şansı yaver gitmişti. Peykenin altında bir çuval buldu. Adamın geleceği deliğe doğru ilerleyip hazır bekledi.

111

Sonraki soruları Bican Efendi sordu; tavana asılı çuvalın içindeki Cüce Çaker cevapladı. Her yalan söylediğinde çuvalın içine, simya denek farelerinden canlı bir tanesini daha atıyordu. Farelerin ciyaklamalarıyla çıldırmadan evvel altınların, mücevherlerin, katillerin ve cesetlerin yerlerini birer birer söyletti. O sırada Hörükız yarı baygın yatıyor, Şahin de "Nakşıgü-lüm!" diye ona sarılıp sarılıp gülüyordu. Hatta bir ara Bican Efendi'ye bakıp iç donunu göstererek gülmeye devam etti:

"Bu ne hal Bican Efendi!. Hah, hah, ha... Nakşıgülüm, gözümün nuru!.."

456

66. Sual: O Hikâye Nasıldı?

Ahmet Dede'nin kısa ama derin sohbeti, ihtilal ortamında şiddete alışmakta olan ruhuna munis bir anne şefkati kadar iyi gelmişti. Mevlevihane'yi çok özlediğini o vakit anladı. Derman Dede'yi, Kazancı Dede'yi, cümle canları dört ay sonra yeniden görmek bir bahtiyarlık sayılırdı. Belki de yeniden buraya gelip dervişliğe soyunmalıydı. Çünkü burada sevdiği insanlar vardı ve İstanbul'un bu sonbaharı pek çoklarının tanıdığı, sevdiği insanları savurmuş, alıp götürmüştü. Yangınlar, yağmalar, çatışmalar ve kıtaller... Mevlevihanedeki asude hayat devam ediyordu çok şükür. Yalnızca Süleyman Nahifi Efendi'yi göre-

457

memişti. Ahmet Dede'nin söylediğine göre şair Nedim Efen-di'nin gıyabi cenaze namazına gitmişmiş. Zavallı Nedim Efendi!.. Çırağan ve Sadabat'ın, kış gecelerinde helva sohbetlerinin renklerinden, kokularından, nağmeler ve nüktelerinden, eğlence ve oyunlarından ilhamlar alarak şuh handeler gibi şakıyan mısralarıyla ne derece hassas ve rind bir şair idi. Engin ruhunda gamların barınabileceği ufak bir liman bile bulunmayan bu adamdan geriye gazeller ve şarkılarla birlikte gonca dudaklardan ve pembe lalelerden daha rakik, süzgün ve aşüfte handeler kalmıştı. Mevlevihane'deki söylentiye göre isyancılar Beşiktaşı'ndaki evinin kapısına dayanınca yarı mest, çatıya çıkmış ve oradan kendini boşluğa bırakıvermiş. Bunu duyunca onun geçen yıl dillerde dolaşan gazelinin son beytini mırıldanmaktan kendini alamadı:

Ey Nedim, ey bülbül-i şeydâ, niçin hâmûşsun Sende evvel çok nevalar, güft ü gûlar var idi*

Canların öğle zikrine hazırlandıkları esnada Mevlevihane'den ayrılırken Nahifi Efendi'nin hücresindeki yastığın üstüne küçük, kirli, topraklara bulanmış bir kesecik bıraktı. Bu, kuşluk vaktinde Şeyh Yahya Efendi Dergâhı'nın naziresinden, çıkardığı üç keseden biriydi ve içinde armudî bir zümrüt vardı. Nahifi Efendi'nin sır saklayacağından, keseyi asla sorgulamayacağından ve parasını tekkenin masraflarına harcayacağından emindi. Bican Efendi daha bu sabah ona mezarı tarif ettiğinde kendi incilerini bulacağını söylemişti. Cüce Çaker'in koynuna üçüncü fareyi attığı zaman itiraf ettirmişmiş. Anlattığına göre Dergâh'a girmeden yirmi adım kadar solda bir kap-

*    Ey Nedim, ey çılgın bülbül, neden böyle sustun? Oysa sende ne muhteşem şakıyışlar; söylendik, söylenmedik nice sözler var idi...

458

tan mezarıymış. "Bir lahit mezardır. Şahidesi kırık bir kalyon direği ve o direğe bağlı bir yelken şeklinde yontulmuştur. Lahdin sağ omuz köşesinde," diye söylemiş. Kara Şahin gelirken umutsuz olmakla birlikte tam tarif edilen yerde mezarı, hemen altında da incileriyle birlikte bambaşka iki kese daha bulmuştu. Mezarın kitabesi gerçekten de eski bir denizciye aitti. Kitabesini okurken annesini hatırladı. Çoktandır mezarına gidememişti. Onun da tıpkı bu denizci gibi ansızın ömür gemisinin sereni kırılmış, yelkeni toplanıvermişti. Bu mezar taşı kendisine çok şey anlatıyordu. Belki de bu yüzden şimdi Mevlevihane'ye uğramış, kim bilir kimlerin başını yakmış olan iri zümrüdü, yine kimsenin haberi olmadan oraya bırakmıştı. Kapıdan çıktığında belindeki kuşakta sakladığı diğer iki keseyi eliyle yokladı. Seviniyordu. Atını tırısa kaldırdı, sonra da dörtnala sürdü.

Hörükız'ın kendisinden evvel Galata rıhtımına ulaşmasını istemiyordu. Eğer her şey yolunda gittiyse o da muhtemelen şu sıralarda Kazasker İshak Efendi'nin yanından ayrılıyor olmalıydı. Bu sabah ona da Binbirdirek Sarnıcı'ndaki hazinenin emin ellere ulaştırılması vazifesi düşmüştü. Baba dostu İshak Efendi ancak ona inanır, ihbarcıyı tutuklatmazdı. Cüce Çaker'in biriktirdiği onca külçede İstanbul tacirlerinin ve zenginlerinin hangilerinin pay sahibi olduğu belli bile değildi. Üstelik çoğu bu altınlar yüzünden Halic'in derin sularında ebedi uykulara dalmışlardı. Elbette bunca altın ancak Âl-i Osman hazinesine konulmalıydı. Hörükız bunu başaracaktı.

Şahin, geçtiği yollarda İstanbul'u neşeyle seyrediyor, karşılaştığı insanlara genç yaşlı, çoluk çocuk selam veriyordu. Atını ya Tophane'de yahut Azapkapısı'nda bırakması gerekiyordu. Çünkü şehirde hayat normale dönmüştü ve at ile dolaşmak artık yalnızca üst rütbeli devletlüların ayrıcalığıydı. Hele köprüye at ile girerse tutuklanırdı. O Azapkapısı'nı tercih etti. Sonra da koşarak rıhtıma vardı.

459

m

¦,¦11,"

ti

Hafız Çelebi elini Topaç Yeye'nin omzuna atmış, hemen köprü girişinde onu bekliyorlardı. Heyecanla ve kaş göz işaretiyle incileri bulup bulmadığını sordular. On-ı,     lara gülümsedi. Hafız Çelebi biraz

    solgun ve  durgundu.  Yeye  onu ayakta tutmaya çalışan bir baston k, ,    gibiydi. Bican Efendi mürur tezki-I'!!    resini almış veda için geliyordu. Geminin demir almasına yarım sa-

flffi     at vardı. Şahin'in gülümseyen şif-\   resine o da çok sevindi. Sonra hepsinin gözleri köprünün İstanbul yakasından gelecek Hörükız'ı aramaya başladı. "Şu sıralarda gelmesi lazım." "Evet, inşallah her şey yolunda gitmiştir." "Yolunda gitti elbette!.." Hepsi birlikte arkalarını döndüklerinde Hörükız'ı feraceli bir kadın olarak gördüler. Kara Şahin neredeyse sanlıverecekti! Ellerini açıp adım attığı sırada birden duraksadı. Diğerleri bunu anlamışlardı. Hörükız başını yere eğdi. Şahin bakışlarını gökyüzünde gezdirdi.

"Ih-ımL Şimdi hepiniz gelin bakalım, ayrılmadan son bir

kez konuşalım."

Bican Efendi durumu iyi kurtarmış, Yeye ile Hafız Çele-bi'nin gülmemesini sağlamıştı. Hamallar tarafından gemilere yüklenmek üzere filelerle bağlanmış balyaların arkasında bir köşeye çekildiler. Bican Efendi bütün ayrılıkların, bütün vedalaşmaların ruhunda var olan hüzünlü bir tonda konuşmaya başladığında elindeki çıkının düğümünü çözüyordu:

460

"Artık yaşlandım. Önümüzdeki baharda, Katre-i Hayat'ın açtığını görmeye gelir miyim bilemem. İki ömrüm olsaydı ikincisini de İstanbul'da geçirmeyi çok isterdim. Olanlara rağmen insan bu şehirde daima bahtiyar yaşayacak sebepler bulabilir yinls de. Yeye! Laleler artık sana emanet!.. Yeni bir lale ürettiğinde işte şu gemiyle bana da bir soğan gönder. Gönder ki sizi hiç unutmayayım. İşte şu kese o göndereceğin soğanların havale bedeli. Ve şu da Şehnaz'ın çeyizi için."

Bican Efendi çıkının içinden biri küçük, diğeri büyük iki keseyi el çabukluğuyla Topaç Yeye'nin kuşağına sokuverdi. Herkes şaşırıp kalmıştı. Topaç Yeye birden Şehnaz'ı düşündü. Sonra hepsi birden itiraz edecek oldularsa da fırsat vermedi, Yeye'nin başını okşadı:

"Bunlar, evladım, Aslan Ağa'nın senden çaldığı anne şefkatinin ve gençlik yıllarının bedelidir. Al, çekinme... Huri Kızım sana gelince. Bir oğlum olsaydı senden başkasını gelin almazdım. İstiyorsan gel benimle şu gemiye bin, seni asilzadelerle evlendireyim. Yok, gelmem diyorsan şu küpelerle düğmeleri benden hatıra say!"

Hörükız, avucuna konan iri elmas küpeler ile zebercet düğmelere bakarken şaşırmakla birlikte işi şakaya vurdu.

"Bican Efendi!.. Cüce Çaker'in hazinesini mi yağmaladın sen? Kazasker İshak Efendi'ye haber vermeliyiz!.."

"Ben bir koşu varayım, gemi kalkmadan..."

Hepsi birlikte gülüştüler. Bican Efendi son cümleyi söyleyen Kara Şahin'e susmasını işaret etti:

"Elbette senin konağını da geri aldım. Annenin hatırası say, düğününü orada yap!.."

Hörükız başını gemiden yana çevirdi. Kara Şahin ile göz göze gelmek istemiyordu. Düğünden bahsediliyordu. Nakşı-gül'ün sağ olduğunu ona söylememişti. Belki de hiç söyleme-"leliydi. Hem sağ olsa bile şimdi kim bilir hangi sarayda, kaç

461

çocuk annesiydi. Tabii olmayabilirdi de. Üstelik ona söylemediği başka şeyler de vardı. Acaba bir şehzade olduğunu öğrenmek ister miydi? Kendisinin onu yaşatmak için yaşadığını bilse ne düşünürdü? Annesinin ölmeden evvel kendi babasına otuz iri inci tanesi vererek onu korumasını ve şehzade olduğunu bildirmemesini vasiyet ettiğini, babasının da bu incilere hiç dokunmadan onu koruduğunu öğrenmesi ne işine yarardı. İki yıl evvel babasının ölürken verdiği incileri şimdi getirip önüne saçsa ne düşünürdü. Haliç'te sandalına çarpan basmacı kayığındaki hamlacının da, Seyrekbasan Osman'ın yardımını otuz altın karşılığında ona Hızır gibi ayarlayanın da, hatta Tomruk Emini onu çarşıda yakalamak üzereyken çığlık atıp dikkatleri dağıtan kadının da, Elçi Hanı'nda elinde hançer ile yerde bulduğu adamı bayıltan meçhul kişinin de, daha pek çok yerde hissettirmeden işlerini düzene koyan kişinin de kendisi olduğunu bilmesi ona ne yarar getirirdi ki? Üstelik belki "Ele girmezse eğer sevdiğimiz / Ne çare eldekini sevmeliyiz" beytini bir yerlerde duymuş da olabilirdi. Ona bundan böyle "Şehzade Ahmet veya Sultan Ahmed-ı Râbi (IV. Ahmet)" denilmesini gerçekten ister miydi? Annesin hatırasını taşıyan "Ahmet" adı acaba o vakit kendisine güzel gelir miydi? Acaba...

Acaba...

Sorular zihninde uzayıp giderken Kara Şahin'in Şehzade Ahmet olduğunu İshak Efendi'den ve kendisinden başka bilen hiç kimsenin artık kalmamış olduğunu fark etti. Başına gelenlerden sonra İshak Efendi'nin yeni hükümdara ve yeni vezire bu şehzadeden bir daha bahsetmeyeceğinden adı gibi emindi. Patrona Halil, yalnızca Sultan Ahmet'i değil, bilmeden Şehzade Ahmet'i de hal' etmişti. Bütün bunları düşünürken Kara Şahin'in düğün konusunda ne cevap verdiğini yahut altınlara ilişkin ne yaptığını hiç bilmedi. Elbette Şahin'in neyzen bakışıyla bütün o düşünce anını izlediğini de bilmedi. Başını gen

462

döndürdüğünde yalnızca "uemryı Kaçırac<msıııız. t»uu> «^.v,.. di!" diyebildi.

"Keşke kaçırsa!.."

"Kafız Selebim! Dört gün evvel kaçırmıştım biliyorsun. Bir daha geldi. Bunu kaçırsam biri daha gelecek. Bundan böyle İstanbul'a gelen gemilerin değil de İstanbul'a giden gemilerin yolunu gözlemek istiyorum. Ta ki ikiz lalelerimden birini sana ulaştırabileyim. Benim aziz dostum!.. Müslümanlar 'Hakkını helal et!' diyorlar ya, sen de bana hakkını helal et. Sizin cennete beni alırlarsa orada ziyaretine gelirim; olmazsa sen beni ziyarete gel. Çünkü seni çok özleyeceğim."

III

Yelkenlerini doldurup Sarayburnu'nu dönen Flandır bandıralı Amsterdam gemisinin puntellerine yaslanıp İstanbul'u daha şimdiden özlemiş gibi son defa seyretmekte olan gözlerden iri avuçlarını dolduran nadide bir gerdanlığın incileri ve yakutları üzerine akan gözyaşları, yakutların sıcaklığı ve incilerin saydamlığına karışıp kayboldu. O sırada rıhtımdaki nemli gözler, bir daha karşılaşamayacaklarını bildikleri bir dostun son görüntülerini gözbebeklerine nakşetmekle meşguldüler. Ne Şahin'in pazubendinden çıkarıp Hörükız'ın avucuna sıkıştırdığı inci tanesini, ne de Hörükız'ın gözünden süzülen inci tanesini kimsecikler görmedi. Hafız Çelebi bir hikâye anlattı.



463

HATİME

Bir müzayededen satın alıp içindekileri yalınlaştırarak sizlerle paylaştığım "Yek Cinayet Şast u Şeş Sual" adlı elyazması-nın satırları böyle bitiyor. Kütüphanelerde bu kitabın bir kopyasını daha bulamadığımı kitabın başında söylemiştim. Ama Hafız Çelebi'nin nasıl bir hikâye anlattığı hususundaki merakım beni Osmanlı arşivlerine yöneltti. Henüz o hikâyenin hangisi olduğunu bulamadım, ama kahramanlarımızla ilgili bazı bilgilere buldum. Bu bilgiler, dönemin tarihçisi Suphi Efen-di'nin yazdıklarına da uyuyordu. Belki bilmek istersiniz diye yazıyorum:

Devrin şairlerinden Fasihî, isyanı anlatan çok sayıda şiirler yazdı. Kadı sicil defterlerinde pek çok adli olay yer aldı. Başta Sultan Ahmet olmak üzere ihtilalde yitirilen insanları anlatan ve kimin söylediği belli olmayan manzum bir destan, yıllarca hem İstanbul'da hem de Anadolu ve Rumeli'deki yurtlarda yanık nağmelerle okundu, gözyaşlarıyla dinlendi. Müteferrika Ib-

464

rahim Efendi'nin matbaası iki ay içinde yeniden kitap basmaya başladı. Hafız Çelebi ile Yanık Yusuf Ağa'nın isimleri daha sonra yazılan şükûfenamelerde ve lale mecmualarında sık sık anıldı. Kayıtlara göre tam çeyrek yüzyıl boyunca hiçbir bahçıvanın Cücemoru yetiştirmediği anlaşıldı.

Sultan III. Ahmet, tahtından indirildikten sonra yaşadığı altı yıl boyunca Necib mahlasıyla gazeller, murabbalar kaleme alarak sonsuz kederini unutmaya çalıştı. Kızını kocasız bıraktığı günden dolayı hep pişman oldu.

Sultan I. Mahmut, çeyrek yüzyıl Osmanlı Devleti'ni idare etti. Bahar meltemlerinin bazı geceler kemanının yanık nağmelerini Üsküdar sahillerine kadar getirdiğini işitenler anlatır. Şiir yazar ve hüsn-i hatla ilgilenirdi.

Kazasker İshak Efendi, ihtilalden sonra üç yıl görevde kaldı. Haliç'te üç bölgeyi dalgıçlarla taratıp ihtilal öncesindeki faili meçhul cinayetlerin hepsini aydınlattı. Başarılarından sonra şeyhülislamlığa getirildi. Sultan I. Mahmut'un cülus bahşişi için harcanan külçe altınları nereden bulduğunu hiç kimse öğrenemedi.

Patrona Halil Ağa hakikatte dürüst olmakla birlikte çevresini saranlar aşağılık herifler çıkmıştı. Sultan I. Mahmut ona sahte bir hil'at giydirme merasimi tertipledi, adamlarıyla birlikte sarayda bir divana davet etti, divan sonunda kendisini Revan Köşkü'nde, Muslu Beşe, Kahveci Ali, Civelek Mustafa gibi azılı haydutlarını da Aslanhane'de doğratıp leşlerini Bâb-ı Hümâyûn önüne attırdı. Ardından İspirizade, Kaptan-ı derya Abdi Paşa, İstanbul Kadısı İbrahim Efendi gibi şerir adamları boğdurttu.

Pit-Jan (Bican) Efendi, Cüce Çaker'in ganimetlerinden aldığı iki parça gerdanlığı İngiltere'de paraya çevirerek Fele-menk'te geniş araziler satın aldı. Giderken gemiye yüklettiği Çuvallar dolusu lale soğanını burada üretti, .Hafız Çelebi'nin

465

anısına İstanbul laleleri yetiştirdi. Onun parıltılı laleleri yetişince Hollanda'da lale çılgınlığı başladı. Ölünceye kadar her yıl İstanbul'a bir çift lale soğanı göndermeye devam etti. Hazırladığı lale resim albümleri daha sonra kraliyet kütüphanesinin en değerli koleksiyonları arasında sayıldı.

Şehnaz, henüz çocuktu. Topaç Yeye de çocuktu. Bir yıl sonra üç çocuk oldular.

Hafız Çelebi, üç yıl Sultan Mahmut için lacivert lale üretti. Yeye'ye medrese eğitimi aldırmayı çok önemsedi. Bir emeli de torun sahibi olmaktı ve Yeye'nin kızını bağrına bastığı ilk akşamda vefat etti. Her şeyiyle birlikte kaplumbağaların sırrını da yegâne oğluna miras bıraktı, sırrı yazdığı kâğıdı yırtıp attı.

Topaç Yeye, ihtilalde konakları yağmalanıp işleri bozulduğu için evhama yakalanan Veyis Ağa'yı Haseki Bimarhanesi'ne göndermedi, hanımıyla birlikte yıllarca himaye etti. Ne ki içinden gelip bir gün olsun onlara anne-baba diyemedi. Ayasofya Medresesi'nde üç yıl hadis tahsil etti ve Katre-i Hayat'ı beş nesil yaşattı. On yıl sonra Lale Encümen Reisi oldu. Şükûfeciler arasında Yanık Yusuf Ağa diye ün saldı. Her yıl Pit-Jan Efen-di'ye iki soğan ile bir mektup göndermeyi ihmal etmedi. Şeh-naz'ı çileden çıkaran tek huyu, Kara Şahin ile havuz başında oturup sabahlara kadar eski günlerden bahsetmekti. Yalnız kaldığında sık sık Hafız Çelebi'nin "Lalelerin dikim zamanı geçiyor oğulcuğum!.. Gelecek bahara inşallah Katre-i Hayat yetiştireceğiz," diyen sesini hatırlıyor ve gizlice ağlıyordu.

Hörükız'a gelince; Üç Hilal Cemiyeti ciltlerinde bir daha adına rastlanmadı.

"Kara Şahin?"

"?!.."

466

uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde. Lale, bağıma taç ve ben ona muhtaç.

Kapa gözlerini ye dinle sakî, bir İstanbul lalesinin çığlıklarını

duyuyor musun?!.. İstanbul'a çıkmayan bir lale yolu, laleye

çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır, yitiktir. Rüzgarları toplayan

hüzünler aşklar yoksa İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında

ışıklar yas tutar gibi laleler ağlar seher vakitlerinde.

Uyan sakî, lale devrindey\



15TL

¦                 kapı no: 1 81

Kâpi         bütün eserleri: 40

^m

i

İskender Pala _ Katre-i Matem

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder