İskender Pala _ Katre-i Matem
Katre-i matem
İskender Pala
Katre-i matem
İskender Pala
Kapı yayınları: Nisan 2009
İSKENDER PALA
1958, Uşak doğumlu. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakül-tesi'ni bitirdi (1979). Divan edebiyatı dalında
doktor (1983), doçent (1993) ve profesör (1998) oldu. Divan edebiyatının halk
kitlelerince anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler,
denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı. Düzenlediği Divan Edebiyatı
seminerleri ve konferansları kalabalık dinleyici kitleleri tarafından takip
edildi. "Divan Şiirini Sevdiren Adam" olarak tanınan İskender Pala,
Türkiye Yazarlar Birliği Dil Odülü'nü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Odülü'nü
(1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Odülü'nü (1996) aldı. Hemşehrileri tarafından
"Uşak Halk Kahramanı" seçildi. Babiide Ölüm İstanbul'da Aşk adlı
romanı yüz binlerce kopya sattı, pek çok ödül aldı. Evli ve üç çocuk babası
olan Pala, halen Uşak Üniversitesi öğretim üyesidir.
www.iskenderpala.net
www.iskenderpala.com
Kapı Yayınları 181
İskender Pala Bütün Eserleri 40
Katre-i Matem İskender Pala
1. Basım: Nisan 2009
ISBN: 978-994+486-90-3 Sertifika No:
10905
Kapak Tasarımı: Utku Lomlu Mizanpaj:
Bahar Kuru
2009, İskender Pala
2009; bu kitabın yayın hakları Kapı
Yayınları'na aittir.
Kapı Yayınları
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu /
İstanbul Tel: (212) 513 3420-21 Faks: (212) 51 2 3376 e-posta:
bilgi@kapiyayinlari.com www.kapiyayinlari.com
Baskı ve Cilt Melisa Matbaacılık
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi
No: 8 Bayrampaşa / İstanbul Tel: (212) 674 9723 Fax: (212) 674 9729
Genel Dağıtım
Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu /
İstanbul Tel: (212) 511 5303 Faks: (212) 519 3300
Kapı Yayınları, Alfa Yayın Grubu'nun
tescilli markasıdır.
Katre-i Matem
İskender Pala
SUNUŞ
I
İstanbul'da, Marmara Oteli önünde duran
bir ilan panosunda, "Filateli / ve / Eski Kitaplar / Müzayedesi"
ilanını görüp de hemen yazının altındaki ok istikametinde ilerleyerek otelin
konferans salonuna inmem yalnızca birkaç dakika sürmüştü. Aslında her zaman
böyle acele karar vermezdim. Üstelik ne o günkü müzayede katalogunu incelemiş,
ne de müzayedeye katılmak için rezervasyon yaptırmıştım. Yalnızca çok
üşümüş-tüm ve bir bardak sıcak çay içmenin içimi ısıtabileceğim, birkaç aşina
yüz ile karşılaşıp hal hatır sormanın huzurumu arttıracağını düşünüyordum.
Yıllardır her Çarşamba saat 18.00'de
halka açık bir salonda düzenli olarak verdiğim "Divan Şiiri Saati"
seminerinde o gün konu biraz şiirin dışına taşmış, hiçbir şeye önem vermek
istememenin hiçbir şey olmadığını anlayanların her şeye önem verecekleri
üzerinde konuşmam gerekmişti. Avare adımlar ve seminere dair hâlâ aklımda
takılı kalan sorular eşliğinde Be-
vıı
yoğlu'nda tek başıma yürürken tipiye
çevirmekte olan karın yüzüme çarptıkça göz kapaklarımı yaktığını, rüzgârın
ustura keser gibi yüzümü yalayıp geçişini hissettim.
Müzayede salonu tıklım tıklımdı. Birkaç
dosta merhaba dedikten sonra uzaktan satılacak kitaplara baktım. Yarısı el
yazması eserlerden oluşuyordu. İştirakçilerin bir o kadarı da sosyetenin
ünlülerinden... İşe yarar kitapların olup olmadığını tetkik için ilgililerden
bir katalog istedim. Müzayede devam ediyordu ve satılanlar arasında önemli bir
kitap olmaması için dua ediyordum. Yaban ellere teslim edilmiş nazenin bir
dilberin sevgisi yüreklere ne kadar acı verirse, Osmanlı Türkçesini okumayı
bilmeyen kişilere satılmış bir el yazması kitap da beni o kadar yandırırdı.
Katalogu incelemeye başlamıştım ki tellal "Yirmi sekizinci sırada sizlere
şiirlerden nefis bir seçki koleksiyonu sunuyoruz!" demesin mi?!.. Gerçi
"nefis" kelimesi bu tür müzayedelerde artık reklam değerini
yitirmişti ama ben yine de beş duyumun bütün antenleriyle kürsüdeki adama
yöneldim. Kulaklarım söyleyeceklerinde, gözlerim elinde sallayıp durduğu elyazması
ciltte idi. O, ağzını yayarak ve pazarlamaya çalıştığı kitaba ses tonuyla bir
kat daha değer katmaya azmetmiş olarak "Genceli Nizami'nin Hüsrev ile
Şirin'inden, Bağdatlı Fuzulî'nin Leyla ile Mecnun'undan, Yazıcıoğlu Meh-med'in
ünlü Muhammediye'sinden bölümler; Hamdullah Ham-di'nin Kıyafetname'sinin
tamamı, Âşık Yunus Divanı'ndan en güzel ilahiler, Karacaoğlan ve Gevherî
koşmalarından hiç okunmamış aşk neşideleri..." diye anlatmaya, daha
doğrusu ezberlerini okumaya devam ediyordu. Duyduklarım beni kışkırtmaya yetmişti.
Elinde tuttuğu, hayli ilginç bir kitap olmalıydı. Bir yandan aristokrat zevkine
uygun olarak mesneviler ve divanlardan seçme bölümler, diğer yandan Anadolu
halkının belli başlı akait kitaplarından Muhammediye, tekke şiirinin en zarif
örneklerini veren Yunus ilahileri, öte yandan kır-
vııı
sal kültürü yansıtan halk şairlerinin
koşmaları... Nadir bir şiir mecmuasına benziyordu. En azından bunu tertipleyen
ve aynı kapak içine ciltleten adamın şiir zevkinin hangi şairden yana olduğunu
merak etmeye başladım. Tellalın söylediğine bakılırsa kitabın devamında
Envaru'l-Âşıkîn, Mızraklı İlmihal, Vey-sî*nin Münşeat'ından perakende mektuplar
ve öyküler yer almaktaydı. Bu sefer merakım daha da artmıştı. Çok şükür ki pey
sürenler ilgilendikleri kitapların ne anlattığından ziyade cildinin güzel ve
sağlam görünümüyle, bir de içindeki minyatürlerin sayısıyla ilgileniyorlardı.
Müşteri aranan mecmuada ise minyatür yer almıyordu ve cildi şemseli, miklepli,
zeref-şanlı olmasına rağmen yıpranmış, dağılmış, pörsümüştü. Allah için söylemeliyim;
ekspertiz bu kitaba fazla fiyat biçme-mişti. Belki de bu yüzden, daha üçüncü
artırımda kitabın sahibi oluverdim.
i I I
Bir saat sonra otelden ayrıldığımda
karanlık ile birlikte kar yağışı artmış ama rüzgâr dinmişti. Bir sevgili
edinmiştim ve onun peçesini açmak için eve varmayı bekleyemezdim. Üsküdar
vapurunda başladım "kitabım"ın sayfalarını çevirmeye. Heyecanlıydım.
Hatırlıyorum; Boğaziçi'nde çok güzel bir akşamdı o!.. Avrupa ile Asya'ya aynı
anda romantik bir kar yağıyordu. Ve ben elimde Boğaçizi kadar güzel bir kültür
yadigârı tutuyordum. Rastgele açtığım ilk sayfada Gazalî Deli Birader'in açık
saçık bir mizah öyküsü vardı. Kahkaha için paragrafın sonuna kadar dayanamadım.
O sırada çevremde oturan ve tek dertleri evlerine bir an evvel varmak olan
yorgun insanlardan bazılarının başlarını çevirip bana baktıklarını gördüm.
Muhtemelen bana acıyorlar, fersiz ışık altında ve salınan bir teknede, bembeyaz
karlara kendini teslim etmiş bir gecede, elimdeki kitaba gösterdiğim ilgiyi
yadırgıyorlar, belki bazıları da kitabımın ya-
ıx
zısına bakıp içlerinden "Tu, tu,
tu! Tövbe tövbe! Kuran okurken gülünür mü herif?!" diye beni paylamayı
geçiriyorlardı.
Eve varınca hiç beklemedim. Dışarıdan
pencereme vuran karların beyazlığını ve rüzgârın sesini hissederken içeride ki-
, tabımın her bölüm başlığını, her sayfasını dikkatle gözden geçirdim. Böylesi
zengin bir külliyatı kimin tertip ettiğine dair bir ipucu yoktu. Her biri 15-20
yaprak süren mesnevi parçaları ile Yunus ilahileri aynı katibin kaleminden
çıkmıştı ve hat bakımından ne kadar müstesna ise hata bakımından o kadar
fersude idi. Düzyazı olan bölümler, muhtemelen kitabın ilk sahibi tarafından
kaleme alınmıştı. Kim bilir nasıl birisiydi? Yazısı pek okunaklı değildi ama
bazı sayfa kenarlarında aynı kalemden çıkma notlar yer alıyordu. Fazlaca
örselenmiş zarif cildi tamir istiyordu. Şirazesi sökülmüş, şemse kabartması
deforme olmuştu.
Sözü uzatmayayım...
Kitabımın en uzun ve en son bölümünde
şimdi size anlatacağım öykü yer alıyordu. Öykünün sernamesi kırmızı mürekkep
ile ve mihrâbiye nakışlar içine yazılmıştı: "Yek Cinayet Şast u Şeş
Suâl". Günümüz diliyle "/ Cinayet; 66 Soru" veya
"Altmışaltı Soruda Cinayet" diyebileceğimiz bu başlık hayli ilgimi
çekmişti. İlk satırları okurken çayımı yudumlamaya yeni başlamıştım. Birkaç
dakika sonra adeta başka bir âleme gittiğimi hissettim; işte o kadar.
Ne olmuştu, zaman nasıl geçmişti, hiç
bilmedim. Bir ara soğuktan titreyerek ürperdim. Hayret!.. Sabah oluyordu ve
fincandaki çay çoktan soğumuştu. Ben öykünün yarısına kadar gelmiştim ve ruhum
cinayetler ile lale renkleri arasında çatışmalar yaşıyordu. Okuduğum satırlar
yüreğimi sızlatmıştı. Dürüstlükle söylemeliyim ki bu öyküyü yayınlamayı ilk o
sabah düşündüm. Bütün aramalarıma rağmen hiçbir kütüphanede bu hikâyenin başka
bir kopyasına rastlayamadım. Kimin yazdığına
x
dair yaptığım araştırmalar ve çabalarım
da hep sonuçsuz kaldı. Her kim yazdıysa, kitabın başına kendisiyle ilgili bir
not koymuş ama kimliğini belirtmemişti. Notu okuyanlar onun kimliğini
açıklamaktan çekindiğini hemen anlayabilirlerdi. Olup bitenleri sonuna kadar
okuyunca yazarın bu tavrına hak vermek gerektiğini düşündüm. Gerçi pek çok
Osmanlı elyaz-masının aksine bu kitabın başından sonuna dek kaydedilmiş hiçbir
yazar, hattat, cilt ustası, nakkaş, ithaf edilen veya sunulan kişi adına
rastlanmıyordu ama belki tarihin karanlık koridorlarında aydınlık bir gezinti,
ileride onların kim olduklarını bize gösterebilir. Şüphesiz bazı araştırmacılar
bunu başaracak, elimizdeki kitabın en azından yazarını veya size aktaracağımız
öykünün başka bir kopyasını bulup Osmanlı tarihinin bir bölümünü yeniden yazmak
gerektiğini söyleyeceklerdir. O zamana kadar bu öyküyü size ben anlatmış
olacağım ve siz bu kitabın yazarı olarak beni bileceksiniz.
Aşka, sevgiye, şiire, gül ve bülbüle alışık
bahtiyar bir ömür süren ben, bu kitabı Latin harflerine çektiğim sırada, birden
acımasız çetelerin, zalim soyguncuların, ayak takımı ihtilâlcilerin mide
bulandıran cinayetleriyle uğraşır duruma düştüğümü görüp üzülmedim değil.
İtiraf etmeliyim ki çeviriyi yaparken en keyif aldığım satırlar, bazı
bölümlerin sayfa kenarlarına kırmızı mürekkeple yazılmış, aşka dair
"derkenar"lar oldu. Cinayetler tarihçesine eski çağların derinlikli
sevdalarından aşk çeşnisi katan bu derkenarları ilgili bölüm sonlarında bulacaksınız.
Bazı sayfalarda yer alan çizimlere gelince; bunlar da fotoğraf makinesinin
icadından hemen önceki dönemde pek yaygın görülen oryantalist tarzda
gravürlerden ibaretti. Bazılarını kitapta muhafaza ettim.
Kitabın öykümüze ayrılan ilk birkaç paragrafı,
daha sonra tekrarlanıp tamamlanacak bir bölüm halinde düzenlenmişti. Yarım
bırakılmış bu satırlar bana, yazarın öyküsünü anlatma-
xı
ya farklı bir yerden başlayıp da
sonradan vazgeçtiği hissini verdi. Belli ki böyle uygun bulmuştu. Onun
tercihine sadakat göstermem gerektiğini düşündüm ve kimi yerde kısacık, kimi
yerde upuzun olsa da bütün bölümleri aynen muhafaza ettim.
Burada kitabın, Lale Devri'ne ait
Türkçesini sizler için ya-lınlaştırdığımı söylememe gerek bile olduğunu
sanmıyorum.
Evet!.. Şimdi o kitapla sizi baş başa
bırakma vakti...
xii
GİRİZGÂH
i
Kalemimi hokkaya bandırdığım şu anda -ki
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'yı canından; Sultan III Ahmet'i de tahtından eden
cehennemden nişan Eylül İhtilali'nin üzerinden henüz iki hafta geçti- şahit olduğum
olayları yazıp yazmamakta kararsız sayılırım. Bilemiyorum. Yazmak gerektiğini
düşündüğüm şeyler bir bakıma devlete ait sırları ifşa etmek gibi bir ihanetin
ağırlığını da vicdanıma yükleyecek. Öte yandan Şark'ın kutsal çiçeği laleye
dair yorumlarda bulunacak ve belki şükûfeciyan esnafını gücendirmiş de
olacağım. Ama birisi çıkıp yiğit Şehzade Ahmet'i, aşağılık isyancıların
yaptıklarını, cennete benzeyen İstanbul'u ve Sadabat'ın laleye kattığı zarafeti
anlatmazsa bu dahi tarihe ve şehre haksızlık sayılırdı. Haddim olmayarak işte
ben bu zorlu işe kalkıştım.
İmdi, bütün olup bitenleri 66 babda
-bilirsiniz, "lale" adının ebced hesabındaki karşılığı 66 eder- size
hulasa etmeye çalışa-
xiii
cağım, iki denizin kucağında, iki
karanın elleri üstünde zarafetle parlayan İstanbul'da, eylül yapraklarının
elediği bu hüzünlü günlere dair yazacaklarım belki de can güvenliğim kadar halk
içindeki itibarımı da zedeleyecektir, ne ki gerçeklerin de üstü örtülmemelidir
diye düşünüyorum. Hani şair "Bir hakikat kalmasın dünyada Allahım
nihan" der ya; işte öyle. Öte yandan, eğer okunmayacaksa gerçekleri
yazmanın kime ne yararı olabilir ki?!..
İleride belki yırtar atarım!..
iti
- Ben kim miyim?
- Bunun ne önemi var?!..
XIV
I. BOLUM
Serim: 66 Soruda Cinayet
(Ekim 1729) Hikâyenin daima olduğu gibi
iki kahramanı vardır.
l.Sual: Fedakârlığın Sınırını
Taşırabilir misin?
"Layhar'ın çocukları!.. Burası baba
yurdudur. Burada senin, benim yoktur. Hepiniz kardeşsiniz. Bir anadan, bir
babadan olanlar birbirlerini boğazlarlar, oysa analarını babalarını bilmeyen
Layhar'ın çocukları birbirini tek vücut bilirler. Kardeşine iğne batırıldığında
acısını kendi vücudunda duyacaksın. Bu kefene sağlığında girenler ölünceye dek
birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birliktir. Bu senin sağ elindir, sen de
bunun sol elisin. Biriniz sağınızı, diğeriniz solunuzu görürsünüz. Vücudunuz
bir, başlarınız ikidir. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetirsiniz.
Burada bu senindir, bu benimdir, yoktur. Az, çoğu arttırır, çok hepinizi
besler. Kazan birdir, hepinizi doyurur... el-Fatiha!.."
Gedikpaşa Hamamı'nın külhanına yeni
gelen iki kişinin kardeşlik merasimiydi bu. Üç kollu bir şamdanın ışığında
birbiriyle öz kardeş olacaklardan biri on dört, diğeri ondan yaklaşık on
3
yaş büyük iki delikanlı idiler. Külhanın
her şeyiyle ilgilenen aşçıbaşı, Layhar'ın iki yakası ve iki kolu bulunan
kefenini getirmiş, kırklık babayani destebaşı, kardeş olacak iki kişiyi
meydanın orta yerinde çırılçıplak soyup birinin sağ, diğerinin sol kolunu
sokacak şekilde gömleği giyindirmiş, meydanda iki baş ile iki eli görünen bir
kişi kalmıştı. Bu iki kardeşin oraya geldiklerinde çıkardıkları elbiseler o
dakika bitpazarına gönderilip satılmış, parası destebaşı için ayrılmıştı.
Külhancı Baba ocağa karşı dönüp duayı okuduğunda Fatiha'dan gayrı sure bilmeyen
gençlerin hepsi birden "Âmin!.." dediler. Ardından da Apaş
Tek-kesi'nde ziyafet başladı. Bu ziyafet, gömlek giyip kardeş olan iki kişinin
çarşıdan topladıkları erzakla pişmiş yemeklerden, pilav ve helvadan oluşuyordu.
Bunun için üç gün boyunca her ikisine de yırtık ve kirli donlar giydirilip
ellerine birer torba verilmiş ve külhancı baba tarafından ayrı ayrı tembih
edilmişti:
"Utanmayacaksın, dolaşacağın
dükkânlardan kovarlarsa sıkılmayacaksın, dayak yememeye çalışacak ve
arsızlıktan çekinmeyeceksin. İste, vermezlerse bir daha iste, yine vermezlerse
bir daha iste. Nerede, ne zaman, ne olursa olsun iste. Sızlan, yalvar, dükkâna
sinek gibi yapış, asla kopma. Seni hırpalamaya kalkan olursa şirretlik yap,
müşterilere sokul, sürün, sürtün sırnaş. Tiksinirlerse daha çok sırnaş."
O günkü ziyafet sofrası oldukça zengin
sayılırdı. Bu yeni "bey"lerin külhana çok yararlı olacaklarını
düşünen külhancıların hepsi mutlu ve sevinçliydi. Ne de olsa işleri azalacak,
zevkleri çoğalacaktı. Birbiriyle kardeş edilen beyler Layhar'ın gömleğinden
çıkartılmış, yarı çıplak hizmet ettiriliyor, sofrada her kim "Yandım
kardaş!" dese ona buzlu testiden şarap sunuyor, pilav ve tatlı
getiriyorlardı. Ziyafetten sonra külhanda bir ayin başladı ve iki kardeş "Layhar
sultan aşkına!" deyip birer kadeh "horoz kanı" içerek akitlerini
pekiştirdiler. Ardından külhancı baba tembih etti:
4
"Burada verilen emre hayır demek
yoktur. Etinizi kesip şarabımıza meze, kebap eylesek boynunuzu büküp ağzını
açmayacaksınız; razı mısınız?!"
"Beli babam razıyız!.."
(...)
5
2. Sual: Bulduğunu Kaybeden Ne Hisseder?
Akşamın ılık meltemleri filbahrilerin
kokusunu fesleğenlere karıştırıyordu. Vuslatın derinliğinde kucaklaşmışlardı.
Sevgilisinin zülüfleri ilk kez yüzüne değdiğinde içi ürperen delikanlı sordu:
"Işığı görüyor musun?"
"Şu kaybolmayan ışığı mı?"
"Evet!.. Tıpkı kalbimdeki sen
gibi..."
"O ışık gibi ben de kalbinden hiç
kaybolmayacak mıyım?!"
"?!.."
Gözlerinden yaşlar döküldü...
ili
Sevgilisinin eli eline ilk kez
değdiğinde titreyen genç kız sordu:
"Laleyi sever misin?"
"Yanağının renginden mi?.."
6
"Hayır aşkımın renginden; mor
lale!.."
Kız, zarif parmaklan arasındaki lale
soğanını delikanlının avucuna koydu. İkiz bir soğandı bu. Tıpkı o anda
birbirine sarılmış iki beden gibi.
"?l
Gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
O sırada deniz, dolunayın kendisini
çektiğini bilememişti. Nasıl bilebilirdi ki?!
Saklı inciler gibiydi. Güzel gözlü
hurileri anlatanlar, sanki ona bakarak tasvirler yaparlardı. Kaşlar kara,
gözler kara. Kirpikler kıvrım kıvrım oya.
Bembeyaz ten, uzun boy, uzun
boyun... Saçının örgüleri zincir zincir... Edası ve tav) ı uygun bir şivekâr.
Soruyu kendisine daha sıkı sarılarak
cevaplayan delikanlının kolları arasına gizlenerek mutluluğuyla ağladı...
Uzaklardan gece kuşlarının
sesleri geliyordu ve gökyüzünde kaybolmayan ışıklar vardı.
Delikanlı, sonbahar serinliğini savuran
sıcak bir tebessümle bütün gece yüzüne bakmış, kâh gözlerindeki letafet
buğusuna hayran; kâh yanaklarındaki nezahet etkisiyle giryan, adını tekrarlayıp
durmuştu:
7
"Nakşıgül; hazinem, definem...
Nakşıgül; servetim, varlığım... Nakşıgül; hayalim, rüyamın tabiri...
Nakşıgül..."
Ömrünün en bahtiyar gecesinde mutluluk
düşleri görüyordu. Üstelik gözüne hiç uyku girmeden. Küçük buseler, saçının
beliklerini koklamalar, parmaklarıyla yüzünü santim santim tanımaya
çalışmalar... Bir uykuyu canan ile birlikte uyumanın mutluluk mu, yoksa
haksızlık mı olduğunu düşünerek geçen dakikalar ve "Efendim, canımın
cananı, sultanım, gonca dudaklım, gül yanaklım..." iltifatlarıyla süren fısıldaşmalar.
Bir gerdek gecesi için alışılmış olmayan
her şey bu iki üfta-de âşıkın odasında söyleşildi, konuşuldu, fısıldaşıldı...
Söz ile başlayıp ruh ile sarmaş dolaş olan iki bedenin bundan daha öte
bütünleşmesi ifrat olurdu. İzdivaçtan murat iki bedenin değil, iki ruhun
birleşmesi, uyumu, tamamlanması değil miydi zaten?
Gecenin sabaha evrilen saatlerinde, biri
diğerinin kolunda, öbürü bunun yanağında aşk ve gözyaşı yorgunu gözlerini
yumdular.
K
sÜ <H
Şahin uyandığında hâlâ dudağında uyku
öncesinin ihtişamlı tebessümü ve gözlerinde mahmur bir aşk baygınlığı vardı.
Uyanıp uyanmamak arasında tereddütte gibiydi. Kolunda yatan Nakşıgül'ün
saçlarını kokladı ve avucunda toplayıp kulağına sevgi sözcükleri fısıldamaya
başladı. Geceye birlikte başlamışlar, birlik olmuşlar, birlikte uykuya
dalmışlardı. Evliliğin ilk gününe de birlikte başlamak istiyordu.
"Nakşıgül... Sultanım!.."
"?!.."
"Canım, yaraşığım,
Nakşıgülüm!"
"?!.."
Nakşıgül derin uykulardaydı,
uyanmıyordu. Eliyle yüzünü okşadı. Saçlarından tutup alnını öptü. Hayır,
uyanmıyordu.
8
Üstelik yüzü buz gibi soğuktu. Omuzundan
tutup uyandırmak istedi. Birden yorganın altında bir boşluk hissetti. Sevdiği
kadın sanki koynunda değildi. Bu evliliğin bir rüya olduğunu sanacak oldu.
Şiddetle yorganı kaldırdı. "NakşıgüüüüüülL"
9
3. Sual:
Sevmenin Cinnet ile Cennet Arasında
Durduğunu Kim Bilebilir?
"Yeye! Dün çarşıdan on altın
tutarında zeytinyağı satın aldım. Yağcı ağzına kadar dolu on şişe, yarısı dolu
on şişe ve paranın üstü çıkışmayınca da on adet boş şişe verdi. Eve gelince üç
hanıma eşit paylaştırmak istedim. Tartı ve ölçü yoktu; bir türlü elimin ölçüsü
de tutmadı, adaleti sağlayamayacağım diye öylece bıraktım. Ne yapacağımı
bilemedim."
"On adet yarım şişenin beşini diğer
beşine boşaltıp her kadına beş dolu, beş de boş şişe ver hekim efendim."
"Aklınla bin yaşa Yeye!.. İşte seni
bu yüzden pek seviyorum ben. Akıllısın!.. Terbiyelisin!.. Düşüncelisin!.. Peki,
söyle bakalım, musiki hücresinden gelen santur sesi hangi makamda? Zirgûle mi,
Acemaşiran mı?"
"Şehnaz makamında hekim
efendim?" "Şehnaz'ı bir an olsun unut Yeye!.. Aklını bana ver."
"Şehnaz gelince, yıllar önceydi, akıl gitmişti... Şimdi bir gelip bir
gitmesi hep ondan..."
10
"Makamların geçişleri üzerine
konuşalım mı biraz?"
"Bütün geçişlerin şehnaza vardığı,
bütün taksimlerin, peşrevlerin şehnaz olup dimağımı istila ettiği o günün
sarhoşuyum ben... Konuşmaya değil, görmeye muhtacım."
"Gücenirim ama Yeye!.. Bir parça
aklını başına topla; azıcık konuşalım. Konuşalım ki görmeye kapı açılsın. Şu
tambura kulak ver, hangi makamı geçiyor?"
"Şehnaz'ı hekim efendim!.. Beni
Şehnaz'a götürün!.."
"İnat ediyorsun madem, konuya
Şehnaz ile devam edelim. O gün, Şehnaz ile ağacın altında otururken kucağına
düşen yılandan kendini neden korumadın?"
"Şehnaz'ı seyretmeye o derece
susamıştım ki yılanı görmedim bile."
"Kıza karşı yiğitlik gösterisine
girişmiş olmayasın?!"
"Öyle de olsa yılan beni anladı,
hekim efendim."
"Anladı anlamasına ama Şehnaz'ın
korkudan dili tutulduktan sonra!.."
"Şehnaz bu gece geldi, konuştuk,
dili tutulmamıştı."
"Hah, ha!.. Peki ne dedi
sana!?"
"Yusufum, dedi."
"Başka?"
"Yine Yusufum dedi."
"Peki ya başka!?"
"Bir kez daha Yusufum dedi."
"Sen ne yaptın?"
"Şehnazım dedim."
"Başka?"
"Şehnazım dedim."
"Yeye! Şehnaz'a dair bize hiç doğru
söylediğini hatırlıyor musun?"
"Size evet derdim ama yalan
söylemiş olmaktan korkarım!"
"Yani bize hep yalan
söylüyorsun?"
11
"Şehnaz olunca bahis, aklım
gidiyor, neyin yalan neyin gerçek olduğunu anlayamıyorum..."
¦ili
Yanık Yusuf her gün tekrar eden saçma
sapan sorulardan bıkıp usanmıştı. Geçen yıl, yetişip büyüdüğü konağın biricik
kızı, dünyada sevdiği ve sevmeye devam edeceği Şehnaz'ın dilinin tutulmasına
sebep olduğu için odunlukta iki ay işkence görmüş, buna dayanmakla birlikte
Şehnaz'ı görmemeye dayanamayarak direnmiş, ancak bu dert ile halayık
anneciğinin ölüm haberini alınca odunluk duvarları kendisine dar gelmiş, işi
tamamen şiddete ve çılgınlığa vurmuş, kendisiyle konuşan herkese saçma
cümlelerle cevaplar vererek delirdiğine inandırmış, nihayet Şehnaz'ın konaktan
alıp götürülmesi üzerine orada kalmasını gerektiren son sebep de ortadan
kalkmış ve deliliğin saldırganlığını arttırınca, dev cüsseli dört kişi
tarafından zor zapt edilir vaziyette Haseki Bimarhanesi'ne getirilip
bırakılmıştı. Buraya gönderilmesinin Şehnaz'ın efendi babası Veyis Ağa'nın
kararıyla olduğunu düşünüyordu. Çünkü Veyis Ağa kızının da Yusuf'ta gönlü
olduğunu anlayınca çılgına dönmüş, itibar ve mal kaygısıyla kendi besleyip
büyüttüğü yamak parçasını gözden çıkarmıştı. Çok geçmeden konakta birkaç altın
kaybolmasını bahane ederek onu hırsızlıkla suçlamış ve altınları odasında
buldurtmuş, ardından güya suçunu inkâr ettiği için yalancılığını ortaya
çıkarmış ve nihayet kızına göz diken bir ırz düşmanı olarak adını etrafa
yaymıştı. Oysa asıl sebep, bir yaz akşamı konağa gelen devletlû bir misafirin
Yusuf'a uygunsuz teklifte bulunması ve Yusuf'un da kilerdeki ekmek bıçağı ile
adamın karşısına dikilmesini örtbas edebilmek idi. Veyis Ağa misafiri ile
konağında besleyip büyüttüğü Yusuf arasındaki tercihi devletlû misafirden yana
yapmış ve Yu-
12
suf'un ağzını kapatmak istemişti.
Böylece bir taşla ıkı kuş vurmuş da olacak, kızının gönlünü çalan çulsuz
Yusuf'tan kurtulacaktı.
Bimarhanede geçen zamanın ilk
haftalarında tecrit odasında zincir ile bağlı kalan Yusuf, daha sonra
zincirlerden azat edilip kapısı kilitli bir hücreye konulmuş, iki gün evvel de
hücresinin kilidi açılıp diğer hastalar ile vakit geçirmesine izin verilmişti.
Yaklaşık yüz doksan yıldır malihulyaya müptela olup da toplumdan dışlanan
mecnunların tedavi edilmeye çalışıldığı bu bimarhanede hemen herkesin tek derdi
vardı: Kara sevda.
Hekimler aslında iyi kalpli adamlardı.
Ne ki Yusuf'un hasta olup olmadığı konusunda şüpheleri vardı. Gün geliyor onun
mantıklı ve akıllıca düşündüğüne kanaat getiriyor, gün oluyor hücreye tıkılması
gerektiğine hükmediyorlardı. Yusuf'un istediği vakit hasta gibi davrandığını
henüz keşfedememişlerdi. Bimarhaneye yolu düşüp de daha hastalığını kabul eden
hiçbir insana rastlamamış olmaktı hekimleri yanıltan. Kesin teşhis için Yusuf'u
tekrar tekrar sorgulamaları bu yüzdendi. Yusuf hastaların içinde yaşı en küçük
olan idi. Henüz ondördünü doldurmamıştı. Aklıyla herkesi şaşırtıyor, okuma
yazma biliyor, vaktiyle okuduğu kitaplardan hastalara aşk öyküleri anlatıyor,
aşk gamıyla harap olanların gönüllerini abad ediyor, hesap biliyor, bilhassa
çetrefil soruları, dilemmaları, muammaları, bilmece ve bulmacaları, rakam ve
kelime oyunlarını herkesten evvel çözüyor, sanki aklının azlığından değil de,
çokluğundan dolayı deli muamelesi görüyordu.
Hücresinden salıverilip yeni yeni
tanımaya başladığı Haseki Bimarhanesi bir çiçek bahçesi ile kubbeli bir
sahanlığa açılan sekiz hücreden ibaretti. Bahçedeki havuzdan başka iç
sahanlıkta da bir havuz, havuzun ortasında da masura derecesi ayarlanabilen bir
fıskiye bulunuyordu. Burada tedavi, bitki köklerinden elde edilen şuruplar,
maden ve tohumlardan ma-
13
mul tabletler, telkinler, hikâye ve
masallar ile belli sureli kürler halinde sürüyor, hastalar cinnetlerinin
şiddetine göre beş kademeye ayrılmış hücrelerde barındırılıyorlar, her
hücredeki tedavi süresi on beş gün ila bir ay arasında değişiyor ve her bir kür
sonunda hastanın hücresi değiştiriliyordu. Bimarhane-nin hasta bulunmayan üç
hücresinden biri eczane, biri müşahede odası, biri de sazendeler için ayrılmış
bulunuyordu. Hasta hücrelerinin düzeninde cinnetin şiddetine paralel bir
sıralama mevcuttu. Söz gelimi hasta kendisine zarar verecek derecede delilik
içindeyse ilk hücreye, yani hastaların zincirle bağlı oldukları hücreye;
oradaki tedavi olumlu sonuç verince kapısı kilitli ama zincirsiz hücreye; sonra
kapılı ama kilitsiz hücreye; sonra kontroller ve tedavi sürecine göre satranç
ve oyun hücresine, nihayet son olarak da sohbet hücresine konuluyordu. Her
kuşluk, ikindi ve yatsı zamanında bütün hastalara dinletilen musiki faslı
başlıyor, kuşluk vakti fıskiyenin suyu bir masura, ikindide üç masura, yatsıda
ise iki masura şiddetine çıkartılıyor, yüksekten düşen suyun sesi kubbede
musiki sesine karışıyor ve hastalar yılın her mevsiminde ayrıca belirlenen makamlara
göre tedavi kürlerine katılmış oluyorlardı. Eylül ayıydı ve sazendeler sonbahar
tertibi ile icra-yı sanat ediyorlardı. Bu tertip büyük Türk bilgini Farabi'nin
kitaplarından çıkartılmıştı ve insana huzur ve neşe veren Rast makamı ile
duyarlılık veren Kuçek makamı kuşluk vaktinde, cesaret telkin eden saba makamı
ile uyku getiren Zirgule makamı ikindi vaktinde, sonsuzluk hissini pekiştiren
Ruhavi makamı ile alçakgönüllülük hissi veren Hicaz makamı da yatsı vaktinde
birer kür halinde dinletiliyordu. Her makam icra olunurken fıskiyedeki suyun
şiddeti azaltılıyor veya çoğaltılıyor, böylece kubbeden hücrelere yansıyan
tedavi sesi bir kat daha etkin kılınıyordu. Ünlü İslam filozoflarından İbn-i
Sina melankoli, malihulya veya sevda hastalarının tedavi yollarından bi-
14
rinın ona iiiusiki uııııeuııeK uıuuguuu
soyıuyuruu. ıusuı, musikiden hoşlanmıştı. Başkalarına hissettirmese de bilhassa
yatsı zamanlarında Ruhavi ve Hicaz makamlarının icrasını bekler olmuştu.
Özellikle de Ruhavi çalarken Şehnaz'ı düşünüyor, kış akşamlarında annesiyle
birlikte okudukları aşka dair eski bir kitapta anlatılan beyaz kafur yanaklı,
siyah misk zülüflü, şeker dudaklı kıza tutulan dervişin hikâyesi gözünün önünde
adeta şekil buluyor, ete kemiğe bürünüyor, ses ve hareket oluyordu.
Yusuf bimarhaneye ilk getirildiğinde
içine kapanmış, tam üç gün ne bir söz söylemiş, ne söylenene tepki vermişti. O
günlerde beşinci hücrede tedavisini tamamlamakta olan bir hasta ona acımış,
belki de onun halinde kendi ıstırabını görmüş olmalı ki yakınlık göstermiş,
hücresinde birkaç kez ziyaret etmiş, sonunda adının Yusuf olduğunu öğrenebilmiş
ve aşkının derinliğinden kinaye ona Yanık Yusuf demeye başlamıştı. İlk ayın
sonunda hastalar arasında artık Yusuf adıyla değil "Yanık" lakabıyla
anılmaya başlanmıştı. Nihayet kâtip efendi onun sempatik tavırlarına bakarak
lakabını değiştirmiş, hastalığının kayıtlarını tuttuğu tedavi defterinde
kullandığı şifreleme metoduyla ona Yeye demişti. Yanık kelimesinin başındaki
"y" ile Yu-suf'ın başındaki "y"nin birlikte okunuşuydu bu:
Ye-ye.
I i i ¦
-derkenar-dervişin hikâyesi
Her görenin âşık olduğu, uğrunda aklını
kaybettiği bir kız vardı. Yanağı kafur gibi bembeyaz, saçları misk gibi
simsiyah. Şeker, onun dudağının lezzetini bilseydi, erir yok olurdu. Bu dilber
bahçelerde gezinirken oralardan bir derviş geçti. Bir ekmekçinin acıyıp verdiği
yarım somunu tutuyordu elinde. O ay yüzlüyü görünce ekmeği elinden düşü-
15
verdi. Kız bu hale gülüp geçmişti ama o
gülüş, dervişin bedenindeki varım canı da yere çaldı. O andan itibaren ne
gecesi, ne gündüzü kaldı dervişin. Tam yedi yıl yanıp yakıldı, ağlayıp inledi.
Kızın mahallesinden hiç ayrılamadı, evinin çevresinde dönüp durdu. Yoksulun bu
hali kızın akrabalarını rahatsız etti ve bir gece sessizce ortadan kaldırmayı
düşündüler. O dilber biraz insaflıydı, gizlice yoksul dervişi çağırıp "Git
buralardan," dedi, "elde edemeyeceğin bir şey için kapımda bekleme.
Canına kast edecekler, durma kaç!" O zaman derviş ağladı ve ilk kez içini
döktü kıza:
"Bencileyin bin âşıkın canı senin
cemaline feda olsun. Ben canımı seni ilk gördüğüm an kaybetmiştim, şimdi bir
can için seni terk eder miyim sanıyorsun? Yalnız meraktayım, madem bana hiç
acımayacaktın, neden o zaman gülmüştün!"
"A ahmak derviş," dedi kız,
"a hünersiz zavallı, sen hiç kendine bakıyor musun, gülünecek bir suratın
var, insan sana bakınca elbette gülesi geliyor."
"Aşk," diye karşılık verdi
derviş, "aşk, sevilen için bir hiç ise de, seven için heptir. Eğer, ey
güzel, sana gücenme gücüm olsaydı, bu duyduklarım için gücenirdim. Amma bunun
için aşkımdan geçecek değilim!"
Derviş yedi gece daha oralarda dolandı,
sonra onu hiç kimsecikler bir daha görmedi.
16
4.5uaı: Haşmetlû Vezir! Bakalım Akıllı
mısın?
Sultan Ahmet Camii'nin minareleri
arasından bakıldığında Marmara ve Prens Adaları'nı bir kitabın sayfalarındaki
resimler kadar güzel gösteren şahnişinleriyle bu vezir sarayı, yer yer Osmanlı
hükümdarlarını kıskandıracak güzelliklere sahipti. Hemen önünde Mısır'dan
getirtilmiş dikili taşlar ile Yılanlı sütun ve eski Roma hipodromunun
kalıntıları bütün zengin geçmişleriyle tarihe direnip duruyorlardı. Bir
zamanlar Muhteşem Süleyman ile veziri İbrahim'in ta Viyana'dan, Belgrat'tan,
Budapeşte'den toplayıp mandalarla taşıttıkları heykeller bile, durdukları
sütunların üzerinde asırlardır bu sarayı seyretmekten bıkıp usanmamışlar, hâlâ
gülümseyen veya hayret eden yüzlerle kündekâri kafeslere, cumbalara,
şahnişinle-re bakıp duruyorlardı. Kameriyeden bakıldığında bütün bir Bizans
tarihinin anılarını sakladığı düşünülen geniş alan, İstanbul halkının bir tür
eğlence ve toplanma meydanı gibiydi ve
17
vezir sarayının kafesli pencerelerinden
bakan sürmeli gözler bu meydanda her an bir başka güzellik görerek gündelik
hayatlarına renk katarlardı. Kanuni'nin gözde veziri İbrahim Paşa, meydana
penceresi bulunan bu odaları, cariyeleri ile hanımları arasında önem ve
büyüklük sırasına göre taksim etmişti. O vakitler cariyelerin hepsinin bu
sarayda ayrı bir görevi vardı. Ama onlar gündelik işlerini yapmaktan ziyade
paşanın ilgisini çekmek için yarışırlar, bunun için birbirleriyle sürekli kavga
eder, planlar kurar, entrikalar çevirirlerdi. Şimdiki cariyelerin çoğu Kafkas
kavimlerinin güzelliğini taşıdıkları için buraya getirilmiş olmakla birlikte
zamanla bahar çiçekleri gibi güzellikleri süratle solup paşanın ilgisini
kaybetmiş orta yaşlı kadınlar olmuşlardı. İçlerinden Venedikli ile Rum olanı
biraz daha genç idiler ve dairelerinde paşanın zevkine uygun şarap saklamayı
ihmal etmiyorlardı. Eflaklı dilberin merakı da paşasına cahilce şiirler yazmaktı.
Hanımları mı? Onlar hemen daima mücevherler, ipekli elbiseler, güzel kokular ve
meşşata-ların yaptığı saçlarıyla cazibe yarışına girmiş, kendi değerlerini
olduğundan daha büyük göstermeye çabalayıp durmuşlardı. Paşadan aldıkları
paraları müsrifçe harcama hakları vardı. İçlerinden erkek çocuk sahibi olanlar
her vakit diğerlerine göre daha fazla söz sahibi ve gevezeydi. Hele içlerinde
en şişman olan en büyük hanım ile devamlı manolya esansı sürerek sarayın içinde
dolaşan ikinci hanım arasındaki şiddetli kin ve düşmanlık yıllarca sürmüştü.
Cariyeler de borç para bulabilmek için bu ikisi arasında daima
ezilegelmişlerdi.
İbrahim Paşa, Sultan III. Ahmet'in henüz
onüçünde olan kızı Fatma Sultan ile evlenip "damat" olunca
hanımlarını sureta boşamış, cariyelerini de yalnızca saray hizmeti için
istihdam eder olmuş, ama hiçbirini yanından uzaklaştırmamıştı. Sarayında büyük
davetler verip şuh meclisler düzenlediği akşamlarda bunlardan bazıları yanında
yer alırlardı. Böyle gecelerin
18
sonunda eski gözdelerinden biriyle
kaçamak yaptığı haberleri sarayındaki hanımların en cazip dedikodu konularından
sayılıyordu.
Paşa, tebaaya ve sultana rağmen
vezirliği hakkıyla yerine getiren zeki ve kabiliyetli bir devlet adamıydı.
İdarecilik yeteneği o zamanın dünya siyasetinde "olağanüstü" olarak
niteleniyordu. Pasarofça Antlaşması'nın ardından ülkede bir sulh dönemi
başlatmış, Osmanlı siyasetine tek başına yön verir olmuştu. Sevimli bir
karakteri vardı, zekiydi; şiirden anlıyor, sözün güzelini biliyordu. Gözlerinin
altındaki halkalar, çökük bir avurt ve kırçıl sakallar ile yaşına göre
yakışıklı bile sayılırdı. Çevresinde pek çok şair ve sanatçı himaye görüyor,
onların şiirlerine caizelerle aferinler okuduğunu herkes biliyordu. Kavrayışı,
sükûneti ön planda görünürdü ama şiddet göstermede kimse eline su dökemezdi.
Yabancılara çok iyi davranıyordu. Avusturya ile büyük savaştan sonra Osmanlı
devletinin komşu ülkelerle barış içinde yaşayacağını yedi düvele ilan etmiş,
içerde de birtakım hamleler yapıp Osmanlılığı eski şanına ve şerefine ulaştıracak
çalışmalar başlatmıştı. Rusya ile barışık yaşamak gerektiğini düşünüyor, Avrupa
ülkeleriyle ittifaklar kuruyordu. Şu günlerde, bir yandan Avusturya'yı Rusya ve
Polonya'ya karşı kışkırtmak, diğer yandan Macar Rakoçi'yi kullanarak Rusya ile
dostane ilişkileri başlatmakla meşguldü. Elbette bunu yaparken Sultan adına
irade kullanıyor; aklı, ileri görüşü ve siyaset bilgisiyle hareket ediyordu.
Hıristiyan dünyanın hilelerine çözüm bulabilmek için üç yıl önce, ilk defa
Avrupa ülkelerine sefirler göndermişti. Hatta Paris'e giden Yir-misekiz Çelebi
Mehmet Efendi orada gördüklerinden yola çıkarak bir kitap bile yazıp kendisine
sunmuştu.
Paşa'nın sanatçı bir yanı, daha doğrusu
sanat zevki vardı. Öte yandan eğlenceye pek düşkündü. Halkı eğlendirerek
oyalama konusunda da oldukça maharetliydi. Devletin şeref ve
19
itibarı adına her türlü masrafı yapıyor,
eğlenceyi de bu masraflar kabilinden gösteriyordu.
Onun, size anlatmam gereken bir huyu
daha vardı. Siz deyin bulmaca çözmek, ben diyeyim muamma halletmek... Bu onun
en sevdiği hususlardan biriydi. Önüne girift bir mesele konulduğunda, şöyle
içten içe gizli bir sevinç duyduğundan şüphe edilmezdi. Herkes biliyordu ki o,
en çetrefil problemleri usuletle ve suhuletle çözer; en müşkil siyaset
açmazlarını bir hamlede bertaraf ediverirdi. Zihninde bulmacayı andıran bir
mesele var ise, onu görenlerin, özlediği oyuncaklarına kavuşmuş bir yeni yetme;
yahut sakalları erken bitmiş, boyu uzamış, derisi genişlemiş bir çocuk
zannetmeleri mümkündü.
İbrahim Paşa'nın en olumsuz yanı,
yeniçeriler ile arasının biraz bozuk olmasıydı. İki ay evvel kimsesiz olarak
ölen yeniçerilerin aylıklarının hazineye kalması için bir sayım yaptırt-mış,
yedi milyon kuruşluk bir tasarruf sağlamıştı. Ne var ki yeniçeri ağaları bundan
memnun olmamışlar, kurdukları menfaat çarklarının dönüşünün engellendiğini
düşünmüşlerdi. İki aydır, İstanbul'un her yanını istila eden Yeniçeri
kahvehanelerinde ve çay bahçelerinde tartışılan başlıca konu Sadrazam'ın bu
yaptıkları ile daha da yapacakları idi. Civeleğinden çorbacısına, neferinden
odabaşısına her rütbedeki yeniçeri bu fitne ocaklarında sadrazama haddini
bildirmenin planlarını yapıyor, uluorta konuşuyor, atıp tutuyorlardı. Arada
sırada vezirin akrepleri birkaçını götürüp cezalandırmasa sesleri ayyuka
çıkardı.
O gün, bütün bir yaz ihtişamıyla
kubbeler şehri İstanbul'u seyredip gözü arkada kalarak batan güneş, şehrin
üstüne gizli bir hüzün serpip gitmişti. Paşa'nın içinde bir sıkıntı var
gibiydi. Özenle hazırlanmış sofrasındaki çok sevdiği karides ile Marsilya şarabına
bile elini sürmemiş, bir dilim kızarmış ekmek üzerine manda kaymağı sürüp
yemeyi tercih etmişti. Ak-
20
samın hüzün yağdıran ıssızlığı her yanı
kapladığı sıralarda hükmettiği şehrin karanlığa gömülmüş siluetini seyrediyor,
gelecek güzel günleri düşünerek içindeki sıkıntıyı atmaya çalışıyordu. Neden
sonra kitaplığında çok sevdiği tarih ciltlerinden birini alıp rahlesinin önünde
diz kırdı ve okumaya başladı. Fatma Sultan'ın gönlünü almak için yeni bir gazel
yazması gerektiğini düşündü sonra. İki gün evvel yaptığı hatayı yakın zamanda
telafi etmesi gerekiyordu. İçinden "Eşek kafam benim!.. Sevdiğin kadını
kıskandırmak için sevmediğin bir cariyeye neden aşırı iltifat edersin bilmem
ki?!" deyip duruyordu. O sırada diline bir beyit takılı kaldı:
Bir kerre dokunsan teline sâz-ı derûnun
Bin türlü nevâzişle düzelmez bozulunca*
Beyti tekrar edip dururken ruhunda bir
elektriklenme olduğunu hissetti. Daha evvel, böylesi izahı müşkil bir hal
başına hiç gelmemişti. Kendini kaybetmiş, sanki korkulu bir düş yahut bir kâbus
gördüğünü bildiği halde uyanmaya mecali yetmeyen hastalar gibi olmuştu.
Birdenbire gözünün önünde pos bıyıklı, kara gözlü, âdem ejderhası bir yeniçeri
belirmiş, kendisiyle alay edercesine kıs kıs gülüyordu. O sırada kapının
vurulduğunu ve paşalılardan birinin, elinde bir sepetle hayal meyal içeriye
girdiğini gördü. Şuuru yerinde değil gibiydi; ne adama bir şey söyleyebilecek,
ne de onun sözlerini duyabilecek durumdaydı:
"Efendimiz!.. Yeniçeri ağası mahsus
selâm etmiş, 'Devletlû vezirimizin ellerinden öperiz!' deyu bir adamla turfanda
yemişler göndermiş. 'Paşamız asla böyle şeyler kabul etmez,'
Gönül sazının teline hata ile bir kere
dokunmaya gör; eğer bozulursa artık bin defa tamire kalkışsan yine düzelmez...
21
dedimse de, 'Mühimdir, zat-ı devletleri istemişler,
bizzat huzuruna çıkarılması gerekiyormuş,' diye ısrar etti; aldım getirdim. Ne
buyurulursa öyle yapayım!?
Hizmetkâr bu sözlerle birlikte elindeki
sepeti gösteriyordu ama paşa, aklı şiirde, şuuru da pos bıyıkta olduğundan
hizmetkârına eliyle yalnızca bir "çekilebilirsin" işareti yapabildi.
Elindeki kitaba gözlerini çevirdi. Naima Tarihi'ydi bu. Murat Hüdavendigar'ın
Kosova'da şehit ediliş bahsini açtı. Uzun uzun okuyup hüzünlendi. Gözlerinden
iki damla yaş süzülmüştü. Neden sonra önüne kâğıt ve hokkayı koydu. Aklı durmuş
gibiydi. Bir iki kıvrandı, zihnini yordu, ıkındı, sıkındı, ünlü şair Nedim'in
yakınlarda söylediği şiirlerine nazire kabilinden birkaç beyit dizdi. Beyitleri
yeniden yazdı, bozdu, yeniden yazdı. Vakit bir hayli ilerleyince de kalemdanını
derleyip yerinden doğruldu. İşte o sırada eşikte duran sepet dikkatini çekti.
Hayret, ağzı bir bez ile dikilmiş olan sepetin üzerinde bir de mühürlü nâme
vardı. İtina ile alıp mektubu okudu:
"Haşmetlû vezir! Sana akıllı
diyorlar. Bakalım öyle misin? Sepeti aç; turfanda yemişlerimizden tat ve bağını
bul!.."
Paşa, sepetin ağzını örten bezin
dikişlerini yazı takımının içinde duran söğüt çakısının sivri ucuyla birer
birer söktü. Sepet, yemiş sandığı gibi pek muntazam döşenmişti. Bademler,
cevizler, kuru üzüm ve incirler, fıstık ve fındıklar... Bir avuç yemiş alayım
derken parmaklarına başka bir şey takıldı. Sanki nemli bir et parçasına
dokunmuştu. Sepeti ters yüz ettiği vakit kanı donacak gibi olrdu. Taze bir
kadın başı, saç örgülerini ardından sürükleye sürükleye halının üzerinde
yuvarlanıyordu.
22
5.Sual: İncili Konak Neden Satıldı?
Gecenin ortalarındaydı. Eyüp Tomruğu'nun
bodrum katında, kapatıldığı bu rutubetli hücrede, yaklaşık onbeş saattir
durmadan ağlıyor, Nakşıgül diye sayıklamaya devam ediyordu. Ayak bileklerinden
dizlerine kadar tomruğa kilitli idi. Tomruğun diğer beş deliğinden ikisinde
başka suçlular vardı ve bitap vaziyetteydiler. Aç ve susuzdu ama ne kimse ona
bir yudum su getiriyor, ne de su istemek onun aklına geliyordu. Bir tür
malihulya nöbeti geçiriyor gibiydi. Zaman aktıkça aklının donduğunu,
hatırladıklarını hatırlamaz hale geldiğini hissediyordu. Zihni bulanıyor,
içinden durmadan ağlamak geliyordu. 0 ağladıkça diğer iki mahpus susması için
küfürler ediyorlar, bağırıp çağırıyorlardı. Bereket versin bunlardan biri ufak
tefek olduğu için tomruğun bir ucunda, diğeri de hayli iri yapılı olduğu için
diğer ucunda ayaklarından kilitli idiler. Onlar da kendisi gibi suçlarını
itiraf etmeleri için buradaydılar. Beş metre
23
boyunda ve neredeyse yetmiş santim
çapındaki bu koca kütük İstanbul'da şöhreti duyulmuş çok etkili bir işkence
aletiydi. Boydan boya ortasından dilinmiş, sonra da mahkûmların ayak baldırları
sığacak şekilde birbirine eşit uzaklıkta beş çift delik açılmıştı. Buraya ilk
getirildiğinde ihtisap zabitlerinden biri muhafızlar eşliğinde tomruğu açmış ve
baldır kalınlığını ölçerek üçüncü deliğe oturtup kilitlemişti. Diz kapağından
aşık kemiğine kadar bacağını kavrayan delikte ayakları şişmeye, baldırı
mengeneyle sıkılıyor gibi ıstırapla zonklamaya başlamıştı. Çok acı veriyordu.
Üstelik tomruğa vurulanların yatması, kalkması, yemesi, uyuması, tuvaleti,
velhasıl bütün hareketleri tomrukta geçtiğinden içlerinden herhangi birisi
kımıldadıkça diğerleri feryada başlıyordu. Şu anda bağlı olduğu tomruğun daha
beterinin Galata'da mevcut olduğunu biliyordu. Hatta Galata Tomruğu'na düşenin
oradan sağ çıkma ihtimali olmadığını, sağ çıkanlardan birkaçının, geri kalan
ömürlerini nasıl perişan geçirdiklerini İstanbul'da bilmeyen yoktu.
Söylendiğine göre bu tomruk ayak bileklerini değil bütün vücudu içine alan bir
cendere şeklinde tasarlanmıştı ve azılı haydutların mekânı olarak biliniyordu.
Buraya bağlanıp da itiraf etmeden can verenlerin veya işlemediği suçları itiraf
edenlerin hikâyeleri halk arasında efsaneler gibi dolaşıp duruyordu.
Şimdilik bütün bunları hiç aklına
getirmiyor, masum olduğundan emin, yalnızca ağlıyordu. Ağlamasının sebebi
başına gelenler değildi; hayır, Nakşıgül'den ayrılmaktı. Ağlamasına son
veremiyor, susmak istedikçe daha çok ağlıyor, ağladıkça Nakşıgül'ü hatırlıyor
ve yeniden ağlıyordu. Bir gecelik mutluluğun ardından bu olanlara inanamıyordu.
Aklını kaybetmesine neden olacak şeyler yaşamıştı ve şu anda neredeyse
kaybedecek bir aklı bile yoktu. Anormal durumlarda gösterilen anormal tepkiler
vererek normal dengesini korumaya çalışıyordu.
24
Kapı açıldı. Gelen iki ases alaylı bir
üslupla "Haydi beyzadem, vakit geldi!" diyerek önce ellerini bilekçe
ile bağladılar, sonra ayaklarını tomruktan kurtardılar, kollarından kavrayıp
aralarına aldılar. Yürümek işkence gibiydi. Ayakları kendisini taşımaktan
ziyade bütün bedenine acı yayıyordu. Üst katta sorgu odasına girdiklerinde
içeride Tomruk Emini, Nakşı-gül'ün annesi, hemen yanında babası Aslan Ağa,
dadısı, konağın kâhyası, akşam hizmetlerini gören halayık, konaktaki ispir,
seyis, aşçı yamağı ve birkaç kişi daha olduğunu gördü. Tomruk Emini, âdem
ejderhası bir yeniçeri idi. Yüzüne bakanın ürktüğü tiplerden ızbandut gibi bir
adamdı. Maznunu bizzat kendisi sorguya çekmeyi istemiş, suçu zabta geçirmek
üzere de ases ve zaptiyelerinden kendisi gibi devasa iki kişi bulunmasını
emretmişti. Kara Şahin ağlayarak içeriye girdiğinde birden odada bir uğultu
koptu. Nakşıgül'ün annesi yerinden kalkıp üzerine yürüdü:
"Bre kahpe oğlan, bre sefih, bre
alçak haramzade!.. İyiliğin karşılığı bu mudur hain köpek?"
Aseslerden biri kadını durdurdu ise de
öte yandan Nakşıgül'ün babası yaygarayı kopardı:
"Kan hakkını bırakmayın bu alçakta.
Etlerini kerpetenle sökün, bin parçaya ayırıp her parçasını bin mahallenin
itlerine atın. Kızıma olanları ona da yapın."
Tomruk Emini'nin gür sesi duyuldu:
"Susuuuun!."
Bir anda odaya derin bir sessizlik hâkim
oldu. Kırbaçlı efendisinden emir almış köleler gibi herkes susup yerine oturdu.
Ağa başını çevirip keskin gözlerle Şahin'in yüzüne baktı. Kalbinin içini
görüyor gibi derindi bu bakış. Sonra parmağını oynatıp yakınına gelmesini
işaret etti. Kara Şahin, bütün gücünü toplayıp son derece saygılı bir eda ile
aksaya yürüye emre itaat gösterdi.
25
"Evladım; adın ne senin?"
"Şahin, efendi ağam; Şahin!.."
"Pekâlâ Şahin oğlum; kalbinin de
yüzün gibi temiz olduğunu umarım. Şimdi ağlamaya biraz ara ver ve bize neler
oldu ta başından itibaren anlat bakalım."
"Ben uyudum ve uyandım. Hepsi bu
kadar. Neler olduğunu siz bana anlattığınız vakit öğreneceğim."
O sırada odada bulunanlar seslerini
yükselterek buna itiraz ettiler.
"Hain, nankör köpek."
"Haysiyetimizi beş paralık
ettin."
"Cana can, kana kan!.."
Tomruk Emini zabitine işaret etti.
"Susuuun!" komutuyla yeniden sessizlik sağlanınca yeniden sordu:
"Evladım, zamanım kıymetlidir. Hiç
uğraştırma beni. Ağlayıp zırlamaya da bir son ver artık. Bunu neden yaptın,
söyle?"
"Ağa hazretleri Allah'ın birliği
hakkı için ben bir şey yapmış değilim. Benim böyle bir şeyi yapamayacağımı
bütün arkadaşlarım bilir."
"Meyhane arkadaşların mı?"
"Başka arkadaşım yok efendim."
"Öğrendiğime göre maktulü üç hafta
önce görmüşsün."
"Evet ağa hazretleri. Fener'den eve
dönerken, Nakşıgül hemen önümde yürüyordu. Kim olduğunu bilmezdim. Sonra hayta
güruhundan iki ırz düşmanı laf atıp onu rahatsız etmeye başladılar. Ben de
gayret-i diniye ve insaniye ile müdahale ettim. İşte bana olan her ne ise o
anda oldu ve yüzünü gördüm. Bir kıvılcım düştü içime; tutuştu, yaktı, yandırdı.
Dakika dakika ruhumda özlem, kalbimde ateş çoğaldı. Ellerim titredi, gözlerim
yüzüne bakamaz oldu. Güneşe bakılabilir mi ağa hazretleri; gözlerim kamaştı.
Işık deyin, ateş deyin; bir güneşti; yaktı, kül etti... Meğer ona ne derece
muhtaçmışım..."
26
"Ev-la-dım! Bak sinirleniyorum!..
Masalı geç şimdi, bize hakikat lazım. Gevezelik istemez. Ne oldu, sen onu
an-lat? Ve sakın bir daha ağlama!"
"Evine kadar takip ettim. Kimsem
yok ki gönderip isteteyim. Allah yardım etti de şu dadı hanımı yoluma
çıkardı."
O sırada dadı "O güne lanet
olsun!" diye homurdanarak laf attı.
Tomruk Emini iki yana başını salladı.
Gerneşti. Sinirlerine hâkim olmakta zorlanıyor gibiydi. Mahkûma baktı. Eliyle
anlat der gibi işaret etti.
"Sonra 'Ey peri-ruhsarım, fikr ü
hayalim' diyerek üç günde iki name yazdım. 'Ey rûyı mahım, gül yüzlü şahım'
hitabıyla cevap alınca birbirimizi sevdik. Ben çaresiz dadıdan yardım istedim.
O da surda oturan muhterem kayınbabamı ve kayınvalidemi durumdan haberdar etti,
beni bir akşam Ye-nibahçe'deki konağa yemeğe davet ettiler. Herkese ayrı ayrı
ipekliler, kadifeler, tespihler, yağlıklardan hediyeler alıp gittim.
Kayın-babam anlayış gösterdi, hemen o akşam düğün gününü kararlaştırdık."
"Dünyalar güzeli dediğin bir kızın
dünürcülüğü sence böyle mi olurdu? Peki ya sana bu kadar yakınlık gösterip
iyilik yapmış şu insanlara bu derece mi nankörlük gösterilirdi."
Kara Şahin yeni bir ağlama nöbetinden
sonra güçlükle devam etti:
"Hâşâ ağa hazretleri. Ben asla
nankör olmam. Nakşıgül'ü sevdim ben. Gerçi başlangıçta 'Kızlarının bir eksiği
var ki ba-
27
na kolayca veriyorlar,' diye aklımdan
geçirmedim değil. Ama kızın güzelliğine büyülenince bu fikri kendime kabul
ettirdim, 'Eksikli veya ayıplı da olsa alırım' dedim. İnsan sevgilinin yanında
olacaksa ne olursa olsun, isterse ayıp üstüne ayıp gelsin değil mi ya!.. Hem
'Dünyada kimim var da kime itibar ve şeref iddiasında bulunacağım!' diyordum.
Öte yandan bütün bu düşüncelerimde haksız olduğumu gördüğüm zaman kendimden
utandım. Kayınbabam Aslan Ağa, kendisi burada diye söylemiyorum, çok iyi kalpli
biri. Beni evladı bildi. Hatta ben gelinimi alıp İncili Konak'ta yaşatmak
istediğimde o buna itiraz edip yalnız başına orada yaşamaktansa bir aile olarak
Ye-nibahçe'deki konakta evin öz evladı olarak yaşamamda ısrar etti. Ben
rahmetli anneciğim öldükten sonra evde sıcak çorba içmeyen biriydim. Bu derece
değerli insanlar arasında kısa sürede yeniden bir aile ortamında mutlu bir yuva
kurma şansını kaybetmek istemedim. Daha o gün meyhaneyi boşladım, eski
arkadaşlarımdan alakayı kestim. Hiç baba sevgisi tatmamış-tım, bir babaya sahip
oldum; annem ölmüştü, bir de annem oldu. Üstelik bütün bunlar esiri olduğum
Nakşıgül'ün de arzu-suydu. Asırlara bedel bir ömrü birlikte yaşayacaktık."
Tomruk Emini "YeteeeerL" diye
kesti sözünü. Sonra da boş lakırdılar etmesinden öfkelendiğini belli edecek
şekilde, sesindeki şefkat tonunu tehdide çevirerek bağırdı:
"Senin olanları anlatma niyetin yok
anlaşılan. O halde ben sorayım. Şu Ayvansaray'daki İncili Konak'tan başlayalım.
Orada büyümüşsün he mi?"
"Evet efendim. On beş yaşıma kadar
annem Itır Banu ile orada yaşadık. Birkaç yıl evvel valide hanım rahmete
kavuşunca konakta yalnızlıktan sıkılmaya başladım. Şeytana uydum Fener
İskelesi'ndeki meyhane ve deniz bahçelerinde harabat âlemlerine alıştım.
Çevredeki köylerden Cibali'den, Süt-lüce'den, Eyüp'ten sayısını bilmediğim
kadar arkadaşım oldu.
28
Yazın Sadabat âlemleri, kışın konakta
helva sohbetleri... Mey, mahbub, güzel, bade derken elde avuçta ne varsa üç
yılda tü-keniverdi. Hazıra dağ dayanmıyor."
"Peki ya Nakşıgül'e mihir diye
verdiğin inciler?" "Onlar benim ummadığım zamanda bulduğum ana
hediyesi tek varidatım idi. Rahmetli anam ben ne zaman yaramazlık yapsam şaka
yollu hep 'Benden sonra kendini asarsın sen, bari şu çengele asıl ki İngiliz
malıdır.' deyip dururdu. Bundan iki ay kadar önce bütün malım, nakdim ve miras
kalan her şey tükenmişti. Ahbaplarımı da eğlenceye alıştırmıştım bir kere.
Hazıra dağ dayanmıyor dedim ya. Bundan sonra ne olacak diye kara kara
düşünüyordum. Bir işe kalkıştım. Konakta son bir kez arkadaşlarla felekten gece
çalacak ve sonra bir kervana kul yazılıp alıp başımı ya Harameyn'e ya
Frengistan'a gidecektim. Kesemdeki son akçelerle erzaklar alıp iki hamal
vasıtasıyla eve yığdırttım. Felekten gece çalacaktık ya, en âlâsından bir çengi
kolu bile çağırtmıştım. Ne ki o gece Halic'in meyhane, kahve ve tezgâhlarında
müskirat ve mükeyyifat yoklaması için Yeniçeri yolları tutmuş, arkadaşlarım da,
sazendeler de, çengi kolu da gelemediler. O sıralarda konakta fareler
türemişti. Ben yaklaşık kırk kişiye yetecek erzakın hepsini üç çuvala doldurdum
ve fareler erişemesin diye anacığımın İngiliz çengeline astım. Üçüncü çuvalı
yukarı çektiğim sırada çengel yerinden koptu ve çuvallar yere düştü. Tavanda
ise al ipekten bir kese sallanıp durmadaydı. Ayağımın altına bir iskemle
koydum. İbrişimini bıçakla kestim. İçinde otuz yuvarlak inci ile bir küçük not
vardı: 'Şahinim! Babandan sana miras bırakılmış helal malındır. Allah yüzünü ak
eylesin!' Bir tanesini sarrafa gösterdiğimde bana seksen altın teklif
etti." "Tanesine seksen altın öyle mi?" "Evet, seksen
altın. Nakşıgülüme helal olsun." "Peki sadece otuz tane miydi?"
29
"Evet, tamamını Nakşıgül'e mihir
olarak verdiğim otuz dür-dane."
"Baban ne iş yapardı senin?"
"Hiç tanımadım. Annem bu konudan
bahsetmezdi. Tek söylediği babamdan sonra hiç evlenmediğiydi. Küçükken
Şeyhülislam İsmail Efendi'nin oğlu İshak Efendi benimle alakadar olurdu.
Sayesinde tahsil ettim. Ama o da hiçbir gün babamdan bahsetmedi. Ben de cesaret
edip soramadım. Yalnızca bir keresinde 'Öldü!' dedi, o kadar. Kim olduğunu,
nerede çalıştığını, hangi işi yaptığını kimse bana söylemedi. Annemin onu çok
sevdiğini anlıyordum ve hem eski yarasını deşmemek, hem de aşkından
utandırmamak için fazla soramıyordum. Öte yandan bir günahın çocuğu olmaktan
korkuyor ve bu gerçekle yüzleşemeyeceğimi düşünüyordum. Babamın kimliğini hiç
öğrenmemek daha iyiydi sizin anlayacağınız."
"Pekâlâ, şimdi gerdek odasındaki
altınlara gelelim?"
"Haa!.. Onlar mı? Kayınbabam Aslan
Ağa Yenibahçe'deki konakta yaşayacağımızı söyledikten sonra bana İncili Konak'ı
satmamı söylemişti. Tanıdığı bir bezirganla ortak olacak, ipek ticareti
yapacaktık. Düğün arifesinde konağı satılığa çıkardık. Bir simsar geldi,
kelepir diye ancak sekiz yüz altın verdi. Aslında bin beşyüz altın ederdi
ama... Ben sekiz yüz altını alıp kayınbabama teslim ettim."
Tomruk Emini bu sırada Aslan Ağa'nın
öfkeyle söylediği ""Asla!. Haramzade bir de yalan söylüyor, beni
töhmet altında bırakacak!" cümlesini sert bir işaretle susturup sorguya
devam etti:
"Gerdek odasındaki altınlar onlardı
herhalde."
"Öyle diyelim... Peki şimdi zifaf
sabahına gelelim. Ben odayı teftiş ettim. Duvarları geçtim, tavanda bile kan
izleri var. Bunca vahşeti bir gecede nasıl yapabildin?"
"Ben bir şey yapmadım ağa
hazretleri?"
30
"Ha!.. Belki ailenin yanında
söylemekten çekiniyor, anlatmakta zorlanıyorsundur. Okumam yazmam var demiştin;
en iyisi yazarak itiraf etmen, öyle değil mi?!"
Tomruk Emini bunları söyledikten sonra
herkesin yine küfürleri, lanet sözleri, bedduaları arasında odayı boşalttırdı.
Ellerindeki bilekçeleri çözdürdü. Önüne kalemdanlı yazı takımı ile bir parşömen
koydu. Sonra muhafızlarına da çıkmalarını işaret etti.
"Evet Şahin Bey oğlum! İki çeyrek
sonra geldiğimde her şeyi bilmek istiyorum. Yoksa Galata Tomruğu'nda kendi
ellerimle içini dışına çıkartırım da akıl denen şeyin ne tür işkenceler icat
edebildiğine şaşırırsın!"
Şahin anahtarın kilitte çıkardığı sesi
duyduğunda gerçekten çaresizlik içinde olduğunu anladı. Ağlaması azalmış, sakin
düşünmeye başlamıştı. Bir hokka, bir divit ve bir kâğıt... Ne yazacaktı ki?!..
Kâğıdı almak için elini uzattı. Avucundaki lale soğanını ancak o vakit fark
etti. Zifaf sabahında Nakşıgül'ün, odanın her yerine saçılıp üzerine çil çil
altınlar serpilmiş uzuvlarını dehşetle bir araya getirmeye çalışırken
bileğinden kesilmiş sol elinin sımsıkı yumulu olduğunu ve açtığı avucunda bu
lale soğanını bulduğunu o vakit hatırladı. Terden elinde ıslanmıştı. Gerdek
gecesindeki ikiz soğanın bir yarısıydı bu ve öteki yarısını ne odanın her
yanına saçılmış altınlar arasında, ne oluk gibi kanlara bulanmış çarşafın içinde
aramak gelmişti aklına. O anda yalnızca kan görmüştü; tavana kadar sıçramış
kan...
31
6. Sual: - Her Şey Aşk Yüzünden, Öyle
mi?
1
Yeye geleceği için çok iyi bir plan
kurması gerektiğini biliyordu. Bimarhanedeki hastalara yardım ediyor,
yakınlıklarını kazanıyor ama hekimlere karşı mecnun tavrını sürdürüyor, Şehnaz
hakkında sorular başladığında onmaz hasta rolüne her gün biraz daha tecrübe
kazanmış olarak devam ediyordu. Değişik hücrelerde kalan akıl hastalarının
hareket ve konuşmalarını izleyerek pekâlâ bir sonraki adımının ne olacağını
bi-lebiliyordu. Taklit yeteneğinin fevkalade yüksek oluşu da deliliğinin
inandırıcılığını gösteriyordu.
Bimarhanenin sonsuza kadar kalabileceği
yer olmayacağını biliyordu. Ancak bunu bilen başkaları da olabilirdi:
Şeh-naz'ın babası. Yeye'nin burada nasıl olduğunu, neler yaptığını mutlaka
kontrol ettiriyor olmalıydı. Bimarhaneden çıkmaması için uğraşacağı, tedavi
olup çıkacak olursa da takip ettireceği ve hatta belki başına daha kötü şeyler
gelmesi için çareler arayacağı muhtemel idi. Onun için çok iyi plan yapmalı,
buradan gidince izini tamamen kaybettirmeliydi. Böyle bir yer neresi
32
olabilirdi? İstanbul kazan olsa Veyis
Ağa'nın eli kepçe olurdu. Evet, evet!.. Çok iyi bir plan kurmalıydı. Ama
öncelikle deli rolünü çok iyi sürdürmeliydi. Bir deli olduğuna herkesi
inandı-rırsa, belki birkaç zaman sonra peşini bırakırlardı.
s& sc sû
0 sabah meydancı ağa Kayseri Gevher
Nesibe Bimarhane-si'ndeki vazifesinden sonra burada göreve başlayan yeni
he-kimbaşının kendisini çağırdığını söyledi. Yeye elbette bunu hayra yormadı.
Yine sorgu sual, yine şurup zehir... Bütün cinnet gösterilerini yapmaya hazır
olmalıydı. Üstelik meydancı ağa;
"Gider misin, götüreyim
mi?!.." diye sormuştu. Onun en meşhur cümlesiydi bu. Hastalar arasında
asayiş bozulduğunda maraza çıkarana böyle sorar, soruyu duyan derhal koşarak
hücresine kendisini kapatır, aksi takdirde onları yaka paça, sille tokat
hücrelerine tıkmak meydancı ağaya kalırdı.
Sırf kendisinde bir delilik emaresi
görünsün diye hekimba-şının odasına gitmemekte direnerek birkaç tekmeye razı
olacaktı. "Hekimbaşının canı cehenneme!.." deyip o sırada yanından
geçmekte olan neyzen dedeye sataşma niyetiyle bir şiir okudu. Beyit, musiki
terimleri ile yazılmıştı ve içinde Şeh-naz'ın da adı geçmekteydi:
Isfahan 'dan muhayyer buseliktir hem
niyazım Bu makama gelmeğe ettikçe şeh nâz ağlarım *
İsfahan'dan gelen sevgiliden niyazım,
bana bir buse vermesidir. Artık kendisine kalmış... Oysa sultanım bu makama
gelmek için orada naz eyledikçe, ben burada ağlamaktayım. Musiki anlamı:
İstediğim, Isfahan makamından başlayıp
Muhayyer ile Buseliğe geçiştir. Ancak bu geçişleri sağlamak için Şehnaz makamı
başlayınca gözümden yaşlar dökülür ve diğerlerine geçemem.
33
Samur kürk giyinmiş iki kişinin
bulunduğu odaya girdiğinde meydancı ağanın dirsek marifeti olarak burnundan
hâlâ kan sızıyordu. Odada bulunanlardan biri yüzüne bakınca meydancı ağaya
çıkışmış, bundan böyle bimarhanede dayağı yasakladığını söylemişti. Hekimbaşı
dedikleri bu adam olmalıydı. Güzel ve temiz yüzlü biriydi ve meydancı ağayı
odadan kovması Yeye'nin hem hoşuna gitmiş, hem de ürkütmüştü. Çünkü bimarhenede
biri hastaya iyi davranıyorsa mutlaka bir art niyet aranır, ağzından laf almaya
çalışılır ve genellikle bu tip sorgular böylesine babacan bir tavır ile başlar ve
gittikçe dozu artan bir şiddete varırdı. Yeye'ye oturmasını söyledi ve kendi
aralarında konuşmaya devam ettiler:
"Evvela bütün hastalara, hekimlere
ve vazifeli ağalara tembih edip hastalara kötü davranmamalarını öğretmemiz
gerekiyor üstadım. Burada hastalığın görülen, dokunulan bir yanı yok. Öyle
olsaydı bimarhane yerine hastaneye gönderilirlerdi."
"Yani tamamen gönül ve akıl
dengesinin sağlanması meselesi öyle mi?"
"Evet, her şey aşk yüzünden!..
Duyguların bir yöne şiddetle akması yüzünden. Malûm-ı âlîleriniz üstadım, bimar
veya ti-mar kelimesi de zaten 'baş okşayarak, sırt sıvazlayarak sakinleştirmek'
anlamı taşıyor. Seyisler atların sağrılarını sıvazlayarak onları nasıl tımar
ediyorlarsa burada da biz hastaların başını okşayarak onları öylece tedavi etme
yolunu tutmalıyız. Siz şu çelişkiye bakın ki üstadım, bir müessesenin adını tüy
kadar hafif bir kelimeyle 'timarhane' koyacak sonra da içinde can yakıcı
falakalar, zincirler bulunduracaksınız."
"Fikrinize tamamen iştirak ediyorum
üstadım; büyüklerimiz bimarhanelerde hastalar kendilerine zarar vermesin diye
zincirle bağlama usulünü getirmiş ama biz aynı zincirlerle zavallı hastaları
döverek akıllandırma yolunu icat etmişiz."
34
"Beli mirim, doğru söylersin. Lakin
neticede bunu değiştiremiyoruz maalesef."
Yeye bütün bu konuşmaları dinledikçe
zihninden iki ihtimal gelip geçiyordu: Ya bütün duydukları kendisini
yumuşatmak, akıllıca konuşturmak için bir düzmece oyun idi veya hakikaten bu
hekimbaşı bimarhanede artan şiddete son vermek üzere buraya gönderilmiş iyi
biriydi. Sessizce dinlemeye devam etti:
"Zincirle bağlanacak derecede
mecnunumuz var mı bizim?"
"Evet, üç zincirbendimiz var. Fakat
ben hiçbir hastanın zin-cirük deli olduğu kanaatini taşımıyorum. Aşkın bütün
halleri derece derece bir ilgi ve alaka meselesidir çünkü. Bazı âşıklar
akıllarının bir kısmını, bazıları yarısını, bazıları da tamamını sevgiliye
yönlendirir ve bu orana göre biz onlara deli, yarı deli, zırdeli gibi isimler
koyarız. Oysa burada yitirilen akıl değil, belki irade ve hükmetme derecesidir.
Bu durumda duygular öne çıkar, akla baskın olur."
"Nasıl yani? Aklın yerini duygular
alır, onun vazifesini üstlenir öyle mi?"
"Böyle de denilebilir. Aslında akıl
insana bahşedilmiş en muhteşem ama o derecede de yalın bir melekedir. İnsanlar
aklın bizi yönlendirdiğini zanneder. Hakikatte ise aklı yönlendiren bir olumlu,
bir de olumsuz müteharrik vardır: Gönül ve nefs. Aklımız gönlümüzün önüne
düşünce insan kendi yaratılışına uygun şeyler üretir; nefsin önüne düşünce
sapkınlık başlar. Bu dengeyi kurma noktasında insana irade gücü
verilmiştir."
"Bu söylediğinizde bir çelişki yok
mu azizim? Gönlünü aklının önüne geçirmiş adamları deli diye tedavi eden ve
bimar-haneye kapatan sensin çünkü."
"Doğru üstadım! Hepsi gönüllerini
akıllarından önce önemsemişler. Lakin bunlar önemseyişte israf etmişler;
dengeyi ka-
35
çırmışlar. Elbette gönül, akıldan ziyade
önemlidir. İnsan aklının varabileceği en son nokta onun gönlünün içindedir
zaten. Dünya, 'gönlünce bir hayat' sürmek isteyen insanlarla dolu. Çünkü gönül
Rahmanidir, nefis gibi insanı yanlış yola götürmez. Bu yüzden dizginlerini
gönlüne verip de menzil almaya çalışanlar hep doludizgin giderler ve
nihayetinde aklın sınırlarından kurtulurlar."
"Yani şimdi biz bütün bu insanları
akıldan kurtuldukları için mi zincire bağlıyoruz?"
"Hayır üstadım, hayır... Arada bir
boyut farkı vardır. İlahi aşkta vahdete ermenin sırrı gibi bir şey bu. Hallac-ı
Mansur'u düşünün, Rabia'yı düşünün."
"Haseki Sultan Bimarhanesi'ndeyiz
azizim, Bağdat darülha-disinde değil. Burada ilahî âşıklar değil komşu kızına
veya mahalle delikanlısına tutulanlar var."
"Benim de söylemek istediğim bu
işte. Her ikisi de aşk ve her ikisi de insanda aynı etkiyi yapıyor."
"Dur, azizim, dur, biraz sonra sen şu mecnunları ermiş diye anlatacaksın
bana!" i' "Yok, öyle yapmayacağım ama onlar akıldan
sıyrılınca Allah'ın da onlardan sorumluluğu
kaldırdığını söylememe izin
verin."
"Bence deli delidir." "Bu
bakış açısına göre de Hallaç bir deli idi üstadım, öyle mi?"
"Hayır, ama deliliğin de bir
hastalık olduğunu inkâr edeme-
w
yız.
"Onu sıradan bir hastalık gibi
gördüğümüz sürece ben buradaki zavallıları tedavi edemeyeceğimizi düşünüyorum.
Bu sıradan bir hastalık olsaydı koğuşlarımızı dolduran gariplerin hepsi birer
hastanede olurlardı. Oysa Devlet-i Aliye onlar için ayrıca bimarhaneler kurmuş.
Bukrat, Eflatun-ı İlahi ve İbni Sina'dan itibaren eski hekim ve âlimler onları
hiç hasta olarak görmemişler. Hele de aşk yüzünden bu hale gelenlere deli
denilmesi, deliliğin bu türünün bir hastalık olarak görülmesi bence insafsızlık.
Yani bunlara deli demek yanlış. Çünkü delilik aklın zıddı olan, aklın devre
dışı kaldığı, aklın işlevini yürütemediği hallere denir. Her şey gibi deliliği
de zıddı ile ölçebiliriz. O halde deli diye aklı olmayana denir. Delilerin aklı
olmadığını bize kim söyleyebilir. Yahut kim Leyla'nın Mecnun'una akılsız biri
diyebilir?"
"Ama kimse deli değildir de
diyemez."
"Doğru üstadım, lakin Mecnun'un
elbette aklı vardı, ama aklını bütün gücüyle yalnızca Leyla'ya kapatmıştı.
Bizim hastalardan çoğu işte onun gibi. Akıl melekeleri çalışıyor, ama
kendilerini yalnızca bir hedefe kilitledikleri, akıllarını sevdikleri kişiyle
örttükleri için başka hiçbir şeye tepki vermiyorlar. Sevdikleri bir güneş ve
onlar da güneşin ışığına tutuluyorlar. Güneşten kaçmaları mümkün olmadığı gibi
onu kuşatmaları da mümkün değil. İşte bu yüzden varsa yoksa güneşe bakıp
ağlıyorlar. Güneşe bakınca ağlayan birinde irade söz konusu mudur? Kim güneşe
bakar da gözleri yaşarmaz ki?!.. Yani ki bu hal, onların akılsız olduklarını
değil, akıllarının yönündeki sapmayı gösterir. Bu da şiddetle veya zincirle
değil, baş okşamayla, sırt sıvazlamayla doğru alana yönlendirilebilir."
"Yani azizim, gıpta ediyorum sana,
beni Mecnun'un akıllı olduğuna inandıracaksın neredeyse."
37
"Deli olsaydı yüzyıllar boyunca
bunca akıllı insan oturup onu konuşuyor olur muydu üstadım!.."
"Belki de haklısın!.."
"Hani demiş ya şair: Aşk imiş her
ne var alemde / İlm bir kıyl ü kal imiş ancak"
"Fuzuli, Fuzuli..."
II*
Hekimler konuşurken Yeye eski kitaplarda
okuduğu bir hikâyeyi, güneşe bakınca ağlayan âşıklardan birinin öyküsünü
hatırlamıştı. Mutlu bir hikâyeydi bu. Bir âşıkın sevgilisine kavuşmasının
hikayesiydi. Bir gün güneşine kavuşma isteğini yi-tirirse eğer, o anda
öleceğini düşündü. Tıpkı o hikâyedeki âşık gibi içinden "Allahım o saadeti
bana nasip et!" diye dua etti.
Hekimbaşının fikirlerini de kendisi gibi
pek sevmişti. Ne var ki onun da kendisini sevip sevmediğinden emin olamazdı.
Tedbirli olmalıydı. Onun için cinnetin şiddetini arttırmalıydı. Soru şefkatli
bir ses tonuyla geldi:
"Yusuf Efendi, söyle bakalım; bir
adamın, biri sağdaki odada diğeri de soldaki odada oturan iki hanımı olsa ve
adam 'Vallahi, bu gün, ne sağdakinin yanında, ne soldakinin yanında, ne de
kendi odamda oturacağım; evden de asla ayrılacak değilim!' diye yemin etse ve
yemin kefareti verecek parası da olmasa çaresi nedir?"
Hekimbaşı istiyordu ki hasta bu soru
üzerine düşünsün, o düşünürken bir yandan ona yardım ederek konuştursun, diğer
yandan kimliğini ve kişiliğini tahlile çalışsın ve hekim-has-ta ilişkisi tesis
edilmiş olsun, hatta soru bir sonraki görüşmeye kadar hastanın zihnini meşgul
etsin... Öyle olmadı, Yeye soruyu cevaplayıverdi:
"Sağdaki kadın ile soldaki kadının
odalarını birbiriyle değiştirirse dilediğinin yanında oturur."
38
"?l ."
"Ne?"
"Hay akılsız çocuk; seninle işimiz
çok uzun olacak!.."
İr
$¦ I
-derkenar-
güneşe bakınca ağlayan biri
Gönüller avcısı güzel bir dilber
yaşardı. Gül bahçesi onun yüzünü görse hasedinden kan tere batardı. Bahar
günlerinde bir gezintiye çıktı. Kırlarda bir gölgeliğin altına oturdu. Işığı
her yanı aydınlatıyordu. Güneş bulutla örtülebilir mi; o da öyleydi?
Oradan bir süvari geçti. Güneşi bulutsuz
gördü. Işığına tutuldu, ağladı, yandı yakıldı. Kimsenin öğüdüne aldırmıyor,
kavuşmaya da çare bulamıyordu. Günün birinde talih ona yardım etti. Yine bir
kırda karşılaştılar. Lakin bu sefer şiddetli bir yağmur başladı. Tesadüf bu ya,
ikisi aynı çadırın altına sığındılar. Sonra iki susamış bir kilim altına girdi.
O sırada herkes ""Ya Rab!. Dindir yağmuru!" diyordu. Bunlar ise
""Allahım! Rahmetini devamlı kıl!" demekteydiler. Âşık'ın duası
ise hepsinden öteydi:
"Arttır Allahım, rahmetini arttır,
şimdi gemimi yüzdürme zamanı. Bu yağmur mahşere kadar yağsa, kıyamet neşeyle
kopar. Allahım o saadeti bana nasip et!.."
39
7. Sual: Bir Dakika Yüz Yıl Sürer mi?
"Haşmetmeab, izn-i şahaneniz olursa
huzur-ı hümayununuza mahsus mühim ve tehir kabul etmez bir arzım vardır!"
diye söz istedi Anadolu Kazaskeri İshak Efendi. Meclis o anda donmuş gibiydi.
Kubbealtı'nda mahrem görüşmeler pek hoş karşılanmaz, devletlûların dikkatini
çeker, kalplere vesvese düşürürdü. Yine öyle oldu.
Sağ elinin dört parmağını nazikçe
oynatarak divan toplantısına katıları bütün vezirlere, şeyhülislama, kaptan-ı
derya ve paşalara, velhasıl Kubbealtı'ndaki herkese
"çekilebilirsiniz!" diye işaret eden sultan, Osmanlı hanedan tahtına
oturan Ahmet'lerden üçüncüsü idi. Savaştan hoşlanmayan, savaşın getireceği
felaket ve masraflardan şiddetle sakınan, parayı çok seven, tamahkar ve cimri
bir adamdı. Ataları içinde devlet hazinesinin dolu tutulmasını ve
boşaltılmamasını onun kadar isteyen hiç kimse çıkmamıştı. Vezirleri de bunu
bildiği için ona daima para ile yaklaşır, bir şey yaptıracaklarında bol
rüşvetler sunarlardı. Bir tek İbrahim Paşa, damadı olduktan sonra
40
bu huyundan vazgeçmiş, bilakis onun
hasislikle biriktirdiklerini cömertçe harcamaya başlamış, hatta şehzadelerine
bile harçlık dağıtır olmuştu.
Vezirler salonu boşalttıkları vakit
sultan ağır adımlarla ilerleyip tahtına oturdu. Yine işaret ederek sağır ve dilsiz
olan ikisi hariç bütün muhafızların çıkmalarını emretti. Sultan, altınlarla
halledilebilen "mühim ve tehir kabul etmez" nice meseleler görmüştü.
Kazasker efendinin teklif edeceği miktarı düşünerek yanına yaklaşmasını işaret
etti. Umduğunun aksine kötü bir haber ile karşılaşacağını nereden bilebilirdi
ki?!.. Bu kötü haber, hayli zamandır İshak Efendi'nin ruhunu çizik çizik etmiş,
şimdi dışarı çıkmak istiyordu. Huzurda el pençe durup başını sol göğsüne
yatırmış olarak bekledi. Sultan onun bu tavrından işkillenmişti, sesi
titreyerek sordu:
"Hayır mıdır efendi!?.."
İshak Efendi temiz yüzünde yeni oluşmaya
başlayan çizgilere trajik kıvrımlar katarak açıklamak istedi ama ne diyeceğini,
söze nasıl başlayacağını bilemiyordu. Gerçi evvelden beri sultanın şiir sohbetlerinde
bulunur, helva gecelerinde, Çıra-ğan eğlencelerinde, Sadabat ve Göksu
mesirelerinde meclisine katılır, teklif ve tekellüfsüz söz söyler, şiir okur,
şarkılarda terennüme eşlik ederdi ama burada, devlet işlerinin adeta kutsal
mekânı olan bu Kubbealtı'nda, hele de ülke güvenliğini ilgilendirecek gizli
bilgileri koca hükümdar ile baş başa kalıp paylaşmak pek öyle kolay
olmayacaktı. Fısıldayarak anlatmaya başladı:
"Malum-ı devletâneleri olduğu üzre
ağabeyiniz Sultan II. Mustafa tahttan indirildikten altı ay kadar sonra derin
üzüntüsü üzerine gelen bir mesane iltihabından vefat eylemiş ve herkes onun beş
şehzadesi olduğunu bilmişti. Saye-i devletinizde bu şehzadeler ekmeğinizi yiyip
saadetle ömür sürmekteler. İlla ki ağabeyinizin..."
41
Sultan, bir an bu cümlenin devamını
duymak istemedi, "illa ki..." ile başlayan her cümlenin bir baş
belası olduğunu kabul edenlerdendi. Eliyle İshak Efendi'ye susmasını işaret
etti. Tereddüt geçirdi. Bir bıçak yarasının sıcaklığının geçmesini bekler gibi
bekledi. O dakikanın, sanki savaşlarla dolu uzun bir asır gibi geçmek
bilmediğini hissetti. Zihni bulandı, elleri titremeye başladı, karşısındaki
adamı boğmak geldi içinden. Sonra nedense, yavaşça başını kaldırıp devam
etmesini işaret etti:
"Haşmetmeab efendimiz! Hatırlayacaksınız,
1703 yazının karlı bir gününde, ağabeyiniz Sultan Mustafa'nın tabutunu
taşıyanlar önce saray kayıkhanesine, ardından da babanızın da medfun bulunduğu
Eminönü'ndeki türbeye, Turhan Sultan'ın hayratı olan kırk dört sandukalı
türbeye doğru bir saltanat kayığı ile hareket ettiler. Saray kayıkhanesinden
gözyaşlarıyla ayrılan bu kayığın köşk kısmında, rahmetli sultan ağabeyinizin
tabutu başında bir hekim yamağı duruyordu. Temiz ve güzel yüzünü matem
tülbentiyle örttüğünden kimse onun bir cariye olduğuna dikkat etmemişti. O gün
cenaze merasimine katılanlar ile görevliler arasında, bu cariyenin gözlerinden
süzülen iki damla yaşın ne anlama geldiğini de bilen kişi yoktu. Meğer her şeyi
Köprülüler sülalesinden Fazıl Mustafa Paşa'nın büyük oğlu, o zaman saray
muhafız ağası olan sizin sabık vezirlerinizden Numan Paşa planlamış. Daha sonra
damadı olacak kadar ağabeyinizin güvenini kazanmış olan Numan Paşa, yine
hatırlayacaksınız, zat-ı şahanelerinizin de tensibiyle, tahttan indirilen
ağabeyinizle ilgilenmiş, hizmetini görmüş, her işiyle meşgul olmuştu."
O sırada hükümdar "Buraları geç,
sadede gel!" der gibi elini bileğinden çevirerek hızla anlatmasını işaret
etti.
"Biniş çavuşları Eminönü sahilinde
sultanın tabutu ile hekim yamağının arasına girdiklerinde onun bir cariye
olduğunun farkına bile varmamışlar. O sırada için için ağlamakta
42
olan bu kadın, meğer hünkârın hastalık
nöbetlerinde kendisiyle ilgilenmesi için has odaya aldırdığı nazenin bir dilber
imiş. Rahmetli sultan ağabeyiniz Numan Paşa'yla her karşılaştığında bu
cariyenin hizmetinden ve şefkatinden o derece bahseder olmuş ki, paşa, kırk
yaşının olgunluğuyla erkekliğinin doğ-ruğunda olan sabık sultanın bu cariye ile
aralarında bir şeyler geçtiğini anlamış. Zaten has odada gönülleri birbirine
akmamış olsaydı cariyenin çırak çıkarılma işlemleri için sultan ağabeyiniz
bizzat emir verip arkasını takip ettirir miydi? Bir sırdaş olarak Köprülüzade
Numan Paşa da son günlerini yaşayan sultanın bu en beşerî duygusuna saygı
göstermiş ve cariyesine sırılsıklam tutulduğunu başkalarına bildirmemiş. Bu
kısa süren muhabbetin sonucu olarak, o gün kayıktan uzaklaşıp halk arasına
karışan, saraydan uzakta bir hayata ilk adımını atan cariyenin bir eli büyük
bir hüznün titremesiyle artık Mustafa Han'ın olmadığı bir saraya dönmemek üzere
koynunda sakladığı azatlık belgesinin yerinde durup durmadığını yokluyor, diğer
eli ihtişamlı bir sevincin göstergesi ve gizli bir aşkın meyvesi için karnını
bastırıyormuş."
Hükümdar biraz sakinleşmiş gibi
tahtından kalkıp Boğaziçi'ne bakan pencerelerden birinin önüne gitti. Aslında
içinde bir yanardağ kaynamaktaydı. Mustafa'nın şehzadeleri elinin altında,
kontrol edilebilecek bir yerde, şimşirlikte duruyorlardı. Halbuki Kazasker
Efendi dışarıda, sarayın dışında kontrolden uzak bir şehzadeden bahsediyordu!
Bunu düşünmek bile istemiyordu. Şüphesiz, karşısındaki adamın cümlelerinin
gerisini duymak asla hoşuna gitmeyecekti; bunu biliyordu. Donuk bakışları
Üsküdar sahillerinde dolanmaya başladığı sırada İshak Efendi küçük bir öksürük
ile boğazını temizleyip korktuğu cümleleri bir bir söylemeye devam etti:
"Cariyenin adı Itır Banu imiş.
Paşa'nın emriyle Ayvansaray civarında bir konağa yerleştirilmiş ve her ihtiyacı
görülmek
43
üzere iki hizmetkar istihdam edilmiş.
Itır Banu iki ay sonra bulantılar ve aşerme nöbetlerini geride bıraktığında
Paşa kendisini ziyaret edip can güvenliği adına bu sırrı saklaması gerektiğini
ısrarla tembih eylemiş. Velhasıl ağabeyiniz Mustafa Han'ın yaşayamadığı sevinci
Itır Banu tek başına yaşamış ve doğan çocuğa Ahmet adını koymuş. Numan Paşa ise
-Köprülü ailesinin asaletine yaraşır biçimde- eski hükümdarının hatırasına
sadakat göstermek adına gizliden gizliye uğradığı, zaman zaman da sağlıkçı
kadınlar yolladığı konakta Itır Banu'nun gerek hamilelik, gerekse ilk annelik
dönemini rahat geçirmesini temin etmiş, hatta ona bir hizmetkâr can yoldaşı
göndermiş. Paşa hazretleri on yıl kadar önce, Pasarofça sulh yılında,
Kan-diye'de ölmeden evvel, o zamanlar müderrislik yapmakta olan babam İsmail
Efendi'ye mühürlü bir mektup teslimi ile çocuğa kendi evladı gibi bakmasını ve
buluğ çağına erince mektubu annesine vermesini vasiyet etmiş. Zat-ı
şahaneleriniz o yıl efendi babamı vazifesinden azledip Sinop'a menfaya
göndermiştiniz. 0 da bu yüzden kendisine emanet edilen kadın ile çocuğun kim
olduğunu uzun yıllar boyunca ne araştırabilmiş, ne öğrenebilmiş. Yalnızca bir
emanet diye himaye etmiş, eski dostu paşa hazretlerinin vasiyeti icabı ve
dostlukları hatırına hiçbir fedakârlıktan çekinmemiş. 0 kadar ki uzaktan uzağa
çocuğa hususi hocalardan müspet ilimler yanında Arapça, Farsça ve şiir okutup
hat eğitimi aldırmış. Bundan benim ve kardeşlerimin bile haberimiz olmamıştı.
Üç yıl evvel babam aynı vasiyet ile emaneti bana tevdi ettiğinde ben Itır Banu
ve artık delikanlı olan çocuğunun himayesini babamın hayır işlerinden biri
zannettimdi. Düne kadar bu böyleydi. Lakin dün, babamla Itır Banu arasında
geçen bir hatıraya dair notlar buldum. Babam, Kanuni Süleyman'ın elinden
yemlenen Baki Efendi'nin Divan'ını pek okurdu. Dün gece uykum kaçmıştı. Raftan
bir kitap alıp biraz oyalanmak istemiştim. Elime o Baki
44
Divanı geçti. Divanın arasında perakende
kâğıtlara yazılmış bazı notlar buldum. Babamın el yazısı ile tutulmuş notlardı
bunlar ve bir tanesinde yazdığına göre Numan Paşa, rahmetli babama bir mektup
vermiş, çocuğun on beş yaşına bastığı gün de bu mektubun Itır Banu'ya teslim
edilmesini istemiş."
Sultan yeniden heyecanlanmış gibiydi.
Sakinleşmek için sedire oturup çubuğunu doldurmak istedi. İshak Efendi derhal
koşup çubuğuna tömbeki koydu ve gümüş maşa ile küçük ateş mahfazasından bir köz
alıp tutuşturmasını sağladı. Sultan eliyle "devam et!" diye işaret
edince de notlarda yazılanları anlatmaya devam etti:
"Babamın notlarına göre bir ikindi
vakti, güneş Itır Banu'nun konağındaki Bursa çatmalarının güpürleri arasından
selamlığın sedirlerinde ışık oyunları yaparken, o asil kadın, her zamanki
tevekkül ve ağırbaşlılığının ötesinde bir heyecanla gözlerini yere eğmiş,
babamın elindeki mektubun mührünün açılmasını bekliyormuş. Sanki uzun yıllardır
beklediği biri içeri giriverecekmiş gibi telaşlı imiş. 'Kalbinin hızla
çarptığını feracesinin üstünden bile anlayabiliyordum.' diye yazmış babam.
Sonra mektubun mührünü kırmış. Tam okumaya başlayacakmış ki gördüğü satırlardan
ürküp işi kekelemeye döndürmüş. Bütün bedenini sanki bir ateş basmış. Babamın
sonraki satırları hâlâ zihnimde: "Itır Banu eğer başını yerden kaldırıp
yüzümün o andaki rengini görseydi her şeyi anlayabilirdi. 0 telaş ile yerimden
kalkıp 'Mektup rutubet almış olmalı, yazılar seçilemiyor! Başka zaman bir
hattata okuturuz!' gibi acemi bir mazeret ile kendimi dışarı attım."
İshak Efendi sözlerinin burasında sesini
biraz daha hüzünlendirdi:
"Itır Banu'yu sorarsanız hünkârım;
o, zannederim babamın mektubu okuyamayışından her şeyi anlamış ve kendisine yüz
yıl kadar uzun gelen o birkaç dakikanın sonunda içinden şü-
45
kürler edip durmuş. Tahminim o ki, bütün
ömrünce bu anın gelmesini, Ahmet'inin gerçekte kim olduğunun birileri
tarafından bilinmesini istemişti; ona zarar vermeyecek birileri tarafından.
Ömrü boyunca bu ağır hakikati yalnızca kendisinin bildiğini ve asla Ahmet'in
bilmesini istemediğini sanıyorum. Bunu, bir daha babama o mektubu hiç
sormayışından ve o günden sonra ailemize karşı gösterdiği minnettar tutumundan
çıkarıyorum. Velhasıl bir şehzade doğurmuş olan o cariye, oğlunun hükümdar
olmasını isteyen ihtiraslı bir valide sultan gibi değil de evladının güzel bir
hayat sürmesini isteyen mütevazı bir anne gibi davranmış ve bu sırrı oğluna
bütün ömrü boyunca asla söylememiş."
Kazasker Efendinin anlattıklarını büyük
bir sabırla dinleyen ve dinlerken yaşadığı heyecanı, hiddeti, hayreti çok iyi
saklayan, bazen acı acı tebessümler ve hatta acıma emareleri de gösteren sultan
yerinden kalktı, İshak Efendi'nin elinde ancak iki parmak kalınlığındaki ferman
mahfazalı mektubu öfkeyle aldı ve bir dakika kadar sonra muhatabının gözlerinin
içine bakarak vurgu ile sordu:
"Cariye hayatta mı?"
"Hayır haşmetmeab; üç yıl önce
öl..."
Sultan şiddetle sözünü kesti, kısa cevap
istediğini belli eden bir tonda sordu:
"Çocuğun kendisi biliyor mu?"
"Hayır haşmetmeab! Fakat..."
"Vakıayı senden başka bilen var
mı?"
"Hayır haşmetmeab! Ben..."
"Kendisinin bilme ihtimali var
mı?"
"Hayır haşmetmeab!"
"Evli mi?"
"Hayır haşmetmeab!"
"Sence telef edilmeli mi?"
46
"Hayır haşmetmeab!"
"Bu durumda fitneye sebep olmaz
mı?"
"Hayır haşmetmeab!"
"Tekrar sorayım, fitneye sebep
olmaz mı?"
"Hayır haşmetmeab!"
"İyi bilindi mi kazasker
efendi?!.."
"Evet haşmetmeab."
Sultan bütün sorularını bir emir gibi
sormuş ve o sordukça İshak Efendi adeta bir teminat vermişti. Konuşma
bittiğinde Şehzade Ahmet ile alakalı her şeyin sorumluluğu İshak Efendi'nin
üstüne yüklenmiş oldu. Dahası, son soruda öyle bir vurgu sezinlemişti ki, artık
Şehzade Ahmet'in bir yolla kendi kimliğini öğrenmesi ve şehzadelik iddiasıyla
ortaya çıkması, saltanattan pay istemesi, hele böyle karışık bir dönemde
çevresine adamlar toplayıp isyan başlatması, bunun dedikodusunun bile yayılması
halinde ilk gidecek kellenin kendisininki olacağını düşünüp titredi. Ve yazık
ki sultan bununla da ikna olmamışçasına ilave etti:
"O halde bana tez vakitte telef
haberini getir."
"!?.."
ift i
Sultan yalnız kaldığında Numan Paşa'nın
mektubunu öfkeyle okuyup yırttı:
"Sultanımın hizmetkârından, yine
onun yadigarı Itır Ba-nu'ya;
Âl-i Osman 'in genç şehzadesi Ahmet
Sultan 'a mahsus selam ederek,
Derim ki;
Rahmetli hünkârımı daha küçücükten
tanıdım. Birlikte büyüdük. Yaşıt olduğumuz için bazen sarayın bahçesinde
beraber oynardık. Çehresinden nadiren bahtiyar olduğu anlaşılabilirdi.
47
Siz hanımefendiyi tanıdıktan sonra
yüzünde sevinç huzmeleri eksik olmadı. Keşke hasta iken değil de sağ ve
sağlıklı iken sizi bulsaydı.
Sultanım dedi ki;
Siz çırak çıkarıldıktan sonra dokuz ay
İstanbul'dan uzaklaş-tırılmayasınız ve her hâl u şartta gözetim altında
tutulasınız, evlenmenize izin verilmeye, yakınınıza erkek yaklaştırılmaya.
Sultanımın umudu oydu ki sizden bir çocuğu ola. Eğer erkek, eğer kız. Bunun
aksi halde, dokuz ayın sonunda terk edilesiniz. Eğer terk edilmemişseniz
çocuğunuz Âl-i Osman hanedanı hükmünce yasaya ve siz dahîkayd-ı hayat şartıyla
muhafaza oluna-sınız ve izdivaç mukarrer olmadığı hal u şartta hazine-i
hâssadan pay alasınız. Bu yüzden açıktan veya gizlice siyanet ve muhafazanız
Köprülü efrâd u ahfadına vazife verildi.
Derim ki;
Çok şükür şehzademizi görecek kadar
yaşadım. Simdi bu mektubu Şeyhülislam İsmail Efendi'ye verdim ki vakt ü zamanı
geldikte size ahvali okuyup anlatsın; sizin bildiğinizi bir dahi Allah'ın
bildiği bilinsin, ona göre emel ve arzularınız yerine getirilsin. Ezcümle
Allah'ın koruması, keremi ve selamı üzerinize olsun.
Bu satırlar Sultan Mustafa Efendimizin
vasiyeti icabı yazılmıştır; buna göre okuna ve amel oluna!..
Çaker-i kemîne-i devrân, muhâfız-ı
saltanat ve 's-sultân Köprülüzâde Numân "
48
8. Sual: - Bu Entari Senin Hanımına mı
Ait?
Damat İbrahim Paşa her sabah olduğu gibi
Babıâli'deki sadaret makamına geldiğinde önce hörekeli kahvesini getirdiler.
Akşamki şaşkınlığını üzerinden yeni yeni atabiliyordu. Bütün gece uyumamış
gibiydi. Hâlâ sepetteki başın odada yuvarlanışı gözlerinin önündeydi. Nasıl
olmasındı ki; henüz yirmisine basan ay parçası bir letafetin yerde duran
kellesini uzun saçlarından tutup havaya kaldırarak on dakika kadar çehresine
dikkatlice bakmış, bu cidden müstesna tazenin yüzündeki güzelliğe, yarı açık
gözlerindeki gençlik hüsranının dehşet yadigârı olan son bakışın son acı
tebessümüne hayran kalarak düşünmüş, düşünmüş ve ne yapacağına bin bir şüphe
içindeyken karar vermişti. Şahsi evrakının bulunduğu dolabı açıp içindeki
eşyaları boşaltarak elindeki kadın başını üst rafa yerleştirdiği sırada planını
uygulamaya koymuş sayılırdı. Eline bir makas aldı, parmaklarına dolanmış olan
örgülü saçlardan
49
bir tutamını kesti, karşısında duran
güzelliğe son bir kez daha bakarak dolabın kapağını kilitledi.
Sabah odasını temizleyen hizmetkâr,
akşam getirdiği sepetin içindeki yemişlerin nereye gittiğini, tıka basa dolu
iken nasıl olup da bir gecede boşalabildiğini çok merak etti ama asla
anlayamadı. Yerde beş on kadar kavrulmuş fıstık kırıntısı bunu izaha
yetmiyordu. Halıda gördüğü birkaç damla kan lekesini silerken aklı hâlâ paşanın
bir gecede bunca yemişi nasıl tükettiğine ve kabuklarını nereye attığına takılı
kalmıştı. Konaktaki kilercibaşının ise bu sepet ve içindekilerden hiç haberi
olmayacaktı.
Paşa, yolda gelirken düşünüp durmuş,
yapacağı işleri sıraya koymuştu bile. Şimdi kahvesini bitirirken yüzüne yayılan
keyifli tebessüm, başarılı olduğu zamanların dışa vuruş biçiminden ibaretti.
Keyfi yerindeydi. Devlet işlerine geçmeden evvel çubuğundan iki nefes daha
çekti. Ağzından çıkan koyu dumanlar, kalemkâri desenlerle nakışlanmış tavana
arka arkaya ulaşmaya başladıktan tam beş dakika sonra bütün kavaslarını huzura
toplamış şu emri veriyordu:
"Şehirde kadınlara mahsus ne kadar
hamam varsa hepsi yoklansın; kadın başı yapan meşşataların tamamını huzura
istiyorum."
İstanbul'a kubbeli güzelliğini veren ve
hemen bütün gezginlerin orayı "Kubbeler Şehri" olarak anmalarını
sağlayan mimari eserler içinde hamamların önemli bir yeri vardı. Bazıları
sıcaklığıyla, bazıları büyüklüğüyle, bazıları mermerlerinin güzelliği ve
bazıları da çalışanlarıyla ünlü hamamlardı bunlar. Kentin her yanına
yayılmışlardı ve külliye tesis eden hemen her sultan, sadrazam, paşa, bey
mutlaka hamam da yaptırmıştı. İslam dininin temizliğe verdiği önem, yüzyıllar
ilerlerken şehrin her yanını hamamlarla donatmıştı. Pek çok zengin, vakıf eseri
olmak üzere hamam yaptırtıyor, birileri de bunları iş-
50
[etip devamlılığını sağlıyordu. Ama son
yıllarda hamamların bazıları, içinde düzenlenen eğlenceleriyle de üne
kavuşmuştu. Düğün öncesi gelin hamamından, safa olsun diye hamam kapatmalara
kadar karlı ve fırtınalı zamanların en itibar gören eğlence biçimi bu idi. Mey
ü mahbub, yeme içme, musiki fasılları derken hamam eğlenceleri gitgide
abartılır olmuştu. Çinili Hamam, İrgatlar Hamamı, Vefa Hamamı ve Mahmutpaşa
Hamamı bu eğlencelerin merkezi durumundaydı. Eğlenceye müsaade etmeyip halka
hizmeti önemseyen tek hamam ise Haseki Sultan Hamamı idi.
Babıâli sadaret makamında veziriazamın
emrini alan kavaslar kadın kolluk görevlileri tarafından hamamların
soğukluklarında çalışan ne kadar meşşata var ise birer birer topladılar.
Bunların kimi taze sabun kokulu ıslak saçları dizlerine yayarak düzenledikleri
halvetlerden, kimisi belik belik örüp sırmalarla donattıkları konak sahibi
zengin müşterilerinin dizi dibinden, kimisi topuzlar, lüleler ile süsledikleri
saçlara misk ü amber sürmedeyken, kimisi de samur kirpiklere rastık çekip
kalemler ile ince hilal kaşlar yaparken, dudaklara boya, yanaklara allık
sürerken vazifelerini yarıda kesip sadrazam kapısına getirilmenin huzursuzluğu
ile homurdanıyorlar, çoğu da tir tir titriyordu. İçlerinden ünlü ve maharet
sahibi olanlar ise sadrazamın kendilerine iş teklif edeceğini sanmışlardı.
Çünkü her birinin kendilerine mahsus tarz u tırazları, ayrı baş bağlama usulleri,
farklı yüz yazıları vardı ve İstanbul'un kalburüstü paşa konaklarında adlarını
bilmeyen yoktu. Oysa vezir hazretleri yalnızca, gece odasına gönderilen cinayet
vesikasının hangi yüz yazıcı tarafından düzenlendiğini anlamak istiyordu, o
kadar. Dokuz adet kavasın, yanlarında ikişer meşşata ile sıra sıra dizilmeleri
fazla uzun sürmedi. Öğle ezanları okunurken paşa hepsini ma-beyn odasına
aldırmış bekletiyordu. Önce hepsinin sinirlerinin gevşemesi gerekiyordu. Daha
sonra homurdanmalar başla-
51
yacaktı. Ancak ondan sonra sorgu suale
geçebilirdi. Nitekim ikindi sularında ilk meşşata ile yüz yüze geldiğinde
buradan bir an evvel çıkıp gidebilmek için her şeyi söylemeye hazır olduklarını
anladı. Sorgulama usulü basitti. Kadınlardan birini içeriye alıyor, sözleri
bittikten sonra arka kapıdan dışarı salıveriyor, birini diğerine göstermiyor,
buluşturmuyordu.
Nihayet Sultan Hamamı'nda çalışan orta
yaşlı bir Rum kadın, paşanın avucundaki örülü saçı tanıdı:
"Beli paşam, bu örükleri Eyüp'te
mukim bir oyuncakçının haremine ben yapmısam."
Eyüp neresi, Sultan Hamamı neresiydi?
Ama Paşa yine de ipin ucunu ele geçirdiğini anladı. Bu bir şaşırtma veya iz
kaybettirme olmalıydı. Öyle ya, kim kendi mahallesinde suç işlerdi ki? Nihayet
kavaslarını çağırıp kadını bu gece misafir etmelerini, zinhar kimse ile
görüştürmemelerini, suçlu muamelesi yapılmamasını tembihledi. Sonra da yüz
yazıcı kadının tarif ettiği eve özel hafiyeler gönderip arattı. Oyuncakçı evde
değildi. Hafiyeler paşanın emri doğrultusunda yatak odasındaki esvap sandığını
aldılar, dolaplardaki kadın elbiselerinin tamamını içine doldurdular, süs
eşyası olarak bulabildikleri her şeyi de bir bohçaya tıkıp Babıâli'nin yolunu
tuttular. Kavaslardan ikisi de oyuncakçının çarşıdaki dükkânına varıp sadrazam
hazretlerinin kendisini çağırdığını, bu gece sarayda misafirleri olacağını bir
ima ile söylediler.
Ertesi gün kuşluk güneşi vezir
dairesinin pencerelerinden mızrak mızrak ışık huzmeleri olup odaya sızarken
paşanın huzurunda bu sefer oyuncakçı vardı:
"Hanımın nerededir?"
"Üç ay önce İzmir'deki teyzesine
gitmiştir. Geçenlerde bir haber geldi. İki ay daha kalacakmış."
Paşa adamlarına işaretle sandık ve
bohçayı getirmelerini söyledi. Adam, eşinin eşyalarını paşanın huzurunda
görünce
52
dili tutulayazdı. Kavaslardan biri
elbiseleri birer birer çıkartıp gösterirken paşa sordu:
"Bu elbiselerden eşine ait olmayan
var ise bize bildirecek-sın!.-
Adam bütün hırkaları, yelekleri,
entarileri, şalvarları, feraceleri, sıkmaları, şalları tanıdı. Hepsi için gayet
emin "Haremime aittir!" cümlesini tekrar edip durdu. Nihayet gayet
pahalı çatma kadifeden sırmalı bir esvabı görünce hiç tereddüt göstermeden
atıldı:
"Bu entari benim hanıma ait
değildir!.."
53
9. Sual: Nakşıgül Diri Diri mi Kesildi?
Salı ve cuma günleri Eyüp iskelesine
gelip giden dolmuş kayıkları, pazar kayıkları, peremeler, hanım iğneleri, üç
çifte, beş çiftelerin sayısında bir artış olurdu. Salı günü Eyüp semtinin
pazarı kurulur, cuma günü de Eyyüb el-Ensari ziyaretleri ile buraya helva
yemeye gelen ailelerin, bunlarla birlikte sevdiklerinin peşine takılıp aşk u
alaka fırsatı kollayan avare âşıkların hücumuna uğrardı. Bir de adak kurbanı
kestirecekler vardı. Kurban pazarının hay huyu, kurban kestirenler, kesenler,
pay dağıtanlar, payları kapışanlar ve nihayet şehrin serseri, ayyaş, berduş
güruhu ile ayaktakımı derken Eyüp Sultan Köyü'nün nüfusunda büyük bir artış
görülürdü.
Köy, helvacılarıyla ünlüydü. Burada
helva kelimesi bilumum tatlıları içeren bir anlam ifade ederdi ve bilhassa cuma
günleri helvacı dükkânları dolar taşardı. Sonbaharın nadir görülen bu sıcak
cumasında da öyle olmuştu. Güneş, Eyüp Sul-
54
tan Türbesi sırtlarındaki kabristanın
servilikleri arasından Haliç'te ışık kırılmaları yapabilecek kadar cılız
huzmeleriyle günün tamamlandığını ilan etmek üzereyken iki muhafızın kolları
arasında Şahin'i taşıyan kayık, kafesleri yarı kaldırılmış yalıların önünden
geçmekteydi. Dersaadet'te akşam ezanları başlamıştı. Şahin, bunca ömür sürdüğü
Altın Boynuz'un iki yakasından, daha ziyade de İstanbul yakasından mukabele
gibi birbirini tamamlayan akşam ezanlarının bu derece ruha tesir ettiğini hiç
fark etmemişti. Ömrü Alibey Köyü'nden Kâğıthane'ye Eyüp Sultan'dan Bahariye'ye,
Fener'den Hasköy'e, Ba-lat'tan Sütlüce'ye, Cibali'den Kasımpaşa'ya Haliç
köyleri ve kasabalarında geçmişti, ama hiçbir ezan bu akşamki gibi yüreğine
işlememişti. Belki de bulunduğu mekânlar ve yaşadığı serazat hayat buna fırsat
bırakmamıştı. Şimdi bir kayıkta tutsak, bir hapisten diğerine nakledilirken
aklına bunların gelmesini garip bulmuştu. Şimdi kendisini daha bitkin, daha
perişan hissediyordu ama zihni bir önceki günden berraktı. Ağlama nöbetleri
geçmişti. Düşünceleri ile gözünün önüne gelen görüntüler artık üst üste
örtüşebiliyordu. Zifaf sabahından bu yana sarhoş gibi olmuştu sanki..
Yaşadıklarının ağırlığı bir karabasan gibi çökmüştü üzerine. Oysa şimdi
düşünceleri biraz daha sağlıklı gibiydi. O kadar ki zihni, gitmekte olduğu yer
kadar geride hatıralarını bıraktığı sevgiliyle de meşgul olabiliyordu. Ne
olursa olsun, en zalim hakikat yakasını hiç bırakmıyordu. Nakşıgül artık yoktu.
Sevgilisi bu dünyadan gitmişti. Hayır, rüya değildi. Ona erişmiş, sevgilim diye
saçlarını okşa-mıştı. Ama işte şimdi yoktu. Sesini özlüyor, yüzünü özlüyor-du.
Şu anda kandesinin gittiği veya götürüldüğü yer o kadar önemli değildi. Önemli
olan Nakşıgül'ün yokluk açışıydı. Ve bir karar verdi: Madem ki onu
koruyamamıştı, kendisi de ölse yeriydi... Gerdek gecesi ve tomrukta geçen
saatler bir bir hafızasından akarken gözleri, ellerini bağlayan yağlı kaytana
ta-
55
kıldı. Sanki biraz gevşek bağlanmış
gibiydi. Önce üzerinde durmadı. Zihni yeniden yaşadıklarına kilitlenmiş
duruyordu. Bindirildiği kayık suda nasıl akıyorsa dimağı da Nakşıgül dolu
hatıralar arasında öyle akıyordu. Neden sonra kendini toparladı. Mantıklı bir
şekilde olup biteni zihninden geçirmeye, inceden inceye her şeyi düşünmeye
başladı. Tıpkı Tomruk Emini kâğıdı önüne, divit ve hokkayı da onun üstüne koyup
gittikten sonra iki saat kadar öylece kâğıda bakıp başına gelenleri düşündüğü
gibi. Divitini hokkaya bandırdığı sırada yüreğini yoklamış, kendisini üzen
şeyin mahpus edilmekten değil de Nakşıgül'ü yitirmekten kaynaklandığını fark
etmiş, nihayet Nakşıgül olmadıktan sonra başına her ne gelecekse fazla da
öneminin bulunmadığına karar vermişti. Zindanda veya konakta... Kürekte veya
seyranda... İçinde Nakşıgül'ün olmadığı bir şehir, -İstanbul bile olsa-
zindandan başka neydi ki? O yüzden Tomruk Emini'nin hücreye geri dönünce
savurduğu tehditler de, kâğıdı bembeyaz ve yazısız görünce ettiği küfür de o
kadar umurunda olmamıştı zaten. Ama aynı şeyleri birilerinin
56
cok umursadığı ortadaydı. İlk şiddetli
yumruk, "Anlaşıldı, seninle Galata Tomruğu'nda hesaplaşacağız!"
cümlesiyle birlikte kafasına inmişti. Sonra da Yaradana sığınıp suratına,
karnına, tekme, tokat, aşk ile ve şevk ile girişmişti. Kısa süreli bir
baygınlıktan sonra gözlerini açtığında Tomruk Emini'nin ikinci defaya
hazırlanıp kolunu sıvadığını gördü. Adamın pazu-sundaki dövme, yiyeceği
yumrukların ürpertisini arttıracak cinstendi. Şimdi daha iyi hatırlıyordu; bir
engerek yılanı, adamın dirseğinden omuzuna kadar uzanmış, oradan ağzını açmış,
sırıtır gibi kendisine dilini sallamaktaydı. Dövme ustası işini iyi yapan
cinsten olmalıydı ki yılanın yüzü gerçekten ürkütücüydü. Tomruk Emini'nin bu
seferki ilk yumruğuyla şakaklarında bir yanma hissetti. Yüzünün parçalandığını
sandı. Neyse ki adam depreme benzeyen bu yumruktan sonra yeniden kendini
yormadı, "Nasıl olsa Galata tomruğunda hesaplaşacağız seninle!" deyip
çıktı.
Ardından muhtesipleri, asesleri ve
zabitleri gelmeye başlamışlardı birer ikişer. Tam bir gün, hiç durmadan, uyku
uyutmadan ve dinlendirmeden kâh ayakta, kâh oturarak, kâh falakaya asarak ve
kâh mengene ile sıkıştırıp kazıklarda gerdirerek dövmüşler, etini burmuşlar, aç
ve susuz bırakmışlardı. Hepsi de Galata'daki işkencelerin çeşitlerinden,
dayanılmazlı-ğından dem vuruyor, cinayetini itiraf ederse kendisi için belki
kurtuluş olacağını söylüyorlardı. O ise kendini Nakşıgül'e kapatmış, onun
olmadığı bir dünyayı algılamayı istememiş ve belki de bu yüzden bütün o işkencelere,
dayaklara karşı zihnen direnmeyi başarmış, hatta Nakşıgül'den kendisine tek
hatıra olarak avucunda bulduğu ikiz lale soğanının yarımına sımsıkı sarılmış,
onu hiç kimseye göstermeden avucunda sıkıp durmuş, sanki eliyle sevgilinin
elini tutmuştu. Acı çekiyor, dayak yiyor, burnu kanıyor, canı yanıyor ama
sessiz kalıyordu. Bütün bir gece ve gündüz böyle geçmişti.
57
Defterdar İskelesi hizasındaki Cevahirci
Yalısı açıklarında Halic'in gitgide kararan sularında takılı kalan gözleri,
akşam kendisini bir yandan dövüp bir yandan sorguya çeken adamın hayaliyle
yeniden ürperdi. Aseslerin en iri cüsseli olanıydı bu ve burnundan soluyarak,
öylesine, bir tehdit savuruvermişti:
"Seni Nakşıgül gibi diri diri
kesmem de gerekse suçunu söyleteceğim!"
"Ne dedin sen?"
Adam afallamış, ürkmüştü. Sonra daha
yüksek sesle bağırmıştı:
"Neden şaşırdın, Nakşıgül'ü diri
diri kestiğini söylememden rahatsız mı oldun, cani herif?!..."
Daha iki akşam önce bu saatlerde
birbirlerine sarılıp aşk neşideleri fısıldaştıkları Nakşıgül'ün parçalanmış
bedeni geldi yeniden gözlerinin önüne. Denizin dalgalanışıyla birlikte sallanan
kayığın ritmine uyarak beyni zonklamaya başladı. Her şeyi, evet her şeyi
yeniden irdelemeliydi. Madem adam öyle demişti; Nakşıgül'ün diri diri kesilişi
üzerine her şeyi gözden geçirmeliydi. Gördüklerini midesi bulanarak zihninden
geçirdi. Karısının kollarından biri kapının mandalına asılmış, diğeri tavana
bağlı olan ipte sallanıyordu. Dizlerinden kopartılmış uyluk ve ayakları ocak
boşluğunda haç misali birbirine çatılmış, bacaklarının etleri kas çizgisinde
ortadan ikiye yarılmış, kemikleri ortaya çıkartılmıştı. Göbeği çevresinden
başlayarak göğüslerine kadar gövdesinde sinir ve kızıl etler vardı. Gerdirilip
pencere camına yapıştırılmış bir parşömeni andıran kanlı deri parçası oradan
yüzülmüş olmalıydı. Odanın her yeri kan idi ve her tarafa saçılmış altınlar
vardı. Sanki bu kan, kasten çevreye dağıtılmış, her şeye ve altınlara özellikle
bulaştırılmış gibiydi. Bir tek yer hariç. Nakşıgül ile başını koydukları
yastık. Yatağın enine uzatılmış lavanta kokulu bu yastıkta bir tek damla bile
kan yoktu ve güneş doğarken, Nakşıgül'ün ba-
58
sı, akşam yattığı şekilde hâlâ onun
üzerinde uykuya devam ediyor gibiydi. Yastığa paralel uzanan sol kolundaki
boşluğu hissettiğinde yastığın tertemiz olduğunu çok iyi hatırlıyordu.
Zihni yeniden bulandı, dengesini
kaybetti. Gördüğü işkence ve yediği dayakların etkisindeydi. Aklına takılı
kalan soruyu içinden tekrarladı:
"Demek biri veya birileri
Nakşıgül'ü diri diri kesti?!"
Zihnini toparladığında ikinci soruyu
düşündü:
"Peki, Nakşıgül'ü kesenlerden biri
beni sorguya çeken o adam olabilir mi?"
Sonra uzun müddet aklı buna takılı
kaldı. 0 adamın sorgulama cümlesinde kullandığı "Nakşıgül gibi"
ifadesini bir hakikatin habercisi olarak mı, yoksa bir benzetmenin hoyratlığı
diye mi anlamak gerekirdi? Arkadan gelen cümle adamı masum gösteriyordu ama ya
sonraki afallamasına ne demeliydi?! Adam "Seni Nakşıgül gibi diri diri
kesmem de gerekse..." demişti. Bu cümleden ne anlamak gerekirdi?!..
İşte o anda kararını verdi. Ölümü
istemekle, her şeye tepkisiz kalmakla hata etmişti. Nakşıgül için bir şey
yapması ve katillerini bulması daha önemliydi. Ellerini bağlayan kaytanın
gevşekliğiyle ilgilenmeye o anda başladı. İçinde sevgili olmayan dünyanın yok
olması temennisi de, Nakşıgül'süz bir hayatın beyhude olduğu fikri de birden
ters yüz oluverdi. Üç hafta ve bir gece de olsa yaşadığı en anlamlı zaman
adına, sevgili edindiği ve birlikte uyuduğu tek insan adına, onun uğrunda, onun
için bir şey yaparsa hayatını yeniden anlamlı kılabilir, aksi takdirde kendini
affedemezdi. Evet, evet; doğrusu bu idi...
Tomrukhane kayığı Kasımpaşa açıklarına
geldiğinde tersane önlerinde bir kapudan düğünü olduğunu gördü. Denizin
üzerinde yüz kadar kayık, ortalarında da bir kalyon vardı. Kayıklar ve kalyon
ışıl ışıl mumlar ve fenerlerle donatılmıştı. Evlenen muhtemelen patrona gemisi
olan kalyonun kaptanı, ka-
59
yıklarla onları teşyi edenler de bütün
donanmanın tayfaları ile damadın ayakdaşları olmalıydı. İstanbul'da son
yıllarda bu tür derya düğünleri moda olmuştu. Eskiden yazda, baharda mehtaba
çıkılır gibi şimdi de Haliç'te ışıl ışıl düğünler yapılmaya başlanmıştı. Kış
gelip Haliç donduğu zaman da kayarak eğlenilen düğünler ve denizüstü şenlikleri
yapılıyordu. Bu düğün ve şenliklerin en cazip tarafı bol içki tüketilmesiydi.
Çünkü kontrolü yapılamıyordu. Gerçi içki yasağı on yıl geride kalmıştı ama yine
de şehirde açıktan açığa müskirat veya mükeyyifat tüketilmesine müsaade
edilmiyordu. Sıra denize gelince, içkiyi içen, şarap kabağını veya fıçısını
denize bırakıveriyordu, işte o kadar. Ihtisap ağasının kayıklar arasında
dolaşıp hangi fıçıyı denize kimin bıraktığını arayacak hali yoktu elbette.
Şahin, o anda hapishane kayığında değil
de bu düğün kayıklarından birinde olmayı hayal etti. Kayıkların kalabalıkhğına
bakılırsa bu akşamki düğün oldukça tantanalı geçeceğe benziyordu. Şarkılar,
türküler, naralar, küfürler, çakaralmaz veya karabina patlamaları, havai
fişekler ile bu düğün, tam da zamaneye uygun bir şölendi. Evlenmeden evvel eski
arkadaşlarıyla bu türden uçuk kaçık düğünlerde tükettiği neşeli zamanları
hatırladı. Dudağında hüzün dolu bir gülümseme belirdi.
Sandal Kasımpaşa hizasına yaklaştığında
kendisini götürmekte olan muhafızlardan biri yanında taşıdığı torbadan küçük
bir ağ parçası çıkardı. Dalyanlarda kullanılan cinsten idi bu ağ ve muhafız,
sandalın içindeki büyük gülleyi ağın içine yerleştirip arkadaşına seslendi:
"Yer değişelim de beyzademizin
ayağını bağlayayım." Şahin, Halic'in derinliklerini boylamak üzere
olduğunu o vakit anladı. Gözleri döndü, ellerindeki ipi bir an evvel çözmek
için daha da zorlamaya başladı. Hamlacılar muhafızın yaptığına itiraz
etmiyorlardı. Muhafızlar ise yer değişmek üzere birlikte ayağa kalktılar. İşte
olan, o sırada oldu. Hamlacılar
60
muhafızlara yol açmak için eğilip
bükülürken, arkalarından gelmekte olan bir basmacı kayığı, bütün hamulesi ve
süratiyle tomrukhane kayığına kıçtan bindirdi. Sanki kayıkçı dümene hâkim
olamamış gibi şiddetli bir çarpmaydı bu. Hatta belki kasten bir hücum olduğu
bile sanılabilirdi. Akşamın alaca ka-ranhğında olan olmuştu. Kayıkta herkes bir
şeylere tutundu ve dengeyi sağlayabilmek için kimisi sağa, kimisi sola doğru
hamle yaptı. Fakat muhafızlardan biri denize düşmüştü. Diğeri arkadaşına elini
uzatmak için kayığı yana yatırdı. Şahin bileklerindeki iplerden kurtulmak için
mücadele ederken hamlacılardan biri küreği omzuna bindirip onu denize düşürdü.
Belki bir dakika sonra muhafızların onu
atacakları derinliklerdeydi şimdi. Önce ellerindeki bağlardan kurtulmalıydı.
Durmadan yüzdü, yüzdü...
61
10. Sual:
Öldürmeye mi Getirmişlerdi;
Ölümü Göstermeye mi?
Odada üç kişiydiler. Duvarda raflar,
raflarda şişelere, su kabaklarına, küçük susaklara doldurulmuş eczalar
mevcuttu. Pencereden vuran güneşin altına bir peyke konulmuş, üzerine de örtü
serilmişti. Hekim elindeki falçataları ateşte kızdırırken bozuk bir Türkçe ile
sordu
"İsmin nedir paşazadem?"
Birden "Ahmet!" demek geçti
içinden. Aslında bundan böyle Ahmet adını kullanması iyi olabilir, onu peşine
düşenlerden korurdu. Ama birden annesinin vasiyeti geldi hatırına. Daha on iki
yaşından itibaren ona 'Şahin oğlum, Şahinim, Şahin beyim' demiş, hatta
kendisiyle gurur duyduğu günlerde Şehzade Şahinim diye iltifatlarda bulunmuş
ama mutlaka Şahin diye çağırmış ve ölmeden bir gün önce de Şahin adını
kullanacağına dair yemin ettirmişti. Şimdi onun adını bir tek Kazasker İshak
Efendi Ahmet olarak bilir, ama o da Şahin derdi. Haliç köyle-
62
rindekı çocukiuk arKauaşıan ise esıu
auıııı çoKiaıı unutmuşlardı Üstelik hareketlerini herkesin şahin gibi kahramanca
bulması, ona şahin olduğunu hissettirmesi de ayrıca hoşuna gidiyordu. Gerçi
şimdi kimlik değiştirmeye ihtiyacı vardı ama bunu başka yoldan yapmak üzereydi:
"Şahin," dedi "adım
Şahin!.."
"Mükammel mükammel, zaar sahina
benzadalım seni!.."
Macar devşirmesi olan hekimin işini iyi
yaptığını ve tabii sır saklayabildiğim söylemişti arkadaşı. En güzel haber ise
onun iki gün sonra İstanbul'dan bir gemiyle Beyrut'a gidecek olmasıydı.
Muayenehanesini içindeki bütün ecza ve aletleriyle birlikte yeni bir hekime satmıştı
bile.
Hekim efendi ameliyat için
hazırlıklarını tamamlayınca Şa-hin'e temiz örtünün üstüne sırtüstü uzanmasını
söyledi. Acıyı fazla hissetmemesi için verdiği afyon macununu tükürmedi-ğinden
emin olmak için ağzını kontrol etti. Ellerini ve ayaklarını bağlayıp hareket
edemeyecek şekilde gerdirdi ve onu buraya getiren eski hastasına işaret etti:
"Simdi arkadaşının uzerina oturazak
ve asla kıpırdamasına müzaade etmayazaksın."
"Tamam efendi, etmem..."
"Üzülme hekim efendi, ben sıkarım
dişimi."
Hekim, Şahin'in bu teminatına yalnızca
gülümsedi. Çenesini kayışla bağladı ve başının iki yanındaki tamponları
sıkıştıran mengenenin mekanizmasını çevirirken mırıldandı:
"Gorazeğız bakalım!.."
K 1 4
İkinci gün sargılar açıldığında elindeki
paslı aynaya hayretle bakıyor, inanamıyordu. Gerçekten de çehresine şahini
andıran bir eda gelmişti. Kaşlarının uçları şakaklarına doğru yukarıya
kaldırılmış, ortası da neredeyse birleştirilmişti. Bur-
63
nunun yay eğriliğini belirginleştiren
belki de bu idi. Rahmetli anneciği kendisini bu yüzle görse tanıyamazdı.
Hekim, yalnızca kaşlarda oynama yapmıştı
ama sonuç fevkaladeydi. Şimdi daha bir gururla hareket ediyordu. Hastasının
yüzündeki hayretle karışık sevinç emarelerini görünce şaka yaptı:
"Bir da bıyıkların uzlarını aşağıya
doorı uzadup kazan kul-bu gibi kalınlaştırırzan, artık gelin hanım zeni zaar
başğası bu herif dey yatağa almaş."
Şahin bir daha asla gelin hanım ve gelin
hanıma ait bir yatak olmayacağını düşünürken hekimin elini sıkıca tutmuş,
minnetlerini bildiriyordu. Kendisine minnet duyacağı biri daha vardı elbette,
ona döndü:
"Teşekkür ederim Seyrekbasan
kardaşım. Bir gün bu iyiliğini ödeyeceğim!.."
Seyrekbasan Osman, üç gün evvel,
Kasımpaşa açıklarındaki derya düğününde çakırkeyif bir halde, sandalından ona
el uzatan bir levent idi. Denize düşünce ellerindeki kaytanları çözememiş ama
ayaklarını bileklerinin arasından geçirip yüzmeyi başarmıştı. Kapudan düğününün
kâh denize düşen, kâh atılan, kâh atlayan ayyaş kalyoncularından biri gibi
deniz üstüne çıkınca çakırkeyif leventlerin olduğu bir sandalı gözüne kestirip
sanki oynarken denize atılmış bir kadırgalı gibi küreklerine aborda olmuştu.
Galata Tomruğu'nda cendereye sokulup sonrasında Tersane Zindanı'nda çürümeye
giderken bahtiyar bir tesadüf onun karşısına Seyrekbasan'ı çıkarmıştı. Bunun
için Allah'a her fırsatta teşekkür edecekti. Çünkü o sırada kendisine Hızır
gelseydi, ancak Seyrekbasan kılığında gelirdi. Bir kadının aşkı yüzünden
Akdeniz adalarından kopup İstanbul'a savrulmuş haneberduşun biriydi
Seyrekbasan. Şahin'in o gece sayıklamalarından aşk yarasını keşfetmiş, ona
acımış, bir kaçak olduğunu anlayıp daha kendisi hiçbir şey söyleme-
64
den onu Macar hekime götürmüştü. Üstelik
biriktirdiği üç beş kuruşunu da ameliyat masrafı yaparak. Tersanede yiğitler
yatar derlerdi de inanmazdı, işte onlardan birini tanımıştı.
Derya düğününden sonra peşine düşen
olmamasını kayık-takilerin denizde boğulmalarına yordu. Sonra bunun ne derece
yanlış bir algılama olduğunu düşündü. Muhafızlar için doğru olsa bile Haliç'te
hamlacılık yapan gizli aseslerin boğulmalarını düşünmek çocukluk sayılırdı.
Bunlar Halic'in dibini bile biliyor olmalıydılar. Kendisini denize atmak için
Kasımpaşa açıklarına kadar beklemeleri de bunu gösteriyordu zaten. Takip
edememişler miydi, etmemişler miydi? Öldürmeye mi getirmişlerdi, ölümü
göstermeye mi?
"Eğer Nakşıgül için bir şey yapmam
gerekiyorsa, o şey, bütün bu esrarı mutlaka çözmekten ibarettir."
65
11. Sual:
Külhanın Kimliksiz Hayatlarına
Sığınmak...
Neden?
"Layhar'ın çocukları!.. Burası baba
yurdudur. Burada senin, benim yoktur. Hepiniz kardeşsiniz. Bir anadan, bir
babadan olanlar birbirlerini boğazlarlar, oysa analarını babalarını bilmeyen
Layhar'ın çocukları birbirini tek vücut bilirler. Kardeşine iğne batırıldığında
acısını kendi vücudunda duyacaksın. Bu kefene sağlığında girenler ölünceye dek
birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birliktir. Bu senin sağ elindir, sen
de bunun sol elisin. Biriniz sağınızı, diğeriniz solunuzu görürsünüz. Vücudunuz
bir, başlarınız ikidir. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetirsiniz.
Burada bu senindir, bu benimdir, yoktur. Az, çoğu arttırır, çok hepinizi
besler. Kazan birdir, hepinizi doyurur... el-Fatiha!.."
Böyle dua okuyup onları kardeş etmişti
külhancı baba. Sonra da Layhar aşkına bir ziyafet başlamış, neşe sabaha kadar
sürmüştü. O akşam, yazık ki dillere destan İstanbul'un ka-
66
ranlık yüzüne iki çaresiz can daha
savrulmuş, kimliksiz dilencilerin sayısına iki zavallı daha ilave olunmuştu.
Layhar, Gazneli Mahmut zamanında
Gazne'de j yaşamış yarı meczup bir adamdır. Hamam külhanında yatar, üzüm
tortusu ile geçinir, kâhinler gibi gaipten haber verir, ermişler gibi keramet
gösterir, şaraptan gayrı nesneye itibar etmezmiş. Ünlü şair Hâkim Senaî,
Gazneli Mahmut'u öven bir kaside yazdığı zaman Senaî'yi kınamış, ona dünyanın
geçiciliğini anlatmış, hakiki Sultan'ı unutup geçici sultanlara itibar etmenin
boş olduğundan dem vurmuş ve başta Senaî olmak üzere yanında sözünü dinleyen
müritler edinmiş, hatta sonraki çağlarda hamamların külhanında şaraba ve esrara
bulanmış dumanlı kafaların piri olmuştu. Apaş Tekkesi denilen külhandakiler,
pirleri Layhar'ın bir gün muhteşem ve muazzam bir horoz olarak uçup gittiğine
inandıkları için hâlâ horozların öttüğü saatte külhandan çıkıp sokaklara
dağılıyor, akşam horozların tünediği vakitte yatıyorlardı.
İki genç, külhana geldiklerinde bir
sevinç ve kurtuluş umudu içindeydiler. Şehrin sokaklarında, çarşılarında
dilenmeye, kovulmaya, sırnaşmaya razı oluşları da, külhanda etleri kesilip
kanları şarap yapılsa bile ses çıkarmayacak kadar itaatkâr
67
olmaları da hep bu umudun peşinde
sürüklenmekten ibaretti. Külhanda Bektaşi tekkeleriyle bağlantılı bir hayat
akıyor, ama içindekiler yeniçerilere pek aldırış etmiyorlardı. Eskiden tekke,
yeniçeri kahvehaneleri ve külhan üçlüsü birbirine bağlı bir yapılanma
içindeyken son birkaç yıldır buna aldırış eden olmuyordu. Zaten külhanlarda
barınan beylerin çoğu tarikatla, tekkeyle veya onun içindeki felsefelerle pek
ilgilenmiyor, Alevilik nedir, Bektaşilik nedir anlamıyorlardı. Bildikleri,
burada kaldıkları sürece serazad ve sorumsuz bir hayatı yaşayabilecekleriydi.
Çoğu sokaklardan geldiği, bir anne veya baba eğitimi almadığı, hatta anne veya
babaya sahip olmadığı için burada rahat ediyorlar, her hareket veya günahı
serbestçe işleyebiliyorlardı.
İki kardeş birbirlerini yavaş yavaş
tanıyor ve sırlarını, dertlerini öğreniyorlardı. Gündüzleri Destebaşının kendilerine bulduğu
işi yapıyor, dileniyor, aşırıyor, meydan süpürgesini alıp çamurlu yolları
temizliyor, akşamları Apaş Tekkesi'ne dönüp kâh türkü ve gazel söyleyenleri
dinliyor, bazen bağlama çalanların yanık türkülerine dalıp gidiyor, kumar hariç
tavla, aşık veya satranç oynayanlara iştirak ediyor ve bütün yor-gunluklarıyla
küllerin üzerinde destelenip uyuyorlardı. Zemini kül döşeli dikdörtgen külhana
sıcak kül serpmek, odayı ikiye ayıracak şekilde ortaya konulmuş olan uzun
tekneye kor yığmak artık ikisinin
göreviydi. Külhan beylerinden
beşi ateşin bir yanına diğer beşi de öteki
68
yanına ayaKiarını aıeşe uzaıacaK şeıuıue
lauan aıeş yatmadan evvel başlarının altına birer çuval getirmek de gecenin son
vazifesi oluyordu. Her gecenin uykudan önceki son ritü-eli, külhancı babanın
kucağındaki horoz ile birlikte üç kollu şamdanın yanına gidip mumları birer
birer söndürmesi, her üfleyişten evvel "Layhar'ın canı aşkına, kalbi
aşkına, ruhu aşkına!.." diyerek pirlerinin ruhuna çağırmasıydı. Ertesi
sabah kutsal horozun sesiyle herkes sağ salim kalkıp da külhancı baba şamdanı
aynı dua ile yaktığında külhanda gün başlamış oluyordu. Geceleyin elbiseleri
küle bulanmasın diye göbek ile baldırları arasını örtecek ince birer çakşır ile
yatan beyler, sabahleyin üzerlerindeki külleri fırçalarla süpürüp çakşırlarını
silkelerken iki yeni kardeşin görevi hamamdan sıcak su getirmek ve aşçı babanın
pişirdiği çorba karavanası ile taze ekmeği ortaya koymak oluyordu.
Külhanda her ikisiyle de ilgilenen,
kazançlarını kontrol eden, ihtiyaçlarını gören biri vardı: Kavanoz Cafer.
Burada herkesin bir lakabı vardı ve birbirlerine lakaplarla hitap ediyorlardı.
Sorumlulukları gereği hamam ateşini nöbetleşe yakıyor, harlandırıyor, uyutuyor,
uyandırıyor, yeniden harlandırı-yor veya uyutuyorlar, zaman zaman da hamamın
tellaklık, peştemalcılık, kesedarlık, kunduracılık gibi vazifelerini yapma
şansına sahip oluyorlardı. Konuşmaları hep argoya kaçıyordu ama asla küfürlü
değildi. Birbirlerine karşı imanım, eyvallah, yandan gel, mühürlen gibi özel
bir dil kullanıyor ve büyükleri küçüklerine cakalı boyun kırma, omuz vurma,
dirsek atma, ka-bararak gezme gibi hareket talimleri yaptırıyorlardı.
Henüz konuşmuyorlardı. Külhanda
konuşulan lehçe-i kül-haniyi dinleyerek yavaş yavaş anlamaya ve öğrenmeye
başlamışlardı. Külhana "ana", külhancıya "baba", ziyafete
"çamur", yeniçeri kolluk görevlilerine "bıyıklı", çarşı pazara
"çiftlik", peştemala "edeplik", natıra "giyinik",
hamama "gülistan", yan-
69
gına "kızıl bayram", zindana
"mektep", padişaha "turalı", vezire "hatem",
casusa "akrep", zengine "kaz" dendiğini artık biliyorlardı.
Başlangıçta bir lonca gibi kurulan ama
gitgide dilencilikten hırsızlığa, haraç toplamaktan adam kaçırmaya kadar pek
çok suçu örgütleyen külhanların en büyük özelliği, burada kimliksiz yaşanması
idi. Kimse kimsenin geçmişini veya geleceğini araştırmaz, hayatların teferruatı
yalnızca iki kardeş arasında bilinir, kardeşler de elbette sır tutardı.
Üçüncü günün sonunda konuşma orucunu
tamamlayan iki genç beyden biri, tam uykuya varmak üzere iken yanında yatan ve
bir sır olarak hayatına giren küçük kardeşine sordu:
"Adın ne?"
"Yusuf!.. Ya seninki?"
"Şahin!.."
"Yarın kendimize birer lakap bulalım
mı!"
"Olur!"
İlk defa birbirini kabullenmiş olarak
sırt sırta verip sıcak küllerin üzerinde en yalın halleriyle derin uykulara
daldılar...
70
İZ. sual: - Bu Dikişler Hangi Terzinin?
İbrahim Paşa oyuncakçıyı da sarayının
nezarethanesinde alıkoyduğu gece misafir gibi ağırlanmasını tembihlemiş, ertesi
sabah daha erken vakitte kavasları huzuruna çağırtmıştı:
"Tez dağılın, İstanbul şehrinin
içinde ne kadar sırmalı entari diken terzi var, öğleye kadar alıp buraya
getirin."
Sultan Ahmet Camii'nin arkasından bütün
Marmara ile adaları gören kahvaltı köşküne geçip sofrasına süt, çubuk tarçın,
peynir ve bal isterken neşesi yerindeydi. Sarayının en hoşlandığı bölümü olan
bu bülbül yuvası küçük köşkte günün her saatinde meyve sepetleri dolu dururdu
ve paşa her sabah kahvaltıdan evvel buradan manzara seyrederken bir elma yemeyi
âdet edinmişti. Eski Türk evlerinin taş döşeli hayatlarını andıran kahvaltı
köşkü -zaman zaman kameriye olarak da kullanılıyordu- adaşı Pargalı İbrahim
Paşa tarafından Roma hipodromunun harabelerinin dış duvarları üzerine
yaptırılan heybetli
71
vezir sarayının gerçekten de en müstesna
ve ferah bölümüydü. Kanuni zamanından itibaren vezirlerin çoğu bu sarayda
oturmuşlardı. Bir kulesi, köşkü, hazine odası, hamamı, divanhanesi, kileri,
ayrı ayrı mutfakları vardı ve İbrahim Paşa, sarayın her yanını köklü bir
tamirden geçirterek içine taşındığı için burayı biraz da kendi mülkü gibi
görüyor, sadaret makamında çalışmak yerine burada çalışmayı yeğliyordu. Üstelik
sultanın da buna bir itirazı yoktu. Bugün sarayda kalmasının bir başka sebebi
de yaptığı soruşturmanın izlenmemesi idi. Eğer Babıâli sadaret makamında
birileri katile haber uçuruyorsa onun hedefini şaşırtmak gerekirdi. Aksi
takdirde kuş kafese girmezdi.
Öğleye kadar toplam yedi esnaf terzi
huzura alındılar. Paşa hepsini tek tek sorguluyor, sonra da birbirlerini
görmesinler diye ayrı bir kapıdan savıyordu. Entari hiçbirinin iğnesine
dokunmamıştı. Yalnız içlerinden biri Galata'da ecnebiler için pahalı elbiseler
diken bir İngiliz terziden söz etti; örme düğmelerin şeklinden onun dikişine
benzetti. Paşa bu terziyi biliyordu; kızını Kaptan-ı derya Kaymak Mustafa Paşa
ile evlendirdiği geçen seneki düğünde Fatma Sultan ile birlikte saraylı iki
hanım, düğün setrelerini bu terziye diktirmişlerdi. Adamın pek maharetli biri
olduğu belli idi. Ecnebi şehbender ve sefirlerin eşleri için hazırladığı her
şey Galata dilberleri arasında revaç buluyordu. Terziye özel bir ulak
gönderildi. Sadrazam hazretlerinin haremi için elbise siparişi verileceği
söylendi.
Paşa, işin içine bu terzinin karışmasına
sevinmiş gibiydi. Çünkü cinayeti her kim işlediyse varlıklı biri olmalıydı ve
Avru-paî yeni tarz kıyafetlerden haberdar olacak bir anlayış düzeyine sahip
bulunmalıydı. Bu da yemiş sepetindeki "Haşmetlû vezir! Sana akıllı diyorlar.
Bakalım öyle misin?" sorusunun ağırlığını arttırıyor, çözülmesi gereken
probleme bir kat daha heyecan katıyordu. Eline bir elma aldı. Kıpkırmızıydı.
Çevresinde hizmetkârlardan kimse var mı diye baktı ve "Hart!" diye
ısırdı.
72
13. Sual:
- 'Konak Yerinde Yok!' da Ne Demek?
Destebaşı onları dilenmeye göndermişti.
En ziyade Çarşu-yı Kebir -halk buraya Kapalı Çarşı diyordu- civarında
dileniyor, para topluyorlardı. Lakin bugün yollarını değiştirmiş, kâh se-ğirdip
kâh hızlı adımlarla Gedikpaşa'dan ta Fatih Mehmet Han'ın İstanbul'a girdiği
Topkapısı'na kadar gelmişlerdi. Burada üç saat kadar zaman harcayabileceklerdi.
Planı buna göre yapmışlardı. Surların dışına çıktıklarında Takkeci İbrahim Ağa
Camii ve onun ardında da Nakşıgül ile söyleşip sarıldıkları konağa varmış
olacaklardı. Topaç Yeye erkete olacak, Kara Şahin de -kendilerine bu lakapları
bulmuşlardı- konaktaki dadı ile görüşmeye çalışacaktı. Nakşıgül dadısını çok
seviyordu ve belki dadı kendisine yardımcı olur, birkaç haber verebilirdi.
Gerçi yüzü değişmiş, Macar hekim kaşlarını kaldırdıktan başka külhan hayatı da
birkaç günde yüzünü esmerleştirmiş ve artık 'Kara' Şahin olmuştu ama yine de
birileri çıkıp kendisini tanıyabilirdi. Sorular sormaya başladığında kimse
kendisinden Şüphelensin istemiyordu. Kalbi şiddetle çarpmaya başladı:
73
"Şimdi dikkatli olmalıyız
Topaç!" Yusuf, kendisine adının dışında bir kelimeyle hitap edilmesini ilk
önce garipsedi ama bunu ilk kez sevdiği ve güvendiği birinin ağzından duymak
fazla rahatsız etmedi. Daha evvel bi-marhanede kendisine "Yanık"
lakabı takmışlardı ama "Topaç" sanki ondan daha sevimli idi. Biraz
tombul bedeni, biraz da kısa boyu onu zaten bir "Topaç" gibi
gösteriyordu: "Olur Kara Şahin Ağam!.."
Kara Şahin heyecanla ilerlerken yollarda
bir gariplik sezdi. Gerçi yürürken çevresine fazla dikkat eden, ayrıntılara
önem veren biri değildi ama camiden sonraki bu tozlu yolun iki yanında sanki bu
kadar ağaç yokmuş gibi hatırlıyordu. Kafasının bu derece karışık olması
düşüncesini de etkiliyor gibiydi. Ama hayır, sanki hemen şuracıkta, yolun
sağında bir ev hatırlıyordu. Durdu, zihnini toplamaya çalıştı. Daha evvel bu
yoldan konağa üç defa gitmişti. Gerçi her üçünde de hiç konuşmadan yalnızca
atları kamçılayan seyisin süslü landosu içinde yolculuk etmişti ama burada bir
ev gördüğünü gayet iyi hatırlıyordu. Hatta bir keresinde Nakşıgül ile yan yana
oturmuşlar, hiç konuşamadan, hemen
karşılarında onların mürüvvetinden söz eden annesi ile dadısının sohbetlerini
mahcup mahcup dinleyip durmuşlardı. Hatta o sırada dadı ikisine de durmadan
buzlu şerbetler, Hindistan'dan getirtilmiş çerezler ikram ediyordu. Kendinden
şüphe etti: "Yok, yok!.. Mutlaka yanlış hatırlıyorum. Burada bir ev
yoktu!"
Bizans'tan kalma surların hendeklerine
dolan su, bahçecilik yapmak isteyen tarım işçileri için pek elverişli idi. Bu
yüzden İstanbul surlarının iç kısmında oturan bazı Rumlar sur dışındaki bu
arazileri sebze yetiştirmek için kullanırlardı. Bu civarda eskiden beri çok
güzel marul ve salatalık yetişir, Topka-pısı'nın dışından Topkapı Sarayı'na,
mevsimine göre daima taze sebze giderdi. On yıl kadar evvel bostancıbaşı ağanın
izniy-
74
je surların dışındaki mezarlıklardan
bazı bölgeler bahçe için istimlak edilmiş ve burada yeni bahçeler açılmıştı. Bu
yüzden adına Yenibahçe deniyordu. Takkeci Cami bu bahçelerin arasında kalmıştı
ve cemaati genelde sur içinden gelirdi. Kara Şahin camiye kadar yürüdü.
Bahçelerde çalışan birkaç ırgattan başka çevrede kimsecikler yoktu. Topaç Yeye
zaten bu ırgatları kontrol edecek ve gerekirse oyalayacaktı. Henüz kuşluk
saatleri olduğu için camide de kimse bulunmuyordu. Kara Şahin bu cesaretle
yürüyüp cami duvarını dönünce birdenbire durakladı. Gözlerini birkaç kez
ovuşturdu. Tekrar tekrar baktı. Dizlerinin dermanı kesilmişti. Yere yıkılmak
üzereydi. Çıldırmaya ramak kaldığını, hatta düpedüz çıldırdığını düşündü.
İleriye doğru koşmaya, bahçelerin duvarlarını, çitlerin kapılarını elleriyle
yoklamaya başladı. Dışarıdan birisi görse mutlaka delirdiğine hükmederdi. Bu
sırada Yeye de etrafı kontrol ederek gelmiş, can yarısı külhan kardeşinin garip
davranışlarını izliyordu. Onu hiç böyle görmemişti. Ürktü. Acaba külhanda henüz
öğrenemediği huyları mı vardı? Bir an tereddüt geçirdi. Külhanda gömlekten
geçip kardeş olmuşlardı ve bu duyguyla yanına koşup yardım etmesi gerektiğini
düşündü. Hızlı adımlarla yanına yaklaşıp fısıltıyla sordu:
"Ne oldu?"
"Konak yerinde yok Topaç
Yeye!.."
"Hangi konak?
"Evlendiğim konak, Nakşıgül'e
kavuştuğum ve kaybettiğim konak!.."
"?!.."
Kara Şahin önden, Topaç Yeye ardından
bağların, bahçelerin arasında koştular, koştular... Küçük kulübesinin önünde
Çalışan ilk ırgatın yanında Şahin sordu:
"Bahçıvanbaşı, biz galiba yol
şaşırdık, buralarda Aslan Ağa'nın konağı olacaktı; tarif ediverir misin?"
75
"Hımm. Aslan Ağa? Aman çelebim,
benimle alay etmiyorsun ya..."
"Asla, ağam... Öyle bir halimiz var
mı?.."
"Buralarda her yer bağ bahçedir. Ne
bir ev, ne bir konak. Ancak bağ kulübeleri... Aslan Ağa diye de birini hiç
duymadım..."
"?!.."
Kara Şahin ile Topaç Yeye bu soruyu dört
bahçıvana daha sordular. Aldıkları cevaplar hemen hemen aynı idi. Ne
yapacaklarını şaşırmışlardı. Yeye burada harcayacakları süreyi aştıklarını
hatırlatarak geri dönmeleri gerektiğini söylüyor, des-tebaşmın kendilerini
cezalandıracağından dem vuruyor, Şa-hin'in ise ayakları yürümekten aciz
bulunuyordu. Çitlerden birinin kenarına oturdular: "Ağam, bir düş görmüş
olmayasın?" "Ah Yeye, keşke bir düş olsaydı da sonra uyansaydım. Ama
ne Nakşıgül, ne de tomruktaki yediğim dayaklar bir düş değildi. Üstelik beni
yakaladıkları vakit celladın yağlı ilmeği boynuma geçecek... Keşke her şey bir
düş olsaydı!."
O sırada öğlen ezanları okunmaya
başladı. Yeye sordu: "Nikâhınızı kim kıymıştı?" "Takkeci Camii
imamı."
İkisi birden birbirlerinin yüzüne
baktılar ve aynı şeyi bulmuş olmanın sevinciyle yerlerinden fırlayıp camiye
koştular. Caminin ayrı imam ve müezzini yoktu. Minareden inmekte olan adam
nikâhı kıyan hocaydı ve boş bakışlarla yüzlerine baktı. Kara Şahin kendisini
hem tanısın, hem tanımasın istiyordu. Ama o tanımadı. Şahin önce bunu cerrahın
kaş değiştirme işini iyi yapmasına bağladı. İmam minarenin kapısını kilitlerken
sordu:
"Safa geldiniz, buyurun, ne
istemiştiniz?" "Geçen gün kızının nikâhını kıydığınız Aslan Ağa'nın
konağını arıyoruz biz."
76
"Kimin dediniz?"
"Aslan Ağa'nın, Yenibahçe'deki
büyük konak."
"Efendi oğlum, Yenibahçe burasıdır,
illa dediğiniz isimde burada birinin ne konağı, ne bir evi, hatta ne de bahçesi
var. Burada konak ne arasın, fukara kulübelerin zerzevatçıları... Hele buyurun
cemaate de soralım, amma, böyle bir konak yok buralarda."
"Ama geçen cuma günü nikâhını
kıymıştınız hani?"
"Hımm!.. Geçen cuma ben kimsenin
nikâhını kıymadım, başka bir imam efendi olmasın?"
"Hayır sizdiniz?!.."
"Ben mi? Hayır, hayır,
bahsettiğiniz günde ben bir nikâh kıymadım."
"Nasıl olur, o gün ben burada
gerdeğe girdim."
"A beyim, sana bir keyfiyet olmuş
anlaşılan. La havle çek, hemen koş, bir hamama git. Hatta biraz kan aldır, aman
ihmal etme..."
"Zinhar beni aklını oynatmış
zannetme hocam, ama biraz daha böyle giderse oynatacağım. Orda benim nikâhımı
kıydınız ya işte, şimdi neden bilmezlenirsiniz? Hem koca konak nereye gider
canım?!.."
"Vah, vaaah, oğlum seni mutlaka bir
hekim görsün. Çukur-çeşme'de bir firenk hekim..."
O sırada Kara Şahin camiye girmekte olan
bir adamı tanıdı.
"İşte şu efendi de nikâh
şahidimizdi."
"Hüsam Efendi, geçen cuma günü bir
nikâh kıyıldı mıydı; sen şahitlik ettin miydi?"
Adam hocanın yüzüne şaşkın şaşkın baktı,
düşündü, eliyle başını kaşıdı, yüzünün çizgilerini belirginleştirdi.
Hatırlamaya Çalışan bir adamın haliydi.
"Cuma mı dediniz? Sanırım
Üsküdar'daki kızıma gittiydim, burada değildim."
77
Onlar konuştukça Kara Şahin
kıpırdanıyor, sabırsızlanıyor, huzursuzlanıyordu. Sesini yükseltti:
"İmam Efendi!.. Yüzüme iyi bak,
beni hatırlamadın mı?"
"?!.. Yooo..."
"Nasıl olur, beni Aslan Ağa konağında
siz evlendirdiniz." "Yanlışın olmasın evladım. Hele namazımızı
kılasıya kadar bir kez daha düşünsen..."
"İmam Efendi, geçtiğimiz cuma
gecesinde yanımda oturup bana 'Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle...' diye
sormadın mı; sonra da 'Nakşıgül binti Aslan Ağa'yı Ahmet bin Abdullah'a
nikahladık!' demedin mi sahiden?"
"Ne sorması evladım, ne demesi,
seni ömrümde ilk kez görüyorum. Aaa. Çok oldun ama. Bırak şimdi cemaat beni
bekliyor... Tövbe, tövbe..."
Yeye, imamın nikâh kıymadığına, Hüsam
Efendi'nin de şahit olmadığına inandı. Adamların hiç yalan söyler bir halleri
olmadığı gibi buna ihtiyaçları da yoktu. Üstelik bütün cemaat içinde Aslan Ağa
Konağı'nı da duyan, bilen yoktu. Anlaşılan külhan kardeşi Kara Şahin tekin biri
değildi.
Geri dönerken Kara Şahin başından geçen
her şeyi anlattı, Topaç Yeye dinledi. İnandı mı? İnanmadı mı? Duyguları
karmakarışıktı... Yusuf onu dinlerken Şahin'in külhan kardeşliğinden sonra
kendisine ne derece güvendiğini ve kardeşliğini sahiplendiğini aklından
geçiriyordu. Eğer güvenmeseydi, sevdiği kadının adını onunla paylaşmazdı. Hatta
yine de paylaşmamalıydı. Kendisi yaşça ondan küçüktü, ama aşk bahsini onun
kadar basit görmüyor, sevgiliye dair olan her şeyin değerli olduğunu
düşünüyordu. Hem annesinden dinlediği öykülerde, hem babasından kalan elyazması
risalelerde sevgilinin adının biriyle paylaşılması bahsi anlatılmıyordu. Aşk
kitapları böyle bir bab açmamışlardı. Kitaplara göre bir sır olmalıydı aşk,
asla paylaşılmayan bir sır... Hayır, hayır, kendisi Şeh-
78
naz'a olan aşkını asla kimseciklerle
paylaşmayacaktı, paylaşmamalıydı. Eğer paylaşırsa içindeki aşkın azalacağından
emindi. Okuduğu kitaplar bütün âşıklara sıkı sıkıya bunu tembih ediyorlardı.
"Aşk ki, ancak sır olarak kalırsa kalpte çoğalırdı." Böyle demişti
annesi bir seferinde ve sonra da ona Leyla'nın sırlarla büyüyen aşkının
hikâyesine anlatmıştı. Eğer iki kişi arasındakiler sır olmaktan çıkarsa
yalnızca dillerde çoğalır, dostluğun, vefanın değerini düşürürdü. Hayır, kesin
kararlıydı, Şehnaz'ın aşkını yüreğinde saklayacak, ne Şahin'e, ne başkalarına
söyleyecekti. Bimarhane'de onun adını söylediğinde hekimler çare mi
bulabilmişlerdi sanki. Şehnaz'ın hayalinden utanmalıydı şimdi, adını deliler
meclisinde andığı için. Kararlıydı; bir daha aynı hataya düşmeyecekti, Şehnaz'la
alakalı hiçbir şeyi, hiçbir kimseyle paylaşmayacaktı. Ta ki aklını yitirmiş
veya kendini kaybetmiş olsun...
t
m ut 1 fi
-derkenar-
aşk, asla paylaşılmayan sır
Leyla'ya sordular:
"Sen mi Kays'ı daha çok sevdin;
yoksa o mu seni?" Kara gözlü, kara saçlı, kara benli Leyla iç geçirdi,
üzüldü: "Dostlar, bu nasıl bir soru, bana böyle bir soruyu nasıl
sorarsınız ki?!.. Elbette ben onu daha çok sevdim, onun beni
sevdiğinden..."
"İyi ama Leyla, o senin için deliye
döndü, çöllere düştü, adı Mecnun'a çıktı ve kurtlarla, kuşlarla konuşur
oldu..." "İşte bakın, o gitti, bana olan aşkını ona buna anlattı, ben
ise aha şuracığımda, kalbimin içinde onun aşkını saklayıp durdum, hiç kimse ile
ne paylaştım, ne kimseye dert yandım. Şimdi siz karar verin, o mu beni daha çok
sevmiş; ben mi onu?!.."
79
14. Sual: Lale Soğanının Gizemi Neydi?
Yaz mevsimi, alıp başını giderken
Kâğıthane Deresi'nin güzelliğine dalıp bu müstesna günü Sadabat'ta unutmuş
olmalıydı. Balıkçılar buna pastırma yazı diyorlardı. Teşrinler başladı
başlayacak gözüyle bakılırken sonbaharda böyle bir gün herkesin kanını
kaynatmış, bilhassa Haliç çevresindeki köylerden sandallarla, peremelerle,
hanım iğneleriyle yahut sahillerin tozlu yollarından lando veya çifte
kağnılarla Sadabat'ta felekten bir gün daha çalmak isteyen kalabalıklar
toplanmıştı.
Kara Şahin ile Topaç Yeye Cedvel-i Sim
kenarında, Alibey-köy Deresi boyunca, yamaçlardaki ağaçlıkların altlarında öbek
öbek olmuş insanların arasında dolaşıyor, dileniyor, sızlanıyor, ağlıyor,
açındırıyor, bazı bazı da insanların eğlencelerini izlemeye dalıyorlardı. En
çok da ayı veya maymun oynatanlar ile taklitbazlar ilgilerini çekiyordu. Her
yanda cıvıl cıvıl bir hayat akıyordu. Eyüp önlerinden itibaren adacıkların
oluş-
80
turduğu şirin haliçlerde, zari: lar
insanları bir adadan diğeriı duruyorlardı. Su üzerinde kim yoktu ki; kadınlar,
erkekler, âşıklar, ceylanlar, avcılar, kovalayanlar, kovalanmak iste yenler ve
kaçanlar...
Şahin önde, Yeye arkada, ellerinde
dilenci keşkülü "Şey'en lilleh (Allah rızası için bir şey!..)" diye
diye Eyüp sırtlarına uzanan mezarlıkların sahile yakın sınırından biraz
uzaktaki kulü-bemsi küçük evin geniş bahçesine girdiler. Burası, Ali-beyköy
Deresi sularıyla mamur, bütün İstanbul halkının çok iyi bildiği ünlü bir lale
bah-çesiydi ve burada laleler Hafız Çelebi'nin elleriyle ve çok özel usullerle
terbiye görür, sonra da tanesi iki altına kadar çıkan yüksek fiyatlarla
satılırdı.
Hafız Çelebi İstanbul lale pazarının en
seçkin simalarından-dı. Herkes ona saygı gösterirdi. Geçen seneye kadar lale
fiyatlarını ve narhlarını tespit eden encümene o reislik eder, mevsimine göre
kurulan lale pazarında da borsayı o düzenleyip yönetirdi. Bu yıl kendini
dünyanın dağdağasından çekmiş, köşesinde yalnızca laleleriyle zaman geçirmek
istediğini herkese söylemiş, hatta bu yüzden bahçe çitlerinin yerini değiştirip
Can Kuyusu'nun girişini dışarıda bırakmış, halkın serbest ziyaretine açmıştı.
Can Kuyusu'nu bütün İstanbullu
biliyordu. Gelip gideni hiç eksik olmazdı. Kuyunun üstünde bir kubbe, kubbe
bitişiğinde
81
de bir uzunca mezar vardı. Kimin
kaybolan bir eşyası olsa bu kuyudan abdest alarak iki rekat namaz kılar sonra
mezarın önüne diz çöküp kuyuya bakarak Fatiha okur, sevabını Yusuf Peygamber'in
ruhuna bağışlar, ardından dua eder ve kaybettiği her ne ise yerini görmek için
kuyuya bakardı. Çocuğunu yitirenlerden evlilik yüzüğünü kaybedenlere kadar
herkes burada Hafız Çelebi'nin kuyusuna gözlerini çevirir, işin ilginç yanı,
hemen herkes kuyuda kaybettiği şeyi gördüğünü söyler ve hatta bazen yerini de
öğrenirdi. Durgun kuyu suyunda kendi hayalini hırsız suretinde görenler mi
dersiniz, kuyuya küçük çiğil taneleri atarak suyu dalgalandırıp zihnindeki
hayalleri suya yansıtanlar mı, burada herkesin başka bir hikâyesi olurdu. Halk
bu kuyuya Can Kuyusu adını takmışlardı. O güne kadar İstanbul'daki pek çok
hırsızın görüntüsü Can Kuyusu'na yansımış, sonra da yakalanıp cürümleri itiraf
ettirilmişti. Son bir yılda kuyunun kadın taifesinden yeni misafirleri olmaya
başlamıştı. Bekar olanlar tanımadıkları kayıp damat adayını bulmak, evli
olanlar da doğuracakları çocuğun erkek mi kız mı olduğunu öğrenmek için kuyuya
gelmeye başlamışlar Hafız Çelebi de bid'attır diye kuyuyu kapattığını ilan
etmiş, ama halkı durdurmak mümkün olmayınca da çareyi, giriş kapısını
ayırmakta bulmuştu.
Can Kuyusu herkese kaybettiği şeyi
söylüyordu ama Hafız Çelebi'nin lale yetiştirme konusundaki sırlarını
kimseciklere söylemiyordu. Çelebi'nin, kuyudan küçük bir kanal ile akıtıp Haliç
kıyısında eğir otlarıyla örttüğü tabii havuz da kimsenin dikkatini çekmiyordu. Dıştan
bakıldığında Halic'in tuzlu suyunun uzantısı gibi görünen bu havuzda aslında
bir damla bile deniz suyu bulunmuyor, Kâğıthane Deresi'nden ve Can Kuyu-su'ndan
gelen tatlı suların karışımı çalkanıp duruyordu. Hafız Çelebi burada eğir otu
yetiştiriyor, beslediği kaplumbağaları da eğir köküyle besliyordu. Üç yüz metre
kadar yukarıdan çı-
82
kan ve burada denize dökülen Cendere
Deresi tamamen eğir köküyle doluydu. Zaman zaman kaplumbağalarının kaçıp dere
yatağında birkaç gün oyalandıkları, bu arada kaplumbağa avcıları tarafından
yakalanıp götürüldükleri de olmuyor değildi. Kaplumbağalardan menfaat temin
etmek isteyen pek çok insan vardı. Bilhassa Galatalı ecnebiler ve Frenk
diyarından gelen tüccarlar bunlara "Her derde devadır!" diye büyük
meblağlar ödüyorlar, sonra da derileriyle birlikte haşlatıp yiyorlardı. Cendere
Deresi'ndeki kaplumbağalardan sonra Can Ku-yusu'ndaki kaplumbağalar da
çalınmaya başlayınca Hafız Çelebi hükümet nezdinde sıkı bir mücadele vermiş,
nihayet kaplumbağa avcılarının tabiattaki dengeye zarar verdikleri gerekçesiyle
cezalandırılacaklarına dair bostancıbaşı ağa tarafından bir emirname
yayınlanmasını başarabilmişti. Aslında Hafız Çelebi'nin bütün sermayesi işte bu
eğir kökü yiyerek beslenen kaplumbağalardan ibaret idi. Kimse bilmezdi ama
Çelebi güz mevsimi geldiğinde, lale soğanlarını toprağa gömmeden evvel bu
kaplumbağaları toplar, iki gece tahta kasalar içinde bekletir, bu sırada
kasaların zeminine değişik renklerde toprak boya yığar, boyaların arasına nane
ve fesleğen unu karıştırıp kaplumbağaların onunla beslenmesini sağlar, sonra
onları boş kasalara alıp iki gün aç bırakır ve bu sefer de önlerine yiyecek
olarak lale soğanlarını koyardı. Aç kaplumbağalar büyük bir iştahla lale
soğanlarına saldırınca diş izlerini geçirdikleri dakikaya kadar hepsini izler,
ardından onları ağızlarından çekip alır ve önlerine başka soğanlar koyar,
kaplumbağa salyası bulaşan soğanları bu sefer besili koyunlardan aldığı kuyruk
yağına yatırıp bir gece bekletir, ertesi gün toprağa gömerdi. Bu usulü bulasıya
kadar tam otuz yıl denemeler yapmış ve nihayet istediği renkte lale elde etmeyi
başarmıştı. Kaplumbağalara hangi renk toprak yedirirse ışınları lale soğanı o
renkte Çiçek açıyordu. Bunun içindir ki Hafız Çelebi, bahçesindeki ye-
83
ni soğanların ne renkte laleler
vereceğini daha toprağa diktiği günden itibaren bilir, bunu herkese ilan eder,
bütün bir kış insanları merakta bırakır, bahar gelince de laleler tam onun
dediği renklerde büyürdü. Bilhassa Damat İbrahim Paşa'nın sadrazamlığı
döneminde yeni lale renkleri icat etmek çok önemli bir itibar haline gelmişti.
Bir önceki yılın soğanlarını alıp toprağa dikerek aynı renkte lale elde etmenin
cazip bir yanı yoktu, bunu herkes kendi bahçesinde yetiştirebilirdi ama bir
önceki yılda bulunmayan bir tonda lale elde etmek... İşte bu imkânsızdı.
İstanbul'un seçkin muhitlerinde başlıca sohbet konusu bu yeni lale rengi olur,
her baharda insanlar artık bütün lale renklerinin ve tonlarının elde
edildiğinin, yeni bir tonda lale yetiştirmenin mümkün olamayacağının sohbetini
yapar, Hafız Çelebi ertesi yılda yeni bir tonda lale yetiştirerek herkesi
yeniden şaşırtırdı. Hafız Çelebi'nin şöhreti Felemenk diyarında da duyulmuş,
yeni renk tonlarında lale üretildiği bilgisi oralardaki adı tulipomani olan
lale merakına yeni bir boyut katmıştı. Gerçi Felemenk ve Avusturya diyarında
lalelerin yaprak uzunluklarında ve beneklendirmede belli bir başarı elde
edilmişti ama yeni renk tonu elde etme konusunda kimse başarılı olamamıştı.
İşte bu yüzden Hafız Çelebi'nin Haliç kıyısındaki evi zaman zaman soyulur,
eşyaları karıştırılır, lale soğanları çalınıp giderdi. Zaman zaman da kapısına
esrarengiz adamlar gelir, kendisine yüksek tekliflerde bulunurlar, hatta hırsız
gibi Can Kuyusu'nun içine kadar girip lale sırlarını araştırırlardı. Çelebi,
işini bir gizlilik içinde yapıyor, sırrını kimseyle paylaşmıyor, lale yüzünden
her daim evinin düzeni bozulduğu halde kimsecikler göz önünde gezinip kuyu
suyunda eğir otu yiyerek büyüyen kaplumbağaların lalelerle olan ilişkisinin
farkına varmıyordu. Kaplumbağalar, Hafız Çelebi'nin tabiat sevgisinin bir
göstergesiydi, o kadar. Dillerde dolaşan bir söylentiye göre Çelebi, lale
sırrını bir kâğıda yazıp güvendiği biri-
84
ne teslim etmişti ve ölümünden sonra o
kişi ortaya çıkıp sırrı aÇ1ldayacaktı. Bu uygulama geçen yıl şehirde gizem
üstüne gi-zemli söylentiler yayılmasına sebep olmuştu. Artık yalnızca lale
sırrı değil, bir de çocuk mu, kadın mı, erkek mi olduğu bilinmeyen bir kişinin
sırrı dolaşıyordu ortalıklarda. Belki de bu yüzden Kara Şahin'in, "Acaba
şu lale soğanı hakkında bana ne söyleyebilirsiniz?" sorusuna cevap
vermeden evvel Hafız Çelebi'nin kalbi durayazdı.
85
15. Sual: Vezir Bulmacayı Çözebildi mi?
Çardak kahvesinin çatısına uzanarak
sonbahara serin gölgeler sunan üzüm asmasının sarı yaprakları altındaki hasıra
bağdaş kurup çökmüş birkaç laubali ve azılı kabadayı, önlerindeki toprak
kâselere bir yandan şarap dolduruyor, diğer yandan devlet sohbeti yapıyorlardı.
Devlet sohbeti, saltanat ve devletlûlar hakkındaki dedikodular ile politik
tartışmaların yeniçeri kahvelerindeki adıydı ve İstanbul'un en işlek ticaret
merkezi olan Yemiş İskelesi'ndeki bu kahve de bir tür muhalefet merkezi gibi
fikirlerin ortaya atıldığı, tartışıldığı, şehzadelerin padişah yapıldığı veya
padişahların hal edildiği zengin komplolar cennetiydi.. Öte yandan Bektaşiliğin
de bir şubesiy-di ve hatta zaman zaman Şahbaba Dergâhı yerine kararların
alındığı bir önemli merkez sayılıyordu. Daha Türklerin Samanlık döneminden
başlayarak taşıdıkları inanç şekillerinin izlerini taşıyan Bektaşilik, burada
sanki bütün Asya inanç ve felse-
86
{elerinden de ilhamlar almış gibiydi.
Budacılık, Brahmanilik, Zerdüştlük, Batınîlik, Caferilik, Kızılbaşlık,
Haydarilik, Kalen-derîlik, Şiilik, İmamîlik veya Melamîlik... Hepsi
Bektaşiliğin içi-ne bir seviyede sızmış az veya çok yaşayıp geliyordu.
Özellikle külhanîlere yönelik faaliyet gösteren Bektaşi tekkelerinin bir
irtibat noktası sayılan yeniçeri kahvehaneleri ise Alevilikten ziyade Caferilik
etkisindeydiler ama yine de Oniki İmam'ı takdis etmek, tekke ve kahvehanelerin
ortak geleneği idi. İstanbul'da, Oniki İmam'a bağlı olarak on iki bölüm halinde
inşa olunmuş on iki yeniçeri kahvehanesi vardı. Bunlardan üçü deniz üzerine
kazıklarla oturtulmuş, dokuzu da Bizans surlarına kadar sırtını dayayacak bir
alana yayılmış çardaklardan ibaret idiler. Teşkilatı tıpkı bir Bektaşi tekkesi
gibi oniki koldan bir baba tarafından işletilirdi. Her çardakta birerden on iki
post bulunurdu ve her post için bir yeniçeri çorbacısı gedik geliri namıyla
haraç toplardı. Tekkedeki on iki ayin gibi burada da on iki çeşit içecek ikram
edilirdi. On iki hizmeti, on iki dilimli tac giyen civanlar görür, akşamları on
iki köşeli teslim taşı öpülerek hesaplar ibra olunur, akçeler teslim edilir,
içinden haraç miktarları çıkartılıp geri kalanı çalışanlar arasında pay
edilirdi.
Özellikle son elli yılda devlet
politikalarının çoğu bu kahvelerde yeniçeri zabitleri, kahvecileri, ocakçıları,
çorbacıları, neferleri, hatta matruş civelek ve bıyığı terlememiş gu-lamçeler
tarafından pişirilmiş, servis edilmişti. Bunlardan en ünlüsü Eminönü'nde, Yeni
Cami önünde denize uzanmış kazıkların üzerinde heybetle yer edinmiş olan Çardak
Kahve-si'ydi. Buranın fikirleri kadar müşterileri de çok çeşitli ve kalabalık
idi. Çarşı pazar esnafından bezirgan ve gemicilere, iş arayan hamallardan it
kopuk takımı haytalara kadar her türden müşterisi vardı. Dahası, Üsküdar,
Galata, Kadıköyü gibi semtlerden resmi işlerini halletmek için İstanbul'a gelen
in-
87
sanlar da burada bir mola verip
yorgunluk kahvesi içerler, böylece Çardak Kahvesi bir adam deryasına dönerdi.
Kara Şahin ile Topaç Yeye de bu akşam üzeri, örme iskemlelerden ikisine
oturmuş, dilenmenin yorgunluğunu gidermek üzere sah-lep içiyorlardı. Aslında
buraya hemen her gün uğramayı âdet edinmişlerdi. İçerde dilenmedikleri sürece
ocakçı dilencilere göz yumuyordu. Bu arada Kara Şahin külhanın resmi ulağı gibi
çarşıları dolaşıp verilecekleri veriyor, alınacakları alıyor, külhanla alakadar
pek çok insanla görüşüyor, bu yüzden de dilencilerden daha varsıl bir giysiyle
dolaşıyordu. Topaç Yeye ise henüz yalnızca istiyor ve alıyordu. Bazen
kimseciklere göstermeden almayı da öğrenmiş, hatta kısa boyu, masum yüzü ve
bodur gövdesiyle bu işte pek maharetli çıkmıştı.
Kara Şahin buraya kendilerini gizleme ve
başkalarını gözleme maksadıyla geldiklerini söylüyordu. Nakşıgül'ü hunharca
öldürenlerin izini sürmek için buranın iyi bir yer olabileceğini
düşünüyorlardı. Külhan oğlanı ve dilenci kılığında, üstelik yüzleri gözleri
boyalar, kirler içindeyken kimsenin kendilerini tanıyabileceğine ihtimal
vermiyorlardı. Hekim elinden geçmiş bir 'Kara' Şahin'di artık o. Topaç Yeye'ye
gelince, bu güne kadar bimarhaneden kaçan delilerin aseslerce arandığı ne
görülmüş, ne de duyulmuştu. Ancak delilik yaptıkları zaman yakalanıp geri
götürülüyorlardı.
Çardak Kahvesi'nin yazlık ve kışlık
bölümleri vardı. Haliç içindeki kazıklar üzerine kurulmuş olan üç bölmesi
yazın, surlara sırtını vermiş olan hücreler de kışın pek safalı oluyordu.
Buralar çubuk içenlerin, nargile ve tömbeki meraklılarının, bir de politik tartışmalar
yapmak isteyenlerin gedikli peykelere sahip olduğu yerlerdi. Şahin ile Yeye
iskemlelerinde uslu uslu otururken bir yandan içeceklerini yudumluyor, diğer
yandan konuşmalara kulak kabartıyorlardı. Burada İstanbul'da olmuş, olan ve
olacak her şeyi dinlemek, anlamak ve tartışmak müm-
88
loindü. Konuşmalar arasında duydukları
cümleleri başka yerde tekrar etseler herhalde külhanda "hatem akrebi"
diye adını öğrendikleri vezirin casusları onları zindanarkası mezarlığına
götürüp derin çukurlara koyardı. Hele seçkinlerden bir sohbet halkası vardı ki
bunlar cümle kurmazlar, söyleyecekleri her şeyi kafiyeli söyler, bazen değme
şairlere de taş çıkartırlardı. Kara Şahin ile Topaç Yeye, kulaklarına çarpan
seçili sözlere hayret ederek dinledikçe dinlediler. Bu sohbet kulaklarına
musiki gibi gelmişti. Şu İstanbul'da yaşamak ömürdü vesselam:
"Hey Muşkaralı İbrahim, behey
helvacı yamağı! Lala, damat, derken vezir etti herifi kaderin ağı."
"Ne istersin bre, bırak çalışsın. Çalışsın ki savaş yorgunu millet,
çekmesin artık zillet. Nicedir mektepler açıyor, itibar gördü fikir."
"İyi de babalık, zengin artık çok
zengin, fakir daha da fakir." "Öyle miii? Bilir misin itibarını,
gördün mü hiç, Avrupa elçileri huzurunda el pençe!"
"Güleyim aklına babalık; itibar mı
bu, yoksa menfaat mi sence?"
"İbrahim Müteferrika'ya matbaa
kurdurasıymış; sahaf esnafı ve küttab buna kudurasıymış."
"Yalan, efendiler, kuyruklu yalan,
ahmak isen sen de inan." "Hepimiz şun^a zamandır İstanbul'dayız, hani
matbaayı kim bastı, yakan birisi var mı? Sahi, sizce bu milletin aklı bunca
küçük mü, dar mı?"
"Şeriat elden gidiyor, diyor ulema,
işte rezalet!" "Rezalet denmez buna, bu dediğin düpedüz cehalet. 0
sözdeki şeriat din demek değildir ki; hukuktur, adalettir. Hukuk elden gidiyor
diyorsa kişi, hakikatten daha hakikattir."
"Keşke kitaplar her eve girse ve
okunsa; keşke her evin alt katı okul olsa, matbaa olsa."
89
"Sen paşahlardansın galiba efendi,
görmüyor musun? Herif yalı yaptırıyor damadına, yeğenine."
"Hem de köşkler kuruyor şehre
boyuna ve enine." "Kuyu kazıyor kazık çakıyor." "Suyolcu
zahir keriz kakıyor." "Eğlence ve sefahat almış başını yürümüş."
"Vezirin gözünü ise hemen gaflet bürümüş." "Mirasyedi meşrebdir,
hali haraptır." "Doğru dersin, sevdiği yalnızca kadın, birazcık da
şaraptır." "Millete eğlence verip göz boyuyor; bir halkı, bir de
kadınları soyuyor. Mesireler salıncak dolu, uçtu uçtu kuş uçtu, dönme dolap
karınca, yandı yürek tutuştu."
"Kadınlar azdı, seyran parası
istiyor kocalardan." "Eh!.. Yeniçeri de akıl alıyor ya sahte
hocalardan..." "Ehl-i ırz her mahallede, ancak beş hatun kadar."
"Ayıp ağalar ayıp, kem söz sahibine zarar. Bu söz yalan değilse de
yanlıştır; beşinci hatun sizinki mi, hanginiz bundan emin; kendinize gelin,
zarar görmesin iman ile din."
"Sadabat kasırları bahara yetişsin
diye, işçileri ramazanda da çalıştırıyor vezir, niye?"
"İşçilere para yerine çıfıt
fahişeler vermiş, hazinede para yok işte size bayram harçlığı dermiş."
"İftira bunlar, ağalar, hep
vebaldir, günahtır; asla hakikat değildir, dedikodu ve âhtır."
Kara Şahin ile Topaç Yeye hayretle
dinledikleri bu ateşli şiirsel tartışma çemberinden çıkıp asırlık çınarın koyu
gölgesini cömertçe sunduğu deniz köşkü üzerinde tömbeki içen bir sohbet
halkasına yakın vardıklarında aslında İstanbul'un öteki yüzünü göreceklerini
bilmiyorlardı. Nargilelerini fokurdatan dört kişi, lülelerindeki ateşe
uzanabilecek mesafede birbirine yakın oturmuş tartışıyorlardı. Aslında sesleri
fazla yüksek çıkıyor sayılmazdı. Sırtlarını dayadıkları peykenin ve asma
90
dallarının arkasına müşteri gibi oturan
Kara Şahin ile Topaç yeye onları zor duyuyorlardı. Dıştan bir göz, bu dört
adamın karşılımı oturup yalnızca birbirlerinin yüzlerine baktıklarını
zannedebilirdi. Çünkü tütünden dolayı sararmış kalın bıyıkları ile örtülü
ağızlarının kıpırdadığı da, seslerine eşlik eden jest ve mimikleri de
nargilelerinden çıkan dumanların koyu tabakaları arasında kaybolup gidiyordu.
Kara Şahin ile Topaç Yeye tömbeki tıslaması ve nargile fokurtusuna karışarak
kulaklarına dolan cümleleri şaşkınlıkla dinliyorlardı:
"Keskin zekâ keramete takla
attırır, derler. Bizim devletlû vezire de maşallah!"
"Hakkın var Samurkaş Veli. Baksana
o vezir oldu olalı bizim ocak tırsıdı, duman püskürmez; alev kusmaz oldu;
akrepleri her yerdeymiş, hemen her şeyden haberi oluyor."
"Öyle değil mi Tersane Tazısı! Bu
bizimki Köprülü'yü de geçti, Sokollu'yu da. Bulutlardan haber topluyor,
dumandan ulak gönderiyor. Esen rüzgârdan havayı kokluyor, yahni hangi evde
pişmiş biliyor."
Bu lâkırdıya tek itiraz, omuzunda 46.
Orta'nın çıpa işaretli dövmesini taşıyan Odabaşı Bindallı Mahmut Çavuş'tan
geldi:
"Amma uçurdunuz kekliği. Arslanı
saydıran postudur. Saray helvacısı İbrahim Efendi'yi ünlendiren altındaki
minderdir. Hele çekiverin altından, kaldırıma bırakın bakalım; ne akıl kalır ne
de fikir!.."
"Yanılıyorsun Bindallı karındaş.
Akıl dediğin bir elmas pa-residir; nerede olsa parıldar."
Mahmut iddiasında direndi:
"Yoldaşlar, Halep orada ise arşın
buradadır, sınayalım görelim."
Gülüşmeleri, kahkahalara karışan sorular
izledi:
"Nasıl sınayalım bre?"
"Akranın mı bu senin be hey Mahmut
Çavuş?"
91
"Piyaleyi fazla doldurdun
zahir!"
Mahmut Çavuş bu sözlere iyiden iyiye
öfkelendi:
"Bana iki gün mühlet verin.
İmtihanımın neticesini hep birlikte seyredeceğiz."
Konuşmanın bundan sonrasında üç arkadaş
ne kadar yal-vardılarsa da Bindallı Mahmut Çavuş'a imtihanın nasıl olduğu
hakkında bir tek kelime olsun söyletemediler. Cevap hep aynı oldu:
"Geçen hafta bir oyun oynadım,
bekleyin, görün."
Mahmut Çavuş arkadaşlarına veda
ettiğinde siraç çırağı elindeki uzun çubuk ile Çardak Kahvesi'nin asılı
kandillerini yakıyordu. Bindallı ayağa kalktığı anda yan sofranın başındaki beş
kişi derhal hareketlendiler. Birisi elindeki marpucu aldı, diğeri elinde özenle
tuttuğu ceketini tek omuzuna giyindirdi, bir başkası yol açmak için ilerledi. En
arkada da bir cüce hızlı adımlarla peşlerinden koşturuyordu.
Kara Şahin torbasını boynuna astı.
Arkadaşının kulağına eğilip fısıldadı:
"Gidiyoruz YeyeL"
92
16. Sual: Sultanın İstediği Kelle Kimin
Olacak?
"Lala"; demişti sultan,
"işte şu mühr-i hümayunumuzdur; alasın ve âsaf sıfat vezîr olasın!
Ayrılıkta ağlayan gözler ve vatan uğruna sürünen yüzler için devlete sahip
çık."
Sonra da uzun uzun ülkenin halinden
konuşmuşlar, fakirlikten, namusun ayağa düştüğünden, dış politikadan,
Pasarof-ça'dan, Avusturya sulhundan, Horasan ve Afganistan'dan, Özbekler ve
Azerbaycan'dan, bilhassa Anadolu ve Rumeli'nde uzayıp giden isyanlardan,
yeniçerinin bozulduğundan, acilen ve mutlaka ıslahat gerektiğinden, batı
dünyasının süratle ilerleyişinden, ülkede yetişmiş adam yokluğundan
bahsetmişler, Damat İbrahim Paşa da:
"Beli hünkârım," demişti,
"fermanınız baş üzre; emriniz kirpik üzre, kaş üzre. Vezaretimde yüzünüzü
güldürmek izzetim jve şerefim olacaktır."
Sadrazamın bu sözlerle başladığı
görevinin on birinci yılı dolmuştu. Oruçların başlamasına dört gün kalmıştı ve
şehir-
93
deki çarşılarda bir yandan bereketlilik,
diğer yandan fakir fukara arasında ramazan kaygısı alıp yürümüştü. Birkaç
yıldır İstanbul'un yenilenmedik binası, düzenlenmedik bahçesi kalmamıştı.
Dünyanın en düzenli ve eski şehirleri artık İstanbul'u kıskanıyorlar, seyahat
yazarları ile elçilik görevlileri dünyanın dört bir yanında Damat İbrahim
Paşa'nın İstanbul'a yaptıklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Tabiat güzeli
şehir bir kez de devlet eliyle güzelleştirilmiş, adeta güzellik burada imbikten
geçirilmişti. Yalnızca taşı toprağı değil, mekânları ve zamanları da kuşatan
bir güzellikti bu. İnsanların zihinlerinden gönüllerine uzanan bir estetik
boyut oluşmuştu. Şairler semt semt, mahalle mahalle, bina bina şehri övmeye
yetişemiyorlardı.
94
flele de içindeki zarif ve nazik
insanlar, nazenin ve işveli güzeller!.. Ne çare ki şehirde yoksulluk ve suç da
diz boyu idi. Denilebilir ki İstanbul hiçbir döneminde bu kadar tezat içinde
kalmamış; zenginlik de, fakirlik de çığırından hiç bu derece çıkmamıştı. Denge
bozulmuştu.
Bu ikindi vaktinde, sadrazamın şehrin
dört bir yanına yaptırdığı kasırlar, köşkler, saraylardan yalnızca bir
tanesine, Cedvel-i Sîm üzerinde, Çeşme-i Nev-peyda'nın karşısına, Sada-bat adlı
saraya İstanbul'un pek çok semtinden, pek çok yol ile konuklar geliyordu.
Dillere destan olup herkesin imrendiği eğlencelerden biri daha başlamak
üzereydi. Bu meclislerin en önemli özelliği içinde şiirler ile şarkılar,
tazeler ile badeler olmasıydı. Zarafetle döşenmiş bir salonda, sözün ve ahengin
en zarif kısmı, keskin dillerden ve şuh gönüllerden coşkuyla akmaya
başladığında, meclisin zevk u safa ışıltılarını Sadabat'ın yakamozlar kıran
suları alıp İstanbul'a doğru aheste aheste götürüyordu. Padişah bu meclislerin
her daim şeref misafiri olur, mey meclisinde tanıdığı devlet erkânı ile idari
işleri de konuşmaktan çekinmezdi. Paşa, daha vezirliğinin ilk yıllarında zarif,
yenilik yanlısı ve aydın kişiliğiyle padişahı çok etkilemiş, itimadını
kazandıktan sonra da bu tür eğlenceler düzenleyerek yavaş yavaş yönetimi kendi
avuçlarına almaya başlamıştı. Ona, "Devletinizi sizin adınıza korumak
vazifemizdir!" diye çoğul ifadeyle güven verdiği zamanlarda aslında gücünü
bir tür baskıya dönüştürmenin, devletin dış ilişkilerinden, savaş kararlarına,
barış antlaşmalarından ekonomik tedbirlere, görev atamalarından ulufe
dağıtımına, hatta merasimlerden eğlence tertiplenmesine kadar her istediğini
yaptırmanın hesabı içinde bulunuyordu. Devlet yönetimine getirdiği insanların
pek Çoğu kendi yakınları idiler ve Osmanlı'nın diğer devletlerde bulundurduğu
hafiyeler, birtakım resmi görevlerine ilaveten ona çok özel bilgiler
aktarıyorlar, o da bunları padişaha ve di-
95
ğer devletlûlara karşı kullanıyordu. Şu
anda, bu şatafatlı salonda da olan bundan ibaretti.
Vezir hazretleri salona girdiğinde
konukları arasından Macar krallığına aday Erdel Prensi Rakoçi, Avusturya kralı
Eu-( gen'in gözde generali Stefan, Tahmasb Kulı Han olarak bilenen Afşar çobanı
Nadir Ali, Rus çarının gizli servis şefi olan Musevi Levian, Fransa kralı XV.
Lui'nin İstanbul maslahatgüzarı ve eski Bourbon dükü Martel Clovis, Yeniçeriler
üzerinde hâkimiyetiyle ün salmış Bektaşi babası Şeyh Abdülhay Efendi, Kazasker
İshak Efendi, ünlü şairlerden Nedim Efendi ile Sey-yid Vehbî Efendileri,
ardından da yeniçeri ağasını, vezirlerden bazılarını, devlet kethüdasını ve
daha otuz kadar insanı tek tek selamlamıştı. O içeri girdiğinde fıskiyeli
salonda uğultular kesilmiş, etrafa serin bir su şakırtısı yayılmıştı. Meclis
adabına göre, sultanın gelişine kadar, o izin vermedikçe hiçbirisi artık
konuşmayacaktı. Biraz sonra iri gövdesiyle teşrif edip yüksekçe bir sedire
bağdaş kurarak oturacak olan sultanın içeri girmesi için her şey hazırdı.
Sarayın selamlık pencerelerine parlak ikindi güneşi vururken önlerine ya billur
kadehlerde beyaz şarap, yahut gümüş taslarda şerbetler dağıtılan bu adamlar,
bir saattir nelerden bahsetmişler, ne çok konuda fikir yürütmüşlerdi. Herhalde
onları dinleyen birisinin Osmanlı devletinden umudunu kesmesi kaçınılmaz olurdu.
Onalti yıl savaştan sonra Osmanlı'ya imzalattırılan Karlofça Barışı ile artık
Avrupa muhayyilesinden Türk korkusunun silindiği, Pa-sarofça ile de Türklerden
toprak alınabileceğinin, hatta mağlup edilebileceklerinin anlaşılmaya
başladığı, Batılı devletlerin parça parça olan Akdeniz site devletlerini Roma
önderliğinde birer birer ele geçirmeye başlamasının ve
Hıristiyanlaştırmalarının yakın olduğu, İran ile sürüp gelen anlaşmazlıkların
ayyuka çıktığı, bu yüzden ordunun fikren tedirgin olduğu, Rusya'nın İran
üzerindeki etkisinin arttırılmasının gerekliliği,
96
Rum dönmesi paşalara etkin görevler
verilmesinin Akdeniz adalarındaki Rumları şımarttığı, Bender'de üç buçuk
senedir mülteci bulunan İsveç kralı Demirbaş Şarl'ın memleketine iadesini ve
bunun için Rus topraklarından geçirtilerek kanlı düşmanı Çar Petro ile sulh
masasına oturtulmasının lüzumu, doğuda Afgan ve Horasan topraklarında Safevi
etkinliğini arttıracak tedbirlerin alınması için Nadir Ali'nin Tahmasb Han
yanındaki itibarının yükseltilmesi ve Eşref Han'a karşı galip gelmesinin
sağlanması, gösterişe ve modaya alışan Osmanlı sarayında rüşvet musluklarının
artık kapatılması, bilhassa saraylı hanımların israfa yönelik harcamalarının
önüne geçilmesi ve bunun için sefirler ve gezginler ile elçilik görevlilerince
yayılan Avrupa modası hakkında meşihat dairesince fetvalar çıkartılması ve daha
pek çok şey buradaki adamların yalnızca konuştukları ama çareler için kıllarını
bile kıpırdatamadıkları konular idi. Elbette herkes kendi aklınca çözüm
önerileri ortaya atıp inatla ve ısrarla onu başkalarına kabul ettirmek
isteyerek sesini yükseltmişti. Az evvel bu salonun altında olanlar tam bir
muhavere-i tebabüliye, herkesin ayrı dilden konuştuğu bir Babil ikindisi
olmalıydı. İkili üçlü öbekler halinde münakaşa ve münazaralar yapan ama asla
bir musahabe düzeni sağlayamayan bunca seçkin adam ancak efendileri içeri
girince susmuşlar, bu sefer de mutlak sessizliğe mahkûm olmuşlardı:
"Efendiler, meclisimizde sesinizi
değil sözünüzü yükseltiniz."
Bu cümle, salonu derin bir mezar
sessizliğine sürükledi. Vezir hazretleri arada sırada kendini bu topluluğa
böyle kabul ettirirdi. Nitekim şimdi de padişahın salonu teşrif emek üzere
olduğunu ima ediyordu. Çok geçmedi, iri gövdesi, gülümseyen güzel yüzü ve çocuk
sevinciyle içeriye Ahmet Han girdi.
Perde arkasından hanendeler Segah bir
şarkıya başladılar:
97
Yârin dehânı sırr-ı nihândan haber verir
Güftâre gelse sihr-i beyândan haber verir Hışm ile baksa vermez aman Rüstem-i
zaman Kirpiği kaşı tir-i kemandan haber verir*
Hanende Kemhacızade Hafız ile Andelib
Çelebi'nin tambur ve kanun nağmelerine karışan terennümleri segahtan karcığara,
Hüseynîden Sûznak'a kadar pek çok makamda seyredip durdu. Neler neler
konuşuldu, neler neler yenilip içildi. Zenginlik, zevk ve güzelliğin doruğunda
bir gece olmuş; meclis, ikindiden ta sabah ezanlarına kadar sürmüştü. Sonbahar
rüzgârları musiki nağmelerini Haliç semtlerinden ta Fatih'e, Şeh-zadebaşı'na
kadar taşıyıp götürdüler. Gecenin ilerleyen derin zamanlarında, yaklaşmakta
olan ramazan ve ardından gelecek bayram şerefine Nedim Efendi'nin şarkısı
geçilirken İstanbul'un fukara evlerinden uçurulan gazap melekleri Sadabat
kasırlarının çatısına konmak üzere kanat çırpıyorlardı:
Iyd erişsin bâis-i şevk-i cedîd olsun da
gör Seyr-i Sa'dâbâd'ı sen bir kene ıyd olsun da gör Kuşe kuşe mihrler mehler
bedîd olsun da gör Seyr-i Sa'dâbâd'ı sen bir keıre ıyd olsun da gör
Gerçi kim vardır onun her demde başka
ziyneti Rûze eyyamında da inkâr olunmaz haleti Şimdi anlanmaz hele bir hoşça
kadr u kıymeti Seyr-i Sa'dâbâd'ı sen bir kerre ıyd olsun da gör**
* Sevgilinin dudağı gizli sırlardan
haber verir. Lütfedip konuşmaya başlasa güzel sözün nasıl bir şey olduğu
anlaşılır. O ki zamanımızın Za-loğlu Rüstemi sayılır; eğer sitem ile bir
kerecik bakacak olsa, kirpiği ve kaşı, ok ve yaydan haber verir.
** Gerçi Sadabat'ın her an başka başka
güzellikleri vardır. Hatta oruç günlerinde bile burada ne hoş zaman geçer.
Şimdi belki tam anlaşılmaz ama Sadabat seyrini sen bir de bayram gelsin de
gör!.. Bayram
98
Herkesin iştirakiyle söylenen meclisin
bu son şarkısında, hünkârın çakırkeyif neşesi birdenbire İshak Efendi'yi
görerek eriyip gitti. Suratında çizgiler oluştu, yutkundu ve Kazasker
Efendi'nin yanına gelmesini işaret etti. İshak Efendi etek öperek ayakta durdu.
Oturmasını emredince de kulağını hünkârın ağzına iyice yaklaştırdı. İshak
Efendi şeyhülislam olacaktı. Şarap içmemişti. Padişahın kendisine neyi
soracağını gayet iyi biliyordu. Ama bunu başkalarının arasında, hele de şarabın
etkisindeyken konuşmanın tehlikesini sezmiş, bu yüzden kulağını sultanın ağzına
yapıştırmıştı. Ama aralarında konuşulan cümleleri yine de duyan, hatta dinleyen
bir çift kulak vardı: Sultanın hemen dizi dibinde oturan damadı sadrazam
İbrahim Paşa.
"Bana bir haber getirecektin
efendi?"
"Beli hünkârım, henüz bir haber
yoktur."
"Devletimde ve mülkümde bir haber
bu denlü gecikirse ceza mukarrer değil midir?"
Bu cümlenin sonundaki tonlama
dolayısıyla meclisteki başların neredeyse yarısı sultana çevrilip titredi.
İshak Efendi'nin yere eğilmiş başını yerden kaldıran cümle ise fısıltıyla
söylenmişti ve o sessiz haliyle bile meclisin dağıldığını ilan etmeye yetmişti:
"Üç vakte kadar önüme atılmış bir
baş istiyorum!.."
gelsin, yeni coşkulara kapı aralansın da
gör. Sadabat seyrini sen bir de bayram gelsin de gör. O köşede, bu köşede ay
parçaları, güneş misali güzeller görülmeye başlasın da hele Sadabat seyrinin ne
olduğunu sen o vakit gör.
99
17. Sual: Oyunu Oynayan Nasıl Oyuncak
Oldu?
Kara Şahin önde, Topaç Yeye ardında
Çardak Kahve-si'nden çıkıp önlerinde yürüyen adamların peşi sıra bahçe
duvarlarına, ağaç arkalarına saklana saklana ilerlediler. Çevrelerine
yaydıkları dehşetten, konuşma ve tavırlarından hepsinin birer insan ejderhası
hayta olduğu anlaşılıyordu. Böyle vahşi suratlı adamlar külhanda bile yoktu. Bu
yüzden peşlerinde bulunmak bile yüreklerini titretmeye yetmişti. Tahtakale
yoluyla Sultan Bayezit Han medresesi önünden geçip Kapalı Çarşı cümle kapısında
birbirlerinden ayrıldılar. Üçü Şehzade Camii yoluyla Saraçhanebaşı istikametine
yönelirken biri Sultan Ahmet istikametine saptı. Cüce de onun yanında koşturup
gidiyor, söylediklerini el kol hareketleriyle anlatarak adımlarına uymaya
çalışıyordu. Kara Şahin o sırada Yeye ile birbirlerinden ayrılıp iki grubu da
takip etme fikrini içinden geçirdiyse de son anda külhan kardeşliğinin
birbirlerinden ayrılmamala-
100
rını icap ettirdiğini hatırladı ve
külhana ayrı ayrı girmeleri halinde sorguya çekileceklerini düşünüp bundan
vazgeçti. Hem Topaç Yeye'yi koruyup kollaması da gerekiyordu; en azından
şimdilik onu tek başına bir yere göndermenin sorumluluğunu taşıyamazdı.
İçindeki sesi dinlemeden evvel sordu:
"Ne tarafa gidelim Yeye?"
"Bu tarafta Yeniçeri kışlası var,
yerini biliyoruz. Peki bu tarafta ne var?"
"Öğrenelim bakalım!.."
Evet, gözetlemeleri gereken bir mekân vardı
artık: Bin bir-direk Sarnıcı. Adamları oraya giresiye kadar takip etmişlerdi
çünkü.
Ertesi günden itibaren hemen her gün
sarnıç civarına uğramaya, dilenerek veya çalarak buralarda oyalanmaya
başladılar. İki gün boyunca aynı adamı ve cüceyi birlikte gördüler ve üçüncü
gün öğleye doğru Çardak kahvesinde otururken açık adını ve kimliğini
öğrendiler. Devlet aseslerinden beş adam birden çevrelerini sarmış ve şöyle
demişlerdi:
101
"imanım Bindallı Mahmut Çavuş,
sadrazam hazretleri sohbete bekliyor."
İstanbul'da liman ve yemiş tacirlerini
haraca kesen, paranın ayarıyla oynanmasına kapı açacak ticari dalavereler
çeviren, piyasadaki ecnebi altın ve sikkelerin akçe karşısındaki değerini
kontrol edebilen ve yabancıların moda çılgınlıklarını yönlendiren yeniçeri odabaşılarından
Bindallı Mahmut, yerinden kalkarken sunturlu bir küfür savurup mırıldandı:
"Yürü bre kahpe dünya, Bindallı
Çavuş'a da kalmadın!.."
102
18. Sual: - Hünkâr ile Neyi
Konuşuyordunuz Efendi?!..
Çaresizliğin son acısıyla inleyerek
sordu:
"Okumanız var mı?"
"Hayır ama seni okutmasını biliriz
Kazasker Efendi?"
"O halde bana kâğıt ve hokka
getiriniz."
Kazasker İshak Efendi akşamın
alacakaranlığında, her zamanki yolundan konağına gitmekte iken tenha ve dar bir
sokak köşesinde başına eczaya batırılmış bir çuval geçirilip bayıltılarak
taşınmıştı şimdi yattığı yere. Zaman kavramı daha o an silinmişti kafasından.
Leş gibi kokan, izbe ve salaş bir yerdeydi. Arada sırada fare sesleri
işitiyordu. İçerideki rutubet gece ve gündüze göre kâh artıp kâh azalıyordu. Başlangıçta
Bizans'ın eski surlarından veya artık kullanılmayan yeraltı sarnıçlarından
birisinde olduğunu tahmin edebilmişti. İstanbul'da böyle yerleri ya hırsız
şebekeleri veya dilenci teşkilatları kullanırlardı. Bulunduğu yerin
duvarlarında mengeneler,
103
dikenli tel ve zincirler, kaskı ve
kayışlar, ne işe yaradığını kes-tiremediği çeşitli aletler ile sanki bir hekim
masası gibi düzenlenmiş üç sıra mermer ve üzerlerinde düzenli şekilde
sıralanmış boy boy iğneler, keskiler, kerpetenler, falçatalar, muştalar,
şişelerde eczalar, zehirler, afyon macunları vs. ilk gördüğünde çaresizliğin ne
demek olduğunu anladı. Kazasker sıfatıyla koruması gereken bu şehrin yer altı
dünyasında ne çeşit işler döndüğünü görerek bunlara hayret bile edemeden,
vazifesini tam yapmamış kişilerin çaresizliğiyle içten içe hayıflanıp durmuştu.
Burada bulunuş sebebini merak etmişti elbette; ama onu asıl kaygılandıran şey,
bu sebebin ve içinde bulunduğu işkence merkezinin devlet ile irtibatlı olması
ihtimaliydi. Çünkü onu buraya getiren maskeli adamların derdinin para
olmadığını ilk sorguda öğrenmişti. Ne evindeki altın keselerini nerede
sakladığından, ne de hazinesini bahçenin hangi istikametine gömdüğünden dem
vurmayacakları ortadaydı Hayır hayır... Onlar başka bir şeyin peşindeydiler. Uygun
ellere geçtiğinde hazineler edecek daha başka bir şeyin...
İshak Efendi yarı çıplaktı ve iki gündür
yüzükoyun bir mermerin üzerinde salda yatan bir ölü misali uzanmaktan artık
etleri uyuşmak üzereydi. Kendisini buraya getirenler, istedikleri şeyi hemen
vermesi durumunda acı çekmeyeceğini, aksi takdirde alasıya kadar buradan
ayrılmayacaklarını söylemiş ve tabii ki uzunca bir süre red cevabı almışlardı.
Fakat Kazasker İshak Efendi direndikçe onlar şiddetin dozunu arttırmış ve
nihayet sağ baldırında derince bir hançer yarası açarak sinir uçlarını dışarıda
tutup işkence etmeye başlamışlardı. İshak Efendi tahminlerinden daha çetin
ceviz çıkmış gibiydi. Sorularına cevap alamadıkça hazırladıkları işkence
usullerini sıra sıra deniyorlardı. Bu arada İshak Efendi bayılıyor, uykuya
dalıyor, kendinden geçiyor ama ayılır ayılmaz onlar tekrar işkenceye
başlıyorlardı. Kafalarından yalnızca iki çift gözün görün-
104
düğü ikişer adam, nöbetleşe onunla
uğraşmaya devam ediyorlardı. Ailesi, çocukları, dostları gözünün önüne geliyor,
bir yandan şimdi kendisini merak ettiklerine üzülüyor, diğer yandan aramaya
çıkacaklarına dair umut besliyordu. Bu düşüncesini zedeleyen iki hususu da
aklından uzak tutamıyordu. Birincisi İstanbul'da iki hanımı ve dolayısıyla iki
evinin olması; diğeri de Kubbealtı'ndaki divan toplantılarının iki günde bir
yapılması idi. Çocukları ve hanımları onun daha önce de eve birkaç gün
gelmediğini görmüşler ama hiçbir zaman diğer hanımın konağına haberci gönderip
"Babamız orada mı?" diye sorma cüreti gösterememişlerdi. Bu durumda
tek umut divan toplantısına kalıyordu. Kubbealtı'na gelmediğini gören herkes
derhal onu aratacaktı. Bundan emindi. İşte bu yüzden, daha buraya getirildiği
ilk gün kendince bir karar almış, divan toplantısı olasıya kadar geçecek süreyi
konuşmadan geçirmeye azmetmişti. Yani iki gün dayanmalı, dişini sıkmalı,
sabretmeli, ağzından tek kelime kaçırmamalıydı.
İshak Efendi'nin bildiğini ötekiler de
biliyor; düşündüğünü onlar da düşünüyordu elbette. Çünkü birinci gün dolup da
bütün denemeleri başarısız olunca adamlardan biri sırıtarak küfürler etmiş, onu
alaya almış ve "Şimdi göreceğiz bakalım!" tehdidiyle yerinden kalkıp
köşedeki ecza şişelerinin arasında bir şeyler aramış ve sonunda kahkahalar
atarak geri dönmüştü. Elinde bir cür'adan içinde elmas tozu vardı. Artık sinir
uçlarını cımbız ile çekmiyorlar, yaranın üzerine her on dakikada bir tutam
elmas tozu serpiyorlardı. O anda İshak Efendi'nin çığlıkları hücre duvarlarında
korkunç akisler uyandırıyor, uzak dehlizlerden geri dönüp geliyor, kendisini
bile korkutuyordu. Bu derece bir çığlık eğer Atmeydanı'ndan duyulsa belki
İstanbul halkını ayağa kaldırır, gece uykularını bölerdi. Üstelik her bir
Çığlıkta fareler yuvalarından uğrayıp acayip sesler çıkartıyor, korkunç havayı
bir derece daha dehşetli hale getiriyorlardı.
105
İshak Efendi, esirlere ve sırları
söylemek istemeyenlere elmas tozu kullanılarak işkence yapıldığını duymuştu ama
acısının şiddetini yalnızca bir tevatür sanırdı. Oysa her bir toz zerresi
yarasına değdikçe bütün bedeni sarsılıyor, iç organları yerinden oynamış gibi
titriyor ve korkunç acılarla yeniden yerine geliyordu. İşkence denen şey beden
ile ilgilidir ve somut bir şey üzerinde uygulanabilir; ama bu maruz kaldığı
sanki maddi ve bedensel bütün acıları aşmış da ruhunu yakalayıp bir kerpeten
ile sıkar gibiydi. Çünkü şu anda elmas tozu kadar ruhuna harçerler saplayan bir
de vicdan azabına sahipti. Bunun adına "Şehzade Ahmet'e ihanet"
deniyordu. Yıllar yılı kendi ailesi tarafından bir kutsal emanet gibi korunan
delikanlının adını sultana ilk o telaffuz etmişti. Kendi atalarına ihanetten
öte vicdanına da ihanet sayılırdı bu. Şimdi onu korumaya çalışması bir
suçluluğun telafisi olsa ne yazardı. Artık onu koruyabilir miydi? Mesele
duyulduğunda veya şehzade katledildiğinde, soyundan gelecek insanlar kendisini
hep bu ayıpla anacaklar belki büyük dedelerinden utanacaklardı. İnsan dünyada
güzel bir isimle yaşamalı, öte tarafa öyle gitmeliydi. Itır Banu ile
konuşmasından sonra yapması gerekeni yapmamak kendisi için yeterince kötü idi.
Itır Banu ile oğlunu gizleyip tıpkı ataları gibi himaye etmesi gerekirken şimdi
onun ihbarcısı durumuna düşmüştü. Şu masa üzerinde gördüğü işkence belki de o
masum kadına ihanetin bedeliydi. İçinden "Cehennem azabı herhalde böyle
bir şey olmalı!" diye geçirerek dişini sıkıyor ama her toz tatbikinden
sonra on dakika baygın yatıyor, kendine gelince Şehzade Ahmet'i koruyacağına
dair vicdanında yeminler ediyor, sonra yeniden adamların aynı sorularına
muhatap olup aynı türden cevaplar veriyordu:
"Hünkâr ile ne konuştunuz?"
"Devlet işleri!.. Özel bir husus
değil."
"Başka?"
106
"Yeniçeriliğin ıslahı ve kaptan-ı
deryanın düğünü."
"Daha başka?"
"Sadabat'taki kasırlara yapılacak
tamirat, ramazan için narh tanzimi, müneccimbaşının..."
Dayanamamıştı... Dayanması da mümkün değildi...
Bedeninde her hücresinin yırtıldığını, her deri parçasının soyulduğunu, her
kemiğinin eğelendiğini hissettiren bu elmas tozuna dayanılmazdı zaten. Sonunda,
"Okumanız var mı?" sorusuna, laubali bir tavır ile "Hayır ama
seni okutmasını biliriz" cevabını veren esrarkeş serserinin dalgaya
tutulmuş titrek eliyle uzattığı kâğıda bir tek cümle yazıp iade ederken
içindeki bütün öfkeyi kusarcasına haykırdı:
"Sizler bu sırrı bilmeyi hak
etmeyen alçaklarsınız. Bildiğiniz veya bilmeye çalıştığınız takdirde de ölümün
kapınıza erken uğrayacağından hiç şüpheniz olmasın. İşte bu yüzden efendiniz
her kim ise, bu kâğıdı ona götürünüz."
107
19. Sual: - Öldüğünden Emin misiniz?
"Efendimiz!" dedi Tomruk
Emini, belini kamburlaştırıp yerlere kadar eğilerek ve sonra kimse duymayacak
şekilde mırıldandı, "bülbül şakıdı."
"Hileyle mi, zorla mı?"
"Efendimiz, meğer dut yemiş, biraz
zor oldu."
"Ne imiş peki?"
"İşte şu pusulada yazılı
efendimiz."
İbrahim Paşa kâğıdı alırken yeniden
sordu:
"Bana gelesiye kadar kimler okudu
bu pusulayı."
"Ben dahil hiç kimse efendimiz,
görevlendirdiğim kişiler elifi mertek sanan kara cahillerden idiler."
"Öyle olmalı ağa! Bu işler küçük
bir ihmale bile gelmez."
"Elbette efendimiz,"
"Peki, kuşu kafesten uçurdunuz
mu?"
"Beli efendimiz, aldığımız dala kondurduk."
"Kimse görmedi değil mi?"
108
"Merak buyurmayınız efendimiz, ne
kimse onu, ne o kimseyi gördü. Yalnız birkaç zaman sekerek yürüyecek o
kadar."
İbrahim Paşa İshak Efendi'yi fazla
sevmezdi. Birkaç gün evvel padişaha arz ettiği konunun ne olduğunu merak
ediyordu. Rüşvet mi vermişti, yoksa bir görev mi istemişti? Belki de sultana
kendi vezirlik mevkiini sarsacak bir dedikodu yetiştirmiş olabilirdi. Son
birkaç ay içinde akrabaları ve hemşerilerinden pek çok kişiye önemli görevler
vermiş, Anadolu'da kendine sadık adamları
yönetici
konumuna getir- __ __
___
misti. Bunun göze batmasını istemiyor ve
yaptığı atamalar yüzünden padişahın kalbini kırmaktan çekiniyordu.
İki akşam evvelki şen ve şuh mecliste
İshak Efendi'yi gören padişahın birden öfkelenmesi gözünden kaçmamıştı. Tomruk
Emini'nden işin hakikatini öğrenmesini istemiş, o da bu işi dostluğuna
dayanarak değil de çok zaman yaptığı gibi özel bir yöntemle halletme yolunu
seçmişti. Paşa böyle bir yöntemi tasvip etmemekle birlikte önünde cüssesiyle ve
kişiliğiyle kü-Çülüp kulluk bekleyen Tomruk Emini'ni azarlamaya tenezzül
göstermedi. Ama ayağa kalkmasına da izin vermedi. Avucun-daki kâğıdı yavaşça
açıp okudu. Birden dehşetle irkildi. Yüzünün şekli değişti. Öfkelendi. Tekrar
okudu. Hayır hayır, gördüğü yazıda hiçbir yanlışlık yoktu. Hareketleri
asabileşti. Salo-
109
nun içinde gazapla gezinirken sinirinden
elindeki kâğıdı kıvırmaya, buruşturmaya başladı. Bütün hıncını kıvrım kıvrım
ettiği kâğıttan çıkarmak ister gibiydi. Bir ara ondan kurtulmak geçti içinden.
Önce yere atmak istedi. Vazgeçti. Yırtmaya, küçük parçalara ayırmaya çalıştı.
Sonra küçük yırtıkları avucu-nun içinde bir öbek haline getirip sıktığı sırada
gözü hâlâ yerden başını kaldırmamış olan Tomruk Emini'ne takıldı ve yanına
varıp öfkesini kustu:
"Suç delilini kaybetmemiz gerekir
değil mi ağa, aç bakalım ağzını!.."
Tomruk Emini ne olduğunu anlamamıştı.
Yutmakta olduğu kâğıt parçalarında vezir hazretlerini bunca öfkelendirecek ne
yazılı olabilirdi? Eşeklik edip önceden okumadığına pişman oldu. Nihayet
yutkunarak yerden doğrulduğu sırada paşanın zihninde hâlâ okuduğu cümle
yankılanıyordu. Kendini zapt edemeyip sordu:
"Ağa şimdi ne dersin bu işe?"
"Hangi işe efendimiz?"
"Pusulada yazan işe."
"Ben ne yazılı olduğunu bilmedim
efendimiz."
"Yazıyordu ki: Merhum Sultan
Mustafa'nın en küçük şehzadesi Ahmet Sultan halen Galata Tomruğu 'nda mahpus
Kara Şa-hin'dir."
Paşa sözünü bitirdiği sırada Tomruk
Emini bayılacak gibi oldu. Bugünde bir uğursuzluk vardı sanki. Her şey neden bu
kadar kötü gidiyordu? Eğer pusuladaki cümle doğru ise başı belada demekti.
Çünkü aranan Ahmet Sultan, birkaç gün evvel Eyüp Tomruğu'nda yumrukladığı
Şahin'in ta kendisiydi. "Demek bir de 'Kara' lakabı varmış ha!" diye
içinden geçirirken bulaştığı işin ne büyük bir hata olduğunu düşündü. Saltanat
ailesinden birini işkenceye yatırmıştı. Hatta belki ileride hükümdar olacak
birini!.. Öğrenildiği takdirde kendisinden bu-
110
nun hesabının en şiddetli şekilde
sorulacağına şüphe yoktu. Zihnini toparlamaya çalışırken bir başka belayı
hatırladı. Gece işkence ettirdiği İshak Efendi, iki akşam evvelki meclisten
ayrılırken kendini çağırtmış ve Galata Tomruğu'nda 23-24 yaşlarında Ahmet
isimli bir mahpus bulunduğunu, onun durumunu öğrenmek istediğini söylemiş, o da
araştırmak ve cevap vermek üzere birkaç saat müsaade edilmesini arz etmişti. O
birkaç saat dolmadan bu sefer İbrahim'in emriyle istintak için üzerine
adamlarını salmış bu arada Ahmet'i araştırmış idi. İşte bu yüzden şimdi paşanın
da aynı ismi telaffuz etmesi ikinci bir felaket haberi, belki ilkinden daha
büyük bir kâbus gibi çökmüştü üzerine. Kendisinden Ahmet'i isteyen iki kişi
vardı, ikisi de devletin güvenliğinden sorumlu olan vezir ile kazasker. Yukarı
tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal. Üstelik istedikleri de elinde hazır
değildi. Odada sessizliğin hâkim olduğu bir sırada son kâğıt parçasını da
yutmaya çalıştı. Ağzının tadı değişmiş, zehir gibi mürekkep damağını
buruşturmuştu. Midesi bulanıyor, başı dönüyor, bacaklarının dermanı
kesiliyordu. Kâğıdın mı, mürekkebin mi olduğunu kestiremediği bir burukluk
boğazını tahriş ediyor, sanki yakıyordu. Kısık seslerle ak-sırarak boğazını
temizledi. İzin isteyip çıkmak üzereydi ki paşa hükümdarı kast ederek
mırıldandı:
"Ahmet'in birisi yetmezmiş gibi bir
de ikincisi çıktı başımıza. Galata tomruğunu derhal yokla! Şu Ahmet'i bir
görelim."
Tomruk Emini kısık sesle:
"Paşa hazretleri," diyebildi.
"Ne?"
"Paşa hazretleri, biz o Ahmet'i
geçen gün Haliç'te denize düşürdük."
"Ne demek şimdi bu?"
"Efendimiz kendisini bir cinayet suçuyla
Eyüp Sultan Tomruğu'nda sorguladık. Galata Tomruğu'nda işkenceye yatırıp
111
söyletmek üzere naklederken Haliç'te
kayık alabora oldu, denizin dibini boyladı."
Bu son cümleyi o anda öylesine
söylemişti. Kendisini kurtarma ve temize çıkarma isteğinin bir sonucu gibiydi
sanki.
"Öldüğünden emin misiniz?"
"Öyle zannediyoruz efendimiz. Çünkü
ayaklarında taş bağlı idi."
Bu yalanı o anda birdenbire
söyleyiverdiğine kendisi de şaşırmıştı. Devam etti:
"Ve dahi adamlarım, denize düştüğü
yerin çevresinde uzun zaman bekleyip denizi ve sahilleri kontrol
etmişler."
"Kontrol etmişlermiş! HıhL Cesedini
görmeden öldüğünden nasıl emin olursun? Defol karşımdan ve bana ya ölüsünü ya
dirisini getirmeden gözüme görünme!.."
112
20. Sual: Aslan Ağa Tomruk Emini'ne
Neden Gitti?
Kara Şahin ile Topaç Yeye külhandan gün
doğarken çıkıyorlar ve artık ayrı ayrı yerlerde dilenebiliyor, sonra buluşup
birlikte dönüyorlardı. Bol kazanç elde edemeseler bile daha eğlenceli olduğu ve
amaçlarına uygun düştüğü için ikisinden biri mutlaka Sultan Kanuni Muhteşem
Süleyman'ın genç yaşta ölen şehzadesi Mehmet için yaptırdığı cami avlusuna
gidiyor, diğeri Sultan Ahmet civarında Binbirdirek'i kolaçan ediyordu. Böylece
birisi Yeniçeri Kışlası'ndan çıkanları gözetlerken diğeri Çardak
Kahvehanesi'nde gördükleri adamlardan en az birisiyle yeniden karşılaşmayı
umuyordu.
Yeniçeri kışlası Şehzade Camii'nin
çaprazına düşüyordu ve aradan geçen seyrek taş döşeli yol Fatih Sultan
mahallelerinden Kapalı Çarşı'ya, Mahmut Paşa'ya doğru pazar mallarını taşıyan
esnafın güzergâhıydı. Kuşluk vaktinden evvel yük taşıyan merkepler, yüklü
arabalar, çevre köylerden gecenin bir
113
yarısında yola çıkıp kuşluktan evvel
Unkapanı istikametine zerzevat, süt mamulleri, tahıl ürünleri, bal, yağ vs.
getiren köylülerin katır ve merkepleri ile bir anda doluveriyordu. Geçen
köylülerden bu saatte bir şey dilenmenin boşa emek olduğunu artık anlamışlardı.
Onlar pazara getirdikleri malların narhlarını öğleden evvel almak için acele
ederler, bunun için ihtisap ağası önünde kuyruklar oluşur, öğle ezanları
okunurken ağa defterini toplar, köylünün fiyat biçilmemiş malı da elinde
kalırdı. Pazarda hiçbir kimse getirdiği mala kendi aklınca fiyat koyamazdı.
Böyle kaçak satış yapan birisi, daha iki sene evvel satış yaptığı gediğin
önünde yağlı urgana çekilmiş ve cesedi iki gün bulunduğu yerde sallandırılıp
ibret için halka
teşhir edilmişti.
Kapalı Çarşı'ya giden esnaf, sabah
siftah yapmadan sadaka vermeyi düşünmezler, hatta yanlarına yaklaşan
dilencileri küfürler ederek azarlayıp kovarlardı. Kışladan çıkan yeniçerilerden
ise bir şey dilenmemek gerektiği zaten şehrin bütün dilencileri tarafından
bilinirdi. Kadıdan davacı olmak ne derece boş umut ise şehrin dilencilerinden
haraç toplayan yeniçeriden bir şey istemek de o derece gereksiz idi. Velhasıl bu
taşlık yolda sabah sabah elleri para keselerine uzanan yolcular, Babıâli
istikametine giden efendilerden ibaret kalırsa da bahşişleri bolca oluyordu.
Çoğu, güne bir hayır işleyerek başlamanın uğuruna inanan bu adamlar devletlû
ağa veya efendilerden idiler ve rütbelerine göre kimisi seyislerin idaresindeki
landolarıyla -faytona benzeyen bu arabalar iki yıldır çok revaçta idi-, kimisi
küheylan sırtında, kimisi maiyetlerindeki adamlarıyla birlikte bir kafile
halinde geçerlerdi. Osmanlı devletini idare eden bu adamların teşrifat ile
geçişleri şehrin üzerine bir payitaht kimliği verir ve onlar geçerken halk
yoldan açılır, kimisi bellerinden eğilerek, kimisi başlarını bağırlarına
yatırarak, kimisi de ellerini yerlerde sürüyen kallavi temenna-
114
lar ile efendilerini hürmetle selamlar,
göze çarpmak için fırsat ararlardı. Bu sırada halk geri çekilir, yol açılırdı
ki bir dilenci için iyi bir fırsat demekti. Külhandaki tecrübeli kardeşlerin
söylediklerine göre ne istenecek ise o anda istenmeliydi. Kara Şahin o sabah yine
fırsatını bulup kendini ağalar, efendiler kafilesinin önüne attı:
"Şey'en lillah!.. Kulunuza bir
ihsan!"
Başını kaldırdığı an dünya birden
gözlerinin önünde dönmeye başladı. Aman Allahım!.. Bu baktığı yüz? Bayılacak
gibi olmuştu. Hızla başını yere eğdiğinde ise kalbinin hepten duracağını sandı.
Kulaklarında bir ses çınlıyordu:
"Galata Tomruğu'nda kendi ellerimle
içini dışına çıkartırım da akıl denen şeyin ne tür işkenceler icat edebildiğine
şaşırırsın! Seninle Galata Tomruğu'nda hesaplaşacağız].."
Şimdi başını omuzları ile ellerinin
arasına gömmüş kınlarından çıkacak hançerlerin sesini ve sonra da omuzlarında,
bedeninde açacakları rahneleri bekliyordu. En azından ortalığı birbirine
katacak bir haykırış, "Bre katili siyaset edin!" türünden bir emir
bekliyordu. Tam o andaydı. Ölümü beklediği o anda. Hemen birkaç arşın ötede
genç bir kadın çığlığı duyuldu.
"Hırsız var!.. Hırsııız!... Yetişin
ağalar, aranızda helal süt emmiş kimse de yok mu?"
0 anda bir sahtiyan çizme ökçesiyle
omzuna şiddetle vurulduğunu hissetti:
"Çekil bre uğursuz miskin!.
Falakaya yatırtmadan toz ol gözümün önünden!.."
Kara Şahin, yere yığılıp kalmıştı. Allah
kendisine acımış, birinin hırsıza yakalanmasını bir başkasının kurtuluşuna
çeviri-vermişti. Kendini toparlamaya başladığı sırada içi daha da rahattı.
Çünkü aklında yüzünün artık eski yüz olmadığı, kaslarındaki değişikliğin
çehresini iyiden iyiye değiştirdiği inancı pekişmişti. "Teşekkürler sana
Macar hekim! Ey büyük usta!" di-
115
ye haykırmak geldi içinden. Sonra da
mırıldandı; "Yürü oğlum Şahin! Daha iki hafta evvel suratına yumruklar
atan Tomruk Emini bile seni tanıyamıyorsa artık korku yok sana!" İçinden
cümlenin devamını getirirken kendinde bir güven hissetti: "Sokaklarda
dolaşırken fazla tedirginlik duymama gerek yok*
artık!"
İçinin sesi kalbini inandırmış gibiydi.
Yumruklarını bir zafer kazanmışçasına sıktı. Ardından derin bir nefes aldı.
Ayağa kalktı. Uzaklaşan belaya baktı. Ama o da ne? Tekmesini yediği Tomruk
Emini'nin arkasından koşar gibi giden şu iki adam!.. Aman AllahımL Hem ona
yetişmeye çalışıyor, hem telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyorlardı. Evet,
yanılmıyordu. Çardak Kahvehane-si'nde gördüğü ızbandut yeniçeri çorbacısı ile
kayınbabası Aslan Ağa. Ama çok garip!.. Aslan Ağa neden çarşı gediklisi bir
esnaf kılığında dolaşıyordu ki? Yenibahçe Konağı'na içgüveysi gittiğinde,
Nakşıgül'ün babası bir bezirgan değil miydi? Kafası karışmıştı. Ama şimdilik
buna şaşıracak durumda değildi. Bir kez daha derin nefes alırken kendisine de
lanet okudu. Çünkü yeniçeri kışlasından çıkanları takip etmesi gerekirken sabah
sabah dilenme telaşına düşüp hem başını belaya sokayazmış, hem de asıl görmesi
gerekenleri gözden kaçırmıştı.
Kendini bir kenara çekip sıra
sütunlardan kırık olan birinin üzerine oturdu. Hiçbir şeye anlam veremiyordu.
Nakşıgül'ün ölümünden sonra Aslan Ağa'nın işleri mi bozulmuştu? Eğer öyle ise
şimdi neyle meşgul idi? Balıkçılara mahsus şu turuncu potur ile başındaki
zolatayı neden giymişti? Yoksa ığrıp ile balık avlayan fukara zümresine mi
karışmıştı? Birden içini bir acıma kapladı. "Zavallı Aslan Ağa! Benim
yüzümden başına gelenlere bak!" diye mırıldandı içinden. Muhtemelen ailesi
de zor durumda olmalıydı. Yenibahçe'deki konak da artık var olmadığına göre...
Peki konak nereye gitmişti?!.. "ÜüüffL Aklıma mukayyet ol AllahımL"
116
Yeniden derin nefes aldı. Çevresine
bakındı. Aslan Ağa'yı hu halde görmekten son derece rahatsız olmuştu. İyi de
Çardak Kahvehanesi'nde gördüğü bu adamla şimdi ne gibi bir ilişkisi olabilirdi
ki? Tomruk Emini ile ilişkisini anlayabiliyordu; muhtemelen kayınbabası kızının
katili olan eski damadı hakkında bilgi edinmek istiyor, ölü veya diri
olduğundan bir haber soruyordu. Eğer durum böyle ise bu suratsız yeniçeri
ze-bellahının konuyla ne ilişkisi vardı? Aslan Ağa kızının katilinin
bulunmasını istemekte çok haklıydı. Tomruk Emini'ni karakolun içinde veya
dışında, nerede görse bu konuyu soruyor olmalıydı.
Neden sonra ani bir kararla yerinden
fırladı ve peşlerinden ilerlemeye başladı. Her üçünün konuşmalarındaki
samimiyet ile tekellüfsüz davranışlar ta uzaktan dikkatini çekmişti. Aslan Ağa
neyse de yeniçeri ile Tomruk Emini arasında bir ast-üst münasebetinden ziyade
bir arkadaşlık, belki çıkar dostluğuna varan bir laubalilik seziliyordu.
"Keşke Yeye yanımda olsaydı!" diye düşündü bir an, "Ben Aslan
Ağa'yı takip ederken yeniçeriyi gözden uzak tutmaz, belki konuşmalarını
duyabilirdi!"
Bayezit Meydanı'ndaki Kazasker Kapısı'na
kadar peşlerinden gitti. Burası Eski Saray'a bitişik iki katlı taş bir bina
idi. Tomruk Emini haftanın üç günü buradaki dairesinde çalışır, diğer üç günde
de Bilad-ı Selase adıyla kendisine bağlı olan Üsküdar, Eyüp ve Galata
tomruklarını gezer, asayişi temin ile asesleri teftiş ederdi. Üçü birden içeri
girdiler.
Kara Şahin onları beklemesi gerektiğini
düşündü. Kendisine bir köşe bulup dilenmeye başladı. Ne kadar gerekiyorsa o
kadar bekleyecek ve Aslan Ağa'yı takip edecekti. Hatta bir fırsat düşer de
tenha bir yere yolları uğrarsa bütün cesaretini toplayıp konuşmayı bile
kafasına koymuştu. Neden sonra onun kendisini tanıma ihtimaline karşı bu fikrinden
vazgeçti. Kalbinde bir hüzün ve acı vardı; "Zavallı adam, Nakşıgül'ün
117
acısıyla kimbilir neler çekmiştir?"
Birden kendi durumunu hatırladı. Sanki kendisi ondan daha mı iyi idi? Hatta
ondan ziyade üzülmüyor muydu? Üstelik buna bir de sevdiği kadının katili
zannedilmenin ağırlığını ilave etmeliydi. "Nerdesin Topaç!" diye
yeniden hayıflandı. Eğer o yanında olsaydı Aslan Ağa'yı ona havale eder,
ağzından laf aldırır, Yenibahçe'de ortadan kaybolan konağın sırrını
sordurturdu. Belki konuştukları şu yeniçeri de olup biteni biliyordu. Yoksa onu
mu takip etmeliydi? Ama onun kaldığı yeri nasıl olsa biliyordu; gerekirse kışla
kapısında onu yeniden bulurdu. Ama ya Aslan Ağa!.. Ah, Aslan
Ağa ah!...
Öğlen güneşi bulutların arasında
kaybolduğu ve Bayezit Camii'ne doğru sert bir rüzgârın estiği sırada dört el
iki kolundan kendisini tutup apar topar sürüklemeye başladılar. Bir günde aynı
yakalanma korkusunu ikinci defa duymanın ağırlığı altında kaderine teslimiyet
gösterdi ve hiç direnmedi. Aseslerden korkarak Aslan Ağa'yı beklerken, Kazasker
İshak Efen-di'nin muhtesipleri arasında sürüklenip gitti.
118
21. Sual: - Kestiğin Başı Niçin Bana
Gönderdin?
Bindallı Mahmut Çavuş, büyük bir
şaşkınlık içindeydi. Derdest edilip huzura getirildiğinde ikindi vaktinin
rutubetli sıcağı, yerini akşam serinliğine bırakmaktaydı. Daha üç gece evvel
yüzünü peçe ile örtüp konağa yemiş sepetini teslim ettiğinde, bu kadar kısa
sürede huzura çağrılacağını elbette hiç tahmin edememişti.
Damat İbrahim Paşa, meşşatalar, terziler
derken Galata bıçkını bu zebellah Çavuş hakkında bir araştırma yaptırtmış bin
bir suçunu bulmuştu. Çubuğundan çıkan dumanların gözünü yakmasına aldırmadan
karşısındaki adama dikkatle baktı. İçinde şiddetli fırtınaların estiği her
halinden anlaşılıyordu. Mahmut Çavuş onun bu halini görünce hücrelerine
varasıya dek dehşetle ürperdi. Renkten renge, halden hale girdi. Paşa bir
müddet hiç konuşmadı. Karşısındaki adamın sinirlerini yıpratmak, onu zihnen
yormak, ruhunu çökertmek istiyordu. Pencereden dışarılara baktı. Sanki salonda
yalnız başına imiş
119
gibi hareket ediyor, öyle davranıyordu.
Uzunca bir bekleyişten sonra gayet sakin, hiçbir öfke hali göstermeden, bir
arkadaşıyla sohbet edermiş gibi sordu:
"Canım çorbacı! Oyuncakçının
karısını nettin?" Mahmut Çavuş, böyle bir cümleye muhatap olacağını
sanmıyor, en azından, önce istintak edileceğini ve yaptıklarını inkâr yoluyla
kelleyi kurtarabileceğini umuyordu. Karşısındaki adam "Son iki günde
neredeydin? Bir cinayet zanlısı olarak seni çağırttım, suçlu musun? Kesik baş
ile bir alakan var mı?" gibi pek çok soru dururken doğrudan doğruya
"Oyuncakçının karısı"nı soruyordu. Bu soru onun daha evvelden kurduğu
bütün planlarını bozmuş, veziri faka bastırıp kahvehane arkadaşlarına övünme
payı bırakmamıştı. Oysa neler hayal etmişti. İstanbul bu cinayet ile
çalkanacak, halk her yerde vezirin acizliğini konuşacak, tiryakiler, ayyaşlar
arasında devlet emniyetinin kalmadığına dair yeni sohbetler başlayacak, o
sırada Mahmut Çavuş da arkadaşlarıyla girdiği iddiayı kazanacak, vezirin akılsızlığını
ispat etmiş olacaktı. Oysa şimdi o adam karşısında çubuk tüttürüyordu. Sakin
tavrı ve yumuşak sesiyle de sırrını bütün teferruatıyla aşikâr ettiğini
anlatmaya çalışıyordu. İş bu noktaya gelmişken yalan söylemenin bir menfaat
sağlamayacağını fark etti. Açık cevap vermeyi yeğledi:
"Üç hafta önce kestim, bal
torbasında sakladığım başını da yıkayıp dört gün önce sana getirdim..."
"Ya niçin bu işi eyledin?"
"O, erini koyup yanıma gelmişti.
İlla ben sokağa çıktıkça başka oynaşlar peydahladı. Suçunu sezdim ve cezasını
elimle verdim."
"Ya başını niçin bana
gönderdin?"
"Sana akıllı bir vezirdir, ölüleri
söyletir, kuşları dillendirir, casuslukta istihdam eder dediler. Hakikat midir,
sınamak istedim."
120
"Peki şimdi inandın mı?"
"Hem de bütün hakikatiyle devletlûm.
Elhak, ömrün uzun 0]Sun, akl-ı evvel bir vezir imişsin. Bu devlete de senin
gibisi yaraşır-"
"Peki, "Âkil olan, âdil
olur" dediklerini de duydun mu?"
"?!.."
Vezir sözlerinin burasında ayağa kalktı,
odada öfke ile dolaşmaya başladı. Yumruklarını sıkıyor, ayakları tahta zeminde
ürkütücü sesler çıkartıyor, yaşından beklenmeyecek zindelikte hareketler
yapıyor, çevresine korku yayıyordu. Kapıda bekleyen muhafız esas duruşa geçti.
Paşanın böyle hallerinde ateş püsküreceğini daha önceki tecrübeleriyle biliyordu.
Nitekim beklediği gür sesi duymakta gecikmedi: "İmdi ne yapmamı beklersin
Bindallı?" Bindallı Mahmut Çavuş o koca heybetine rağmen bir çocuk gibi
küçülmüş, korkmaya başlamış, bacakları titrer olmuştu. Hayatında çok kereler
tehlikeler atlatmış, ölümle burun buruna gelmişti, ama hiçbir vakit içini
böylesine bir dehşet kapla-mamıştı. Korkusu ölümden değildi, hayır, ölümle oyun
oynayacak gözüpeklikte idi; ama nedense vezirin heybetinden ürkmüştü. Sesi
inceldi, titredi:
"Devletlûm, bu işte ben aldanmışım.
O kahpe bana sadakat göstermedi. Cezası zaten bu olacaktı. Benim elimden oldu;
mazur ve mağdurım."
Paşa bu sözlerin hepsine okkalı cevaplar
verebilir, başkasına sadık kalmayandan sadakat beklemenin beyhudeliğini
anlatabilir, en azından aklınca kanun yapıp tatbik etmenin şeriatı uygulamak
olmadığını söyleyebilirdi. Gerek görmedi. Şeyhülislam efendiye bir fetva
yazdırttı ve ömür boyu tutuklu bulundurulmak şartıyla, azılı haydutların
çığlıklarıyla dolu gecelerin içine, Tersane Zindanı'na gönderdi. Muhafızların
arasında bahçe kapısından çıkarıldığını gördüğü sırada mırıldandı: "Mazur
ve mağdur imiş!.. HıhL"
121
22. Sual:
Mezarlıklar Şehrin Yalnızca Ölülerini mi
Saklar?
¦
Taze toprak kokusunun ölüm kokusu da
demek olduğunu ilk defa fark ediyorlardı. Topkapısı'ndan başlayarak Bizans
surları dışındaki kabristanların neredeyse tamamını dolaşmış, bütün yeni
mezarların başucuna geçici birer şahide gibi dikilmiş tahta parçalarının
üzerlerindeki isimleri okuyor, Nakşı-gül'ün adına rastlama umuduyla koşuşturup
duruyordu. Rastladığı iki mezar kazıcıdan sormuş ama bir netice alamamıştı.
Mezarlıklar arasında dolaşırken Kara Şahin'in aklında neler vardı neler!.
Tomruk Emini'ne yakalanma ve ölüm tehlikesini atlatalı iki hafta oluyordu. Ama
korkusu ve anısı henüz zihninde taptazeydi. Öyle ya, kazasker kollukları
tarafından yakalandığında sanki ölüm kapısını yoklamıştı. Bu seferki
yakalanışın, sadrazamın emriyle şehirdeki dilencilerin tamamına yönelik bir
temizlik harekâtı olduğunu öğrendiği sırada iki kere sevinmişti. Birincisi, canı
emniyetteydi; ikincisi, Yeye de kendisi ile
122
aynı kaderi paylaşacaktı. Her şeyleri
birbirine benzeyen yüzlerce dilenci arasında hemen onu aramaya koyuldu. Ararken
taşıdığı heyecan ve tedirginlik, biraz da onu kaybetmenin kendisi için çok ağır
bir darbe olacağını ortaya çıkarmıştı. Dünyada kendisine ait olan ve kendisini
ait hissedebildiği tek kişiydi o. Topaç Yeye onun hayatının en önemli
varlığıydı; onu bu-lasıya kadar buna inanmıştı.
Yelkenleri yeni değiştirilmiş bir
kalyona bindirilip Marmara'ya açıldıklarında kaderlerini bilmiyorlardı. Meğer
İbrahim Paşa her üç ayda, dilenciler için böyle bir gemi çıkartır, birkaç
sopadan sonra bir daha dönmemek üzere Mudanya veya Te-kirdağf ında sahile
döktürür, onlar da gelebildikleri en yakın yoldan tekrar şehre gelirlermiş.
Bilhassa kutsal üç aylarda şehrin dilencilerinde büyük artış olur, kanun
adamları bu sahte dilencileri cezalandırmak ister, ancak şeyhülislam efendi bu
yolda fetva vermediği için şehirden sürüp çıkarma yolu tercih edilirdi.
İstanbul'a gelmenin izne tabi olması ve yabancıların bile mürur tezkiresi
gösterme mecburiyetinin bulunması, dilencilerin yeniden şehre girmelerini
zorlaştırıyor, böylece İstanbul halkı bir müddet olsun serserilerden kurtulmuş
oluyorlardı.
Heyecanlı bir yolculuk olmuştu. Usta
dilencilerden mesleğin inceliklerine dair sırlar öğrenmişler, deniz tutan
meslektaşlarına yardım ederken denize düşme tehlikesi atlatmışlar, iki gün
boyunca yarım somun ekmekle idare etmişler ve üzerlerindeki her kuruşu
gemicilere kaptırmışlardı.
Sadrazam İbrahim Paşa'nın dilenciler
deresini başından bağlamak istemesi Kara Şahin ile Topaç Yeye'ye iki haftadır
yol teptiriyordu. Dağda, belde, ıssız yerlerde ve ayaz gecelerde yol almak hem
tehlikeli, hem de çok zor idi. Bu yüzden Çorlu. Kumburgaz, Küçükçekmece kervan
güzergahıyla İstanbul'a ulaşmaları tam on gün almıştı. Yağmur mevsimi geliyordu
ve
123
kış bastırmadan İstanbul'a gelmeli,
külhana ulaşmalıydılar.
Uzaktan surlar göründüğünde şehre hangi
kapıdan ve nasıl gireceklerini düşünmeye başladılar. Bir fırsatını kollamak,
belki şehre yük götüren bir köylü ile anlaşmak üzere Mevlana Ka-pısı'ndaki
mezarlıkta oyalanmaya başladıkları sırada Kara Şa-hin'in aklına Nakşıgül'ün
mezarını bir de burada arama fikri geldi. Öyle ya onu belki de buraya
gömmüşlerdi ve hatta gömenlerden birine ulaşabilirse belki bir bilgi elde eder,
hiç olmazsa cenazeye katılanların düşünceleri hakkında fikir sahibi olurdu.
Yeye bu fikrin pek parlak olmadığını söyledi. Gece olmadan şehre girmek ve
külhana varmak lazımdı. Şehre girdikten sonra günübirlik çıkış ve giriş zaten
kolaydı. Kapı muhafızları mezarlık ziyaretçilerine her zaman izin veriyorlardı.
Mezarlıkta beklemek de, gezinip taşlar
üzerinde Nakşıgül adını aramak da ruhlarına dokunmuştu.Yeye, "Bir şehrin
anılarını en iyi mezarlıkların saklıyor!" diye bir bahis açtı ve devam
etti:
"Şehirlerin tarih boyunca gördüğü
düşler işte şu mezar taşlarında tek tek kaydedilmiş duruyor."
"Evet Yeye!.. Nakşıgül bunlar
arasında bir hatıra olacaksa onun yakınında bulunmayı bahtiyarlık sayar, hemen
can verebilirim."
"Senin gibi, benim gibi kaç âşıkın
gerçek tarihi bu taşlarda kayıtlıdır bilebilsek!.. Okunacak hiçbir hikâye,
hiçbir mesnevi, hiçbir şehir tarihi veya haltercümesi kitabı insanlara şu
mezarlar kadar içli, onlar kadar sahici bir hikâye anlatamıyorlar. Bu taşlar
hikâyenin ta kendisi gibi duruyor. Baksana, Şahin Ağam, kimisi yatık, kimisi
yorgun, kimi kırılmış ve kimi diğerine yaslanmış, zamana direnmek
istiyorlar."
Kara Şahin Topaç Yeye'yi ilk defa
ciddiyetle ve hayranlıkla dinliyordu. Bu çocuğun çok zeki olduğunu biliyordu
ama düşüncelerindeki derinliği bugüne kadar fark ettiği söylene-
124
mezdi. Zaten çok konuşmuyordu. Hele
"Senin gibi, benim gibi kaç âşıkın..." cümlesi içini burkmuştu. Bu
çocuk âşık mıydı? Eğer öyle ise neden hiç kendisine bir şey anlatmıyordu? Bunca
şeyi nereden biliyordu? Mezarlık sohbeti uzayacağa benziyordu:
"Yeye!.. Sen okuma yazma biliyor
musun?"
"Elbette Şahin Ağam; ben bir sürü
kitap okudum."
"?!.."
Kara Şahin susmuş, utanmıştı. Onu
yeterince tanımadığı için utanmıştı. Yeye konuşmaya devam ederken gözünde
büyümekle kalmıyor, onu hakkıyla tanımamış olmasından dolayı da mahcupluk
duyuyordu.
"Mesela şu mezar taşlarına yazılı
şiirler... Kimbilir hangi şair söylemiştir? Onun dizelerini bu taşlar üzerine
kazıyan ustalara ne demeli?!.. Zanaatlarındaki maharet yüzyıllarca yaşayacak.
Kim bilir işlerine ne derece önem veriyorlar, çekiç veya keskilerini taş
üzerinde gezdirirken talik veya sülüs hatların zarafetini nasıl
benimsiyorlardı. Mezar taşı deyip geçmemeli yani!.."
"Yeter Yeye!.. Bu kadar sevdiysen
yatıver birinin içine!.."
Yeye, bir anda kendini, Şehnaz uğruna
feda olma imtihanında gibi hissetti. Şehnaz'sız bir hayattan ölüp kurtulmanın
mı, yoksa Şehnaz'ı başkalarıyla yaşarken düşünmek gibi ağır bir yükün mü daha
ağır sorumluluk olduğunu düşündü. Ve elbette mezara yatıp kurtulma fikrine
sarıldı. Şehnaz bir gün gelip kendisi için ölmesini istese şüphesiz gözünü
kırpmadan ölüme atılırdı, ama sahi o böyle bir şeyi kendisinden ister miydi.
Sonra "Keşke istese!" diye geçirdi içinden. Leyla eğer Mec-nun'dan
bir şey isterse vermemesi mümkün müydü? Eski bir kitapta okuduğu hazin bir
hikâyeyi hatırlamıştı. Sevilen sevenden bir şey isterse vermezlik olmazdı.
Mecnun, yeter ki Leyla'nın dilediği şeyin ne olduğunu bilsindi!..
125
Kara Şahin, Topaç Yeye'nin sustuğu
sırada kendi sesinin tonundan dolayı mahcup olmuştu. Gerçi "içine
yatıver" cümlesini gülerek ve şaka yollu söylemişti ama bunun altında
Yeye'nin kendisinden çok şey biliyor olmasına karşı gizli bir tepkinin olduğunu
ikisi de fark etmişti. Kendisini rahatsız eden şey, istemeyerek de olsa bunu
ses tonuna yansıtmış olmaktı. Öte yandan Yeye, dünyadaki biricik dostunu
istemeyerek de olsa gücendirdiği için üzülmüştü. Yaşça büyük olanın bilgide de
büyük olma anlayışına aykırı düşmüştü. O anda bir karar verdi: Şahin ona
sormadığı müddetçe fikrini söylemeyecek, sabredebilirse susma orucu tutacaktı.
Oysa yalnızca şu mezarlar üzerine bile ne çok şey konuşurlar, bu arada
oyalanır, şehre giresiye kadar yararlı vakit geçirirlerdi. Taşların üzerindeki
Rumi çiçek motifleriyle akantus yapraklarını bir mücevher buketi gibi
demetleyen ressamlardan, ölen kişinin adıyla sanıyla tarihini düşürüp kitabe
hazırlayan şairlerden, bu kitabeleri yazan hattatlardan, bütün bu sanatçıların
emeklerini taşa kazıyan ustalardan bahsederek ne derece tatlı sohbetler
edebilirlerdi... Kimi fakir, kimi zengin, kimi genç, kimi yaşlı insanlar...
Bazısı ana, kardeş; bazısı sevgili, bazısı eş... Neler neler
anlatılabilirdi?!... Yeye sustu, hiçbir şey söylemedi. Ve Şahin'i gücendirmemek
için bundan böyle on dört yaşında bir çocuk olmaya karar verdi. Kara Şahin ise
bir gün, aşka dair o imalı sözlerinin arkasını getirmesini beklemek üzere bu
bahsi kapalı tutmayı yeğledi. Yine de kabristanda oturup beklerken ölüm bütün
çıplaklığıyla gözlerinde canlanır gibi oldu. Burada oyalanmak zorundaydılar ve
çevrelerini saran bunca şahide var iken ölümü düşünmeden edemiyorlardı. Onun,
acı olduğu kadar doğal, ürkütücü olduğu kadar alışılmış, kovulmak istendikçe
kucaklanan bir gerçeklik olduğunu işte orada anladılar. Hatta Yeye, İstanbul'un
mezarlıksız eksik kalacağını bile düşündü. Aslında her şehir kabristanlarıyla
birlikte iki şehir sa-
126
yılırdı. İstanbul, yanı başında kendi
macerasını tamamlayan dU ikinci şehir tarafından daima eksiltilmekte, belki ona
dünyalı olduğunu, fani olduğunu söyleyip durmaktaydı. İç içe geçmiş, birbirine
karışmış iki ırmak gibi hayatlar akıyordu bu iki şehirde. Birinin akışı
diğerine doğru, onu besleyip durmaktaydı. İnsanlar farkında olsa da, olmasa da
bu iki şehir arasında her gün sessiz gidişler veya tantanalı geçişler oluyordu.
Öylesine yakın, öylesine iç içe iki şehir. Ama onca iç içelik içinde tarifsiz
bir uzaklık vardır aralarında. Ölümle hayatın yakınlığı, ölümle hayatın
uzaklığı kadar...
Kara Şahin bu uzaklığın gitgide artmakta
olduğunu ancak gün inerken fark etti. Hayatla ölüm arasındaki uzaklığı
kalplerden gözlere indiren bir faaliyet sürüyordu çünkü bütün kabristanlarda.
Nerede taze bir mezar kazıldığını sorduğu Ermeni taş ustaları yapıyordu üstelik
şimdi bunu. Bizans surlarının dışında ne kadar kabristan var ise hepsinin
çevresine göğüs hizasına yükselttikleri duvarlar örülüyordu. Bu duvarların
ölümü hayattan biraz daha uzaklaştıracağını, belki iki şehir arasındaki
köprüleri yıkacağını düşündü. Kabristan bir yol uğrağı, bir güzergâh olduğu
müddetçe insanların ölüme sıcak bakmaları, onu tabii bulmaları ve ona göre
davranmaları kolay idi. Ama araya duvarlar örülünce mesafeler de açılırdı.
Kimin emriydi, gelenekte olmayan bu usulü kim çıkartmıştı, bilmiyordu. Belki de
Vezir İbrahim Paşa'nın şehri imar faaliyetlerinden biri de bu olsa gerekti. Bir
an daha sonraki insanların bu duvarları göz hizasından yüksek örme yoluna
sapmalarından korktu. Bu, ölümü tamamen gizlemek, hayattan tamamen ayırmak
anlamı taşırdı ve insanların ölümden korkma duygularını arttırırdı.
O gün, sevdikleri şehre uzaktan bakarak,
ölümle hayat arasında gidip gelirken ayakları bütün mezarlıkları dolaşmış,
duvar ustalarından mezar kazıcılara varasıya kadar herkese ye-
127
ni kazılmış mezarların yerleri ile
kimlere ait olduklarını sormuş, hiçbirinden bir taze gelin veya genç kız
ölümüne dair bilgi alamamışlardı. Peki o halde Nakşıgül'ün parçalanan cesedini
kim nereye gömmüş olabilirdi? Aile de konakla birlikte ortadan kaybolduğuna
göre mezarının yerini kim bilebilirdi? En azından kim salını taşımış, talkınını
hangi hoca vermiş, kim başında Kuran okumuştu? Bunlar, nikâhını kıydığı halde
kendisini tanımayan mahalle imamına da sorulamazdı elbette?
Kara Şahin'in aklına son bir çare geldi.
Şehrin ölüm kayıtlarının tutulduğu kadı sicillerine bakmak veya baktırmak!..
"Evet! Bir gün bunu yapmalıyız; ama önce şehre girmeliyiz!" diye bir
karar aldığı sırada bekledikleri fırsatın ayaklarına gelmekte olduğunu gördü.
Akşamın ala karanlığı çökmek üzereydi. Mezarlıkların Yahudiler ve Ermeniler'den
oluşan duvar işçileri kazma-küreklerini toplamış, Mevlana Kapısı'ndan şehre
girmek üzere büyük bir gürültüyle yaklaşıyorlardı. Şakalar, küfürler,
şikâyetler ve kavgalar kafilesine onlar da takılıp surları aştılar. Kapıdan
geçtikleri sırada muhafızlardan biri içerdeki çavuşa tekmil veriyordu:
"Seherde mürur eden çıfıt
tayifesinden yirmi yedi amele avdet ettiii!.."
Kendilerinin yirmi dokuz kişi olduğunu o
çıfıt tayifesi de bilmiyordu.
ili
-derkenar-leyla'nın dilediği
Mecnun bir fırsatını buldu, Leyla ile
baş başa kaldı. Leyla da ondan bir dilekte bulundu:
"Ey âşık! Neyin varsa
getir!.."
"A ay yüzlü!.. Senin aşkınla ne
suyum kaldı, ne kuyum-Ne ciğerimde azıcık kan, ne geceleri gözümde uyku. Aşkın
128
aklımı yağmaladıktan sonra her şeyim
birer birer gitti. Şimdi sahip olduğum tek şey yaralı bir kuşa dönmüş canım.
Senden bir emir bekliyorum. Ver dersen hemencecik vereyim."
Leyla güldü bu sohbete. Sonra sitem
etti: "A yiğit!.. Ben senden bunu ne vakit istersem alırım, başka neyin
var?!.."
Bu söz üzerine Mecnun biraz düşündü,
bakındı, arandı. Sonra birden hatırlamış gibi partal giysilerinin eprimiş
yakasından çıkardığı bir iğneyi Leyla'ya sundu:
"Vallahi varlık âleminde malik
olduğum tek şey işte bu. Bundan başka hiçbir nesneye sahip değilim. Bunu
taşımamın sebebi ise yine sensin a gönlümü alan!.. Çölde, ovada, dağda, kırda
senin hayalini izlerken çok düşüyorum; dikenler ayağıma batıyor. Bu iğne onları
ayağımdan çıkarmak için."
"işte ben tam da onu arıyordum.
Aşkta gerçek isen, bu iğne sana nasıl layık oluyor, a perişan âşık!..
Bencileyin bir güzelin peşindeyken ayağına diken batsa o dikeni çıkarmak doğru
olur mu? Eğer o dikeni çıkarırsan seninkine vefa derler mi?!.. Sevgili yolunda
ayağına diken batan âşık, onu elbisesine takılmış bir gül görmeli değil midir?
Gül dikeni, bir gül elde etmek için her yıl dikenlere sabrediyor da sen gül
fidanından da aşağı mısın ki ayağında bir dikene sabredemiyor, onu iğneyle
çıkarıyorsun? Leyla'nın aşkıyla ayağına batan diken, onun başkalarına armağan
edeceği yüzlerce gül demetinden daha değerli değil mi yoksa?"
129
23. Sual: Bir Lale Soğanı Yüz Elli Altın
Eder mi?
Can Kuyusu'nun başında oturan üç kişi
birbirlerini tartarak konuşuyorlardı:
(...)
"İki yıl evvel yeni bir deneme
yaptım, tek soğandan ikiz soğan üretip nadir laleleri çifter çifter yetiştirmek
istiyordum. İlk elde ettiğim ikiz soğanı Vezir İbrahim Paşa'ya takdim ettim.
Meğer o da bunlardan birini Fatma Sultan'a, diğerini eski gözdelerinden
cariyesi Dilnüvaz'a armağan olarak sunmuş. Bahar gelince her iki soğan da aynı
çiçeği verince Fatma Sultan bunu kendisine hakaret addedip veziri sultanımız
efendimize şikâyet etmiş. Haşmetmeab ben kullarını çağırdılar. Vardım. Macerayı
anlattım. Başarımdan çok hoşnut oldular. Bir mik-dar benimle sohbet tenezzülünde
bulundular. Sözün sonunda da hiç kimsede olmayan siyaha çalan koyu mor ikiz
soğan üretip üretemeyeceğimi sual buyurdular. Ben de 'Bi-iznillah ba-
130
harda sarayınız bahçesinde açarlar!'
dedim. Bana bahçeye dikmeyeceğini, birini Felemenk, diğerini Avusturya
krallarına hediye göndereceklerini söylediler. Hatta bunun için ben kullarına
iki kese altın ihsan buyurdular. Önceleri her şey yolunda gitti. Ne çare,
soğanları saraya teslim etmeye giderken yolda başıma işler geldi. Amansız evbaş
ve kallaş sergerdeler üzerime çullandı. İstedikleri soğan idi ve aldılar. Senin
o serserilerden biri olmadığın belli. Lakin elindeki soğan onlardan biri.
İstersen yüz elli altına satın alırım. Ama bir şeyi söyle bana, bu soğan senin
eline nasıl geçti?"
Kara Şahin bu adamı sevmişti. Ama
sırlarını da kimse ile paylaşamazdı. Hem ona ne söyleyecekti ki? Gerdek
gecesinin şafağında karısını parçalamak suçundan arandığını mı, yoksa Tomruk
Emini'nin elinden kaçan idamlık bir mahkûm olduğunu mu, Osmanlı ülkesinde suç
sayıldığı halde ameliyatla kaşlarında değişiklik yaptırttığını mı, yahut
Gedikpaşa Hamam Külhanı'nda barınan dilenci veya hırsızlardan biri olduğunu mu?
Sahi birisi sorsa hangi kimliği veya suçuyla itirafta bulunacaktı? Bunlardan
birini söylese Hafız Çelebi ona inanır mıydı? Gerçi sözlerinden, hırsızları ele
geçirdiği vakit cezalarını verme yanlısı olduğu anlaşılıyordu ama bunun için
bir külhan dilencisiyle işbirliği yapacak da değildi. Üstelik bu anlattıklarına
göre soğanın peşine başkaları da düşebilirdi veya düşmüştü. Öğrendikleri ise
kendi durumunu bir kez daha tehlikeye sokuyor, peşindekilerin sayısını
arttırıyordu.
Hafız Çelebi temiz yüzlü bir adamdı ve
çehresinden, yalan söyleyemeyecek kadar berrak bir kalbe sahip olduğu
okunabiliyordu. Kara Şahin onun sorusuna ne cevap vereceğini bilemedi.
Telaşlandı. Sanki boynunda fıtık varmış gibi başıyla bir yarım daire çizdikten
sonra tam ağzını açacağı sırada Topaç Yeye -susma orucunu da bozarak- bir karşı
soru ile durumu kurtarmaya çalıştı:
131
"Bir lale soğanının yüz elli altın
edecek nasıl bir değeri olabilir ki?"
Yeye, öylesine sorduğu bu sorunun daha
sonra hayatını derinden etkileyeceğini ve ruhunu güzellikler adına
dönüştüreceğini bilmiyordu. Bu sorudan sonradır ki Hafız Çelebi onun hayatında
önemli bir yer tutacak ve eşyaya bakış açısını değiştirecekti:
"Olmaz olur mu hiç? Bu soğanın, her
yerde gördüğün sıradan bir çiçek açacağını mı zannediyorsun, evladım?"
Kara Şahin rahatlamış bir eda ile geveledi: "Her yerde açan lale var ama,
değil mi? Hem de adım başı..." "Doğru, İstanbul'un her bahçesinde
lale görüyor, her çimeninde laleye rastlıyorsunuz. Ama her yıl, o bahçelerden
yalnızca birinde müstesna bir lale açar ki bütün lale ırkının ta Orta Asya'dan
bu yana gelen macerasını özetler. Atalarımızın, Tanrı Dağları'ndan sıcak
iklimlere göçerken atlarının terkisine koydukları hatıranın ta kendisidir o.
Mevlana Celaleddin'in Mesnevi'sindeki kırmızı neşesidir ki bir vakitler
çimenlerin ve bahçe çitlerinin arasında gelincik olarak yaşamıştı. Bağrında-ki
simsiyah yanık yarası sanki Türkmen dervişi Yunus Em-re'nin bahtsız
tebessümüdür. Bu soğan Ebussuud Efendi'nin kaleminden akan al mürekkebin kara
bağrı; yahut şairin "Renkten renge hulul eylemese bulmaz idi / Eller
üstünde gezip revnak-ı zîbâ lale"* diyerek şeker çiğneyen ağzının tadı,
tuzudur. Lale ki..."
Kara Şahin karşısındaki adamın laleden
bahsederken gösterdiği heyecan karşısında donakalmıştı. Oysa bugüne kadar
laleyi dıştan neş'eli bir allık; içten ise bağrında gece karalığı olarak
düşünmüştü hep. Bunu da çocukluğunda annesinden
*
Lale, eğer renkten renge girebilme yeteneği olmasaydı el üstünde tutulan
güzel bir çiçek olmazdı.
132
öğrendiğini hatırlıyordu. Vaktiyle
annesi için bir kara talih sembolü olan şu çiçeğin bu adam için ne derece
önemli olduğunu fark etmişti. Çünkü işini severek ve önemseyerek yapan
insanların duyarlılığıyla kuruyordu cümlelerini. Topaç Yeye ise onu dinlerken,
karşısındaki güzel yüzlü adamın sıradan bir bahçıvan olmadığını düşündü. O,
yaptığı işe saygı gösterilmesini arzulayan tiplerdendi. Üstelik kendi sevdiği
şeyin başkasında hor, hakir olmasına tahammülü yok gibiydi. Sanki hatırladığı o
hikâyedeki Leyla'nın ölüm haberini alan Mecnun gibiydi. Lale onun için
İstanbul'da yetiştiği vakit, her yerdekin-den daha güzel sayılıyordu. Yahut da
Şirazlı Sadî'nin, Gülistan adlı kitabında anlattığı hikâye gibi. Sevdiğini
başkasından kıskanan biri için ne anlamlı bir hikâyeydi o. Çocukluğunda
annesinin bunu sık sık kendisine okuduğunu ve gizli gizli ağladığını düşündü.
Konuşmanın duraksadığı sırada Şahin,
eğer elindeki lale soğanını toprağa dikip çiçek vermesini bekleyecekse, bunu
işte bu adamın bahçesinde yapması gerektiğine karar verdi. Çünkü bu adam
laleden bahsederken heyecanlanmaktan öte yaşadığının zevkine varıyordu. Az
evvelki sorunun cevabını geçiştirmek için onun heyecanından yararlanmak istedi,
hayranlıkla dinliyormuş gibi gözlerini bir parça daha açtı, tane tane konuştu:
"İlahi üstat, sizi dinleyen de şu
soğanı Orta Asya'dan daha dün gelmiş sanır. Laleden bahsederken sanki bir
'kişi'den, bir 'kişilik'ten söz ediyorsunuz."
Hafız Çelebi damarına basılmış gibi kâh
hayıflanarak, kâh gözleri dolarak, kâh bir nutuk irad eder gibi heyecanla
anlatmaya devam etti:
"Evet ya beyzadem, o bir kimlik,
bir ruh şahsiyetidir ki Sel-Çukoğulları ve Osmanoğulları'nın naz ile
büyüttükleri taze eda !Çinde yaşar. Öyle ki Ebülfeth Mehmet Han zamanında Mani-
133
sa'da serpilip yetişmiş, Kanuni Süleyman
Şah asrında istanbul bahçelerinde süslenip güzelleşmişti. Yazık ki şimdilerde
en renkli elbiselerini Felemenk diyarında kuşanmış bir gelin misali vatanına
hasret çekiyor, ağlıyor, belki hıçkırıyor. Elinde tuttuğun o soğan, içinde,
siyaha çalan koyu mor bir hüzün saklar ki bahçelerde açtığı vakit Felemenk
diyarındaki laleler -ki onlar bu vatanın evden kaçırılmış kızlarıdır- kimliğini
yeniden hatırlayacak. Ve onlar, taa Sadabat bahçelerindeki mütevazı evlerine
dönesiye kadar, her baharda, elindeki soğan gibi bir özel çiçeği yetiştirmek
için çırpınır durur bu ihtiyar. Tıpkı "Nur-ı adn" (Cennet nuru)
adıyla ilk değişik laleyi üreten Ebussuud Efendi gibi, tıpkı sayfa sayfa lale
desenlerini boyayıp bir külliyat hazırlayan tabip Mehmed Aşıkî Efendi gibi,
tıpkı "Netâyicü 'l-ezhâf (Çiçeklerin neticeleri) isimli kitabın yazarı
Cerrahpaşa Camii imamı Ahmet Ubeydi oğlu Mehmet Efendi gibi... Ve daha adıyla
sanıyla belli iki yüz kadar şüküfeci gibi... Ya, beyzadem! Hep o kızımız evine
dönsün diyedir çekilen meşakkat. Yoksa her nesilde bu nöbeti devralıp yeni
renkte ve yeni çeşitte laleler yetiştiren bunca adamın fuzuli işlerle
uğraştığını mı sanırsın sen? Ebussuud Efendi'den bu yana Felemenk frenginin
İstanbul'a gelen bütün gemileri mutlaka yeni üretilen soğanlar ile yurtlarına
dönerler. Şimdi hâlâ şükûfeci-yen esnafı içinde Felemenk'ten ve Avusturya'dan
gelen bahçıvanlar vardır. Sadrazam Damat İbrahim Paşa hazretlerinin
ser-şükûfecisi Şeyh Mehmet Lalezârî Efendi'nin "Mizânü'l-ez-hâf
(Çiçeklerin Terazisi) isimli eserinin birinci bölümünde bütün bunlar satır
satır anlatılır."
Hafız Çelebi bilgisiyle olduğu kadar
konuşma üslubuyla da etkileyiciydi. Kara Şahin ise bir dilenciyle hiç erinmeden
konuştuğu için onu sevmişti. Belki de her yerde kovulmaktan bıkmışken burada
kabul gördüğü için ona ısınıvermişti. İstanbul'da gittiği her yolda, her
sokakta, her mekânda aşağılanıp
134
küfredilmekten dolayı ruhu çizik çizikti
çünkü. Şimdi kendisine aşağılık bir yaratık gibi davranmadan muhatap alan
birisi vardı karşısında. Üstelik ağzından bal akıyor, yüzünden ferahlık
yayılıyordu. Bir an üstündeki dilenci kıyafetlerini unutup Kara Şahin
heybetiyle, bir adalet cengâveri gibi sordu; sanki kızı evden götüreni bulup
cezalandıracak bir ses tonuyla hem de:
"Kim kaçırmış onu?"
"Dur, dur heyecanlanma; iki yüz
sene önce olmuş bu iş. Kanuni Süleyman zamanında Avusturya maslahatgüzarı
olarak İstanbul'da bulunan Busbecq nam zat, her yıl İstanbul sahaflarından
topladığı elyazma kitapları üç sandığa doldurur ve gemilere koyarak Tuna
üzerinden Viyana'ya, Akdeniz'den de Felemenk diyarında bir dostuna gönderirmiş.
Meğer Felemenk ülkesindeki dostu şüküfeci imiş, bir defasında Busbecq ona
göndereceği sandıkların içine lale soğanlarından da koymuş. Artık buna kaçırmak
mı denir, evden kaçmak mı, siz karar verin. Elçinin dostu, teşekkür için
yazdığı mektupta çiçeği çok beğendiğini, gelin gibi süslü olduğunu söylemiş.
Busbecq ülkesine geri dönerken kocaman bir sepet dolusu soğanı da
Avustur-ya-Cermen diyarına taşımış ve Habsburg hanedanına hediye etmiş."
"Sonra ne olmuş?"
"Maslahatgüzarın hatıralarını yazdığı
kitaba göre Habsburglar laleye yeterince ilgi göstermemişler ama
Felemenk diyarında lale
135
yetiştirmek moda olup kralların sarayına
hediye olarak gönderilmeye başlanmış."
Topaç Yeye Hafız Çelebi'yi dinlerken
üzerine bir gariplik çökmüştü. Keşke bir babası olsaydı da ona böyle şeyler
an-latsaydı; yahut külhana gitmek yerine bu adamın yanında ka-labilseydi de
anlattıklarını dinleyip dursaydı. Ne var ki güneş Kâğıthane sırtlarını çoktan
aşmıştı. Karanlık çökmeden külhana varmaları gerektiğini hatırladı ve Kara
Şahin ile göz göze geldiler. Birlikte ayağa kalktıklarında Hafız Çelebi sorusunun
cevabını alamayacağını anlamış ve yalnızca şöyle diyebilmişti:
"Bugünlerde toprağa konulması
gerekir. Sakın gecikmeyin.
Bir karış derine gömeceksiniz."
* * I
Kara Şahin ile Topaç Yeye oradan
ayrılırken ruhlarının dinlendiğini hissetmiş, huzur duymuşlardı. Çelebi'nin
yüzünden, latif hareketlerinden, konuşmasından, sözlerinden, kelimeleri
seçişinden etkilenmişlerdi. Hele son tembihinde ne kadar asil davranmıştı. Kara
Şahin, onun bu davranışını vurgulamak üzere yolda Yeye'ye bir hikâye anlattı.
Yeye hikâyeyi beş altı yaşlarındayken annesinden masal diye dinlemişti, ama
sesini çıkarmadı. Hatta Kara Şahin'in yanlışını bulup Halife Ömer'in değil,
Adaletli Nuşirevan'ın başından geçtiğini de söylememişti. Ne de olsa Kara
Şahin'in mezarlıkta incinen gururunu tamir etmesi gerekiyordu. Anlatışı
bilgisinden daha iyiydi:
"Halife Ömer'e iki kadın bir bebek
ile gelir ve her ikisi de bebeğin annesi olduğunu iddia ederler. Ömer
hangisinin ger-/ çek anne olduğunu anlamak için göstermelik bir hüküm verir,
'Madem ikiniz de annesi olduğunu söylüyorsunuz, o halde bebeği iki parçaya
böldürelim ve ikiniz de birer yarımını alıp gidiniz.' Kadınlardan biri bu hükme
razı olurken diğeri feryadı
136
hasar: 'Hayır hayır, yavrumu
parçalamayın, varsın onun olsun!' Ömer o vakit bebeği bu kadına verir. Ne
dersin Yeye; Hafız Çelebi'nin son cümlesinde o annenin çaresiz feryadını
hissetmedin mi?"
"Öyle ama Şahin Ağam, bu lale
soğanı senin tek delilin!.." Külhana girdikleri vakit her ikisinin de
aklından, Hafız Çe-lebi'ye ırgat olup bahçesinde lale yetiştirmeye talip olmak
geçiyordu. Hatta Yeye bu işi ömrünün sonuna kadar yapabileceğini bile
düşünüyordu. İstanbul gibi bir şehirde lale yetiştirmek!.. Bir külhan eri için
ne erişilmez arzu!..
-derkenar-
leyla'nın ölüm haberini alan mecnun
Yolunu şaşırmış Mecnun, ordan oraya
koşturup giderken biri ona, "Leyla öldü!" deyiverdi. Mecnun bu kara
haber üzerine derhal durdu ve elerini açıp şükretti:
"Hamd olsun Allahıma!.."
Bu sefer adam çok öfkelenip bağırdı:
"A aklı ve hayatı darmadağın olmuş
zavallı! Hem onun için yanar, hem de neden böyle söylersin?"
"Ben, o ay yüzlüden bir fayda elde
edemedim. Bari başkaları da bir şey elde edemesin!.."
-derkenar-
sevdiğini başkasından kıskanan biri
Sadî anlatıyordu:
"Henüz toy bir delikanlı idim.
Şiraz'da bir kızı sevmiştim. O da bana karşı ilgisiz değildi. Birkaç kez de
buluşup konuştuk. Sonra araya ayrılık girdi. Ben gurbetlere gittim. On yıl onun
aşkıyla coşup taştım, hasretiyle yanıp kavrul-
137
dum. Nihayet yurduma geri döndüğüm vakit
ilk işim onu aramak oldu. Beni görür görmez başladı siteme:
"A Sadî! Meğer ne kadar
vefasızmışsın!.. Bunca yıl geç-ti aradan, ne bir haber, ne bir mektup?!.."
Ona dedim ki:
"Ey seugisi kalbimde yer edinen
selvi boylu!.. Senin yüzünü görme bahtiyarlığından ben mahrum iken, o şerefi
postacıya mı bağışlasaydım?!.."
138
24. Sual:
Sultanın Yarasına Merhemi Kim Koyacak?
İshak Efendi huzura girdiğinde ayakta
zor duruyordu. Sultan kendisini acele çağırtmıştı. Başına gelenleri duyduğunu
ve olup biteni soracağını zannediyordu. Oysa halinden hiç de böyle
anlaşılmıyordu. Öfkeliydi. Sırtı kapıya dönük vaziyette pencereden Üsküdar
sahillerini seyretmedeydi. Sesi bir kasırga gibi çıktı:
"Efendi!.. Hâlâ bir cevap
getirilmedi. Arananın bulunmaması acziyet değil midir? Peki acziyet ile devlet
yaşar mı? Yapa-mayacaksanız sizi gönderip yapabileni bulalım efendi!..
İstanbul'da bir adamı bulamayan hükümdarın ülkenin geri kalanında hangi sözü
geçer, kul taifesi böyle bir hükümdara itaat eder mi sence?!.. Söyle efendi!
Emrim neden yerine getirilmez?"
Hünkâr bunca öfkeli sözden sonra
arkasını döndüğünde İshak Efendi'yi alı al, moru mor gördü. Azarlamanın etkisi
bir yana, efendinin halinde bir bönlük, bir durgunluk vardı. Üste-
139
lik sağ elinde bir baston tutuyor ve
ayakta güçlükle duruyordu. Sultanın sorusuna ancak, "Sultanım!"
diyebildi. Sesi titriyordu. Sultan onda bir başkalık olduğunu hissetmişti.
Sesini bir perde daha yumuşatarak sordu:
"Hayırdır efendi! Rahatsız falan
mısın?" "Beli hünkârım; baldırımda cerahatim var. Ama bu vazifemi
aksatmamın mazereti olamaz elbette. Hünkârımın emri başım üzre. Emredin
kirpiğimle yolunuzu süpürüp gözyaşımla yıkayayım. İlla ki sizin bilmek
istediğinizi bilmek isteyen birileri daha var, onlarla cebelleşmek zorunda
kaldım. Birkaç vakittir onları aratmaktayım. Elbette sizin istediğinizi de
aratıyorum."
Sesini başkaları duymasın diye
alçaltarak devam etti. Artık taht odası daha pes perdeden ve şefkat dolu bir
konuşmaya
sahne oluyordu:
"Tomruk Emini ağamız sekiz nefer
dilsiz akrebiyle bu araştırmayı yürütmektedir."
"Sana ne oldu ağa, önce onu söyle!
Musa sünneti bu baston
da neyin nesi?"
"Efendimiz, aradığınızı arayanların
beni söyletmek için yaptıkları zulümdür bu. İki gün beni işkencelere
yatırdılar. Baldırımdaki yara tuzlara batırıldı. Yetmedi, elmas tozuyla
deşildi. İyileşmesi zaman alacak hünkârım."
Sultan, kapısında bekleyen perdedara
işaretle hekimbaşıyı yanına çağırmasını tembihledi. Sonra sordu:
"Efendi, yarana baktıralım şimdi.
İlla ki bu meselede söylediklerin midemi bulandırdı. Bu hususu kim biliyor ve
kim senden bilgi istiyor?"
"Bir siz, bir ben, bir de Allah
bilir biliyordum. Bilen biri daha varmış, veya yeni oldu demek ki?"
"Peki kim bu bilen? İçten mi,
dıştan mı?" Padişah bu soruyu sorasıya kadar İshak Efendi'nin aklına
Şehzade Ahmet'i dıştan bir bilmek isteyenin olacağı hiç aklına
140
gelmemişti. O sırada belki de sultan ile
aynı düşünceleri aklından geçirmeye başladı. 1718 Temmuz'unda Pasarofça'da
imzalanan sulh anlaşmasından sonra bu "dış" fikri neredeyse
zihinlerden silinmek üzereydi. Yaklaşık on bir yıl geçmişti ve sulh ortamının
rehaveti herkesin üzerine bir sıfat gibi yapışmıştı. Oysa gözleri dışa çevirmek
de gerekiyordu şüphesiz. Sultanın aklından geçenlerin de hemen hemen aynı
şeyler olduğundan zerre kadar şüphesi yoktu. Zihninden, o sıralarda konuşulan
politik dış konular arasında nelerin olup olmadığını ve kimlerin Şehzade Ahmet
ile temasa geçebilecekleri fikrini geçirdi.
Vaktiyle İbrahim Paşa'nın Şam Beylerbeyi
hakkında âriza-lar yazıp gönderdiği Afganlı Üveys Han o sırada İsfahan'ı zapt
ederek İran şahı Eşref Han'ı esir etmişti. Son günlerde gelen devlet
istihbaratına göre Osmanlı Devleti içine casuslar gönderiyordu. Öte yandan aynı
bölgede Dürziler ayaklanmak üzereydiler. Pasarofça'dan bu yana Venedik gizli
hesaplar peşinde İstanbul'u gözetim altında tutuyordu. Çünkü bu sulh
anlaşmasından Avusturya kârlı, Venedik zararlı çıkmıştı. Osmanlı devleti ise
ortadaydı; Venediklilere göre kârlı, Avusturya'ya göre zararlı idi. Doğuda
Bakü'ye doğru ilerleyen Rus Çarı Deli Petro vardı. Daha üç sene evvel yapılan
anlaşmaya muhalif olarak Şah Hüseyin'in oğlu Tahmasb'ı himayesine aldığını ilan
ediyordu. Aslında çok akıllı bir adam olan Petro'nun yeni planları olduğu
belliydi. Siyaset ilmini çok iyi biliyor, Rusya'yı neredeyse yeniden
yapılandırıyordu. Safevi Devleti'nin yıkılmış olması Osmanlı ülkesinin doğu
sınırlarında birdenbire Rus tehlikesini ortaya çıkarmış, buralarda kurulan
istihkâmlardan da yeterince fayda sağlanamamıştı. Üstelik Kırım Hanı Gazi
Giray, kardeşi Fethi Giray'ı saf dışı bırakmış, siyasetini yürütmek istiyor,
belki istiklal hesabı yapıyordu. İshak Efendi zihninden bütün bunları
geçirirken Şehzade Ahmet'i elde ederek menfaat teminine yönelecek
"dış" tehlikenin farkına vardı.
141
V
Kendisini sorguya çeken adamların heybet
ve tavırlarını yeniden gözlerinin önüne getirdi. Hangi milletten veya kültürden
olduklarını kestirmek istiyordu. Ama zihninde buna dair bir ipucu bulamadı.
Türkçeyi kaba saba konuşuyorlardı ama İstanbul'un sur diplerinde de böyleleri
çok bulunurdu. Kabalıklarına gelince, sarayın cellat neferlerine benzeyen
çingenelerden pek de farkları yoktu.
Sultanın öfkesini İshak Efendi'nin
yaralan da dindirmemiş-ti. Konuşurken sesinden ve mimiklerinden bu konuya hayli
içerlediği ve bir an evvel sonuç istediği anlaşılıyordu. Kendisine karşı bir
komplo ihtimalini veya saltanatına ortak olacak bir şehzadenin ortalıklarda
dolaşmasını kim isterdi? Çevresindeki adamlarından kaç tanesinden emin
olabileceğini düşündükçe tedirginliği bir kat daha artıyordu. İbrahim Paşa'ya
fazla itimat edip devleti onun ellerine bıraktığının farkına ilk o vakit vardı.
Damadı ve dostu İbrahim Paşa'dan emin olabilir miydi? Şehzade Ahmet'i
öğrenseydi acaba nasıl davranır, kendisine karşı bir gizli siyasetin içinde
olur muydu? Bu soru birdenbire bütün benliğini sarstı. Gerçekten damadından
emin olabilir miydi?!.. İçini yokladı; cevabının net olmamasından son derece
rahatsız oldu. O andan itibaren veziri olan İbrahim Paşa'yı kontrol etmesi,
damadı olan İbrahim Paşa'yı da dost-luğuyla kuşatması gerektiğine karar verdi.
Ama ikisini aynı anda nasıl başaracaktı?!..
Hekimbaşı içeri girdiğinde sultan,
eliyle bağrını yumruklarken cümleleri ağzından bir ateş topu gibi çıktı:
"Bak a hekimbaşı! Aha şuramda bir
yara var. Merhemi de İshak Efendi'de. Var tez vakitte onun yarasına merhem koy
ki o da benim yaramın merhemini hazırlayabilsin."
İshak Efendi hekimbaşının koluna
dayanmış olarak huzurdan ayrılırken kafasının içinde bin bir düşüncenin
uğultusu ve beynini kemiren eşekarıları vardı.
142
25. Sual:
Vezirin Yarasına Merhemi Kim Koyacak?
İshak Efendi, Topkapı Sarayf nın kabul
odasında sultanın huzuruna girdiği sırada Tomruk Emini de Atmeydam'ndaki vezir
konağında İbrahim Paşa'nın huzuruna girmek üzereydi. Amir ile memur, efendi ile
kul arasında sorular ve cevaplar hemen hemen aynı gibiydi. Cümleleri tartsalar
belki biri diğerini ağdırmazdı. Vezir hazretleri de tıpkı sultan gibi pek
öfkeliydi. Sırtı kapıya dönük vaziyette pencereden Marmara adalarını
seyretmedeydi. Sesi boğazından bir hırıltı biçiminde çıktı:
"Efendi!.. Hâlâ bir cevap
getirilmedi. Arananın bulunmaması acziyet değil midir? Peki acziyet ile devlet
yaşar mı? Yapa-mayacaksanız sizi gönderip yapabileni bulalım efendi!..
İstanbul'da bir adamı bulamayan vezirin ülkenin geri kalanında hangi sözü
geçer, kul taifesi böyle bir vezire itaat eder mi sence?!.. Söyle efendi! Emrim
neden yerine getirilmez?"
143
Tomruk Emini bu azarlama karşısında
kendisinin küçük kul taifesinden olduğunu yeniden hatırladı ve efendisine
yaranmak isteğiyle cevap verdi. Sesi titriyordu:
"Efendimiz!.. Kahvehane
peykelerinden konak sedirlerine, salaş balıkçı barınaklarından saray
helvahanesine, tersane ocaklılarından has odalılara, Yeniçeri kullarınızın orta
teşkilatlarından küttab zümresine kadar havastan ve avamdan her yeri
aratıyorum. Sanki yer yarılmış, yerin dibine girmiştir. Yüzü gözümün önünden
hiç gitmiyor." Paşa onun cümlesini yarıda kesti:
"Efendi!.. Yüzü gözünün önünden
gitmiyor madem, neden bulamıyorsun. Yoksa yanlış yüze bakmış olmayasın! Yüzü
belli birini aramak aynı zamanda aptallıktır. Kaçırdığın adam kuş mudur ki aynı
kılıkla dolaşsın?!.."
Vezir bu cümleyi söylediği sırada Tomruk
Emini birden ne kadar aptalca hereket ettiğini hatırladı. Tabi ya! O, günlerdir
yüzü belli birini arıyordu. Hatta üzerindeki kıyafetler bile gözünün önündeydi.
Peki ya aranan kişi görüntüsünü değiştirdiyse? Kıyafetini, suratının şeklini ve
şahsî özelliklerini değiştirdiyse? Söz gelimi kâtip kılığında geziyorsa; molla
kılığında, yahut sipahi kılığında geziyorsa? Ya Sıraodalar'da kendi hücresinin
yan hücresinde kalan bir yeniçeri ise. Birden Kara Şa-hin'in sakallı halini
gözünün önüne getirdi. Sırma işlemeli kaftanlar içinde düşündü, zengin bir
beyzade olarak hayal etti, hatta seyyah bir ecnebi olduğunu bile var saydı, bin
bir kılığa büründürüp hayalini bin bir defa bozdu, yeniden hayal edip yeniden
bozdu. Gözlerinin önünden ardı ardına yüzler geçiyordu, kendisine gülen, alay
eden, dil çıkaran yüzler. Hepsi Şehzade Ahmet'e ait yabancı yüzler... Birden
kafasını sallayıp görüntülerden kurtulmak istedi. O kısa an içinde işinin daha
da zorlaştığını hissetti, omuzları iki yana yığıldı. Üstelik arayacağı
mekânların çoğalıverdiğini, birkaç adamla değil kolluk
144
kuvvetlerinin neredeyse tamamıyla
araması gerektiğine kani oldu.
Tomruk Emini bunları düşünürken vezirin
zihninden Şehzade Ahmet ile karşılıklı neler konuşulabileceğine dair
varsayımlar geçiyordu. Sultana kellesini bir altın tepside sunabilirdi. Yahut
onu telef ettiğini düşündürüp hîn-i hacette ortaya çıkartmak üzere av
köşklerinden birinde, bir eli yağda, bir eli balda, gizleyebilirdi. İktidar
tutkusunun derecesine göre onu saltanata hazırlayabilir veya mahrum
bırakabilirdi. Bir şehzade her haliyle bir hazine, bir güç demekti. Ama aynı
zamanda boğaz için yağlı ip de demekti. Sultanı hoş tuttuğu sürece ihtiyaç
değildi, ama sultan kendisini hoş tutmayacak olursa keskin bir kılıca
dönüşebilirdi. İki yüzü de keskin bir kılıca hem de. Şehzade bir ateş topuydu,
kime değerse yakacağı belliydi. 0 yüzden kontrol altına alınmalı, alevlerinin
çevreye sıçratıla-cağı zamana iyi karar verilmeliydi.
Marmara'dan esen serin rüzgâr, iki kişi
arasındaki uzun sessizliği bozdu. Birbirlerinin yüzüne baktılar. Birinde öfke,
diğerinde yaranma; bunda iktidar, onda itaat... Her ikisini de düşüncelerinden
vezirin hanende ve köçek takımının kapıyı çalıp içeriye girmek üzere izin
istemesi ayırdı. Şuh ve neşeli cariyelerin salona girmeleri vezirin suratındaki
öfkeyi bir parça yatıştırmıştı. Tomruk Emini'ne kapıyı işaret ederken sağ
yumruğunu bağrına vurarak öfkesini de tükürmüş oldu:
"Bak a Tomruk Emini! Aha şuramda
bir ateş var. Yanıyor... Yanıyor... Söndürmeye su getirmezsen ocağını
söndürürüm bilesin."
Ertesi sabah İstanbul'daki bütün
karakollara Tomruk Emi-ni'nden yazılı bir emirname geldi:
"Nakşıgül Hanım'ın katili olup
aşağıda eşkali tarif kılınan Şahin Efendi'nin tebdil-i kıyafet eylediği
tespitiyle, bu minval üzere tetkikat ile derdest edilip derhal Ağa tomruğuna
teslimine!.. "
145
26. Sual:
Yağmurdan Kaçarken Doluya
Tutulmak Nasıl Bir Şeydir?
Kara Şahin ile Topaç Yeye, Çemberlitaş
çevresindeki Tavuk Pazarı'nın pis kokulu ortamını geride bırakıp da külhana
yaklaştıkları sırada hamamın önünde bekleşen asesleri gördüler. Şahin
şüphelenip meydana bağlanmış atların arkasından olacakları gözetlemeye başladı.
Hamamda bir telaş olduğu, çevre esnafın hareketlerinden ve meydana birikişlerinden
belliydi. Önce bunu her zaman çıkan marazalardan birine yordular. Muhtemelen
yine hamamda bir düğün cemiyeti kurulmuş, hamamın erkekler bölümü de o gün
kadınlara tahsis edilmiş, düğün alayı göbek taşında eğlenirken davetli zengin
hanımlardan bazılarının mücevherleri kaybolmuş, bunun üzerine asesler ve
yeniçeri kollukları gelmiş olmalıydı. Çünkü bu tür büyük eğlencelerde hamam
natır ve tellakları müşterileri oyalarken soğuklukta saç düzenlemek ve kaş
yapmak üzere bekleşen meşşatalar misafirlerin eşyalarını karıştırıp değerli
birkaç par'
146
çayı ortadan yok ederler, bu yolda
külhan ile de ortak çalışırlardı. Sonuçta pek çok mücevher çarşı mezatlarına
düşer, el değiştirirdi. Son zamanlarda işi ilerletip bedestende iki sarrafı da
işin içine katmışlar, şehirde yegâne olup şöhreti dillere destan üç mücevher
takının taklitlerini ürettirip takı sahibi zengin hanımlar hamama geldiği vakit
sahtesiyle değiştiriver-nıişlerdi. Kara Şahin bu tür dolapları, külhan
babasının kendisine verdiği bir kutuyu çok acele bedestende bir kuyumcuya
götürüp de, adamın kutuyu açtığı vakit sevincinden ne yapacağını şaşırmışçasına
derhal kutunun içindekini değiştirip hiç geç kalmadan geri götürmesini
tembihlediği gün keşfetmişti. Bir keresinde de aynı kuyumcu iki saat içinde,
daha mücevherlerin sahipleri kirlerinden arınmadan, gelen parçanın sahtesini
imal ederek hamama geri göndermişti.
Böyle marazalı günlerde hamamın içindeki
tartışmalar dışına taşar, düğünün tarafları birbirlerini hırsızlıkla suçlayıp
kavga eder, ardından kocaları da gelip kavgaya karışır, o sırada Tomruk Emini,
asesler, Muhtesip Ağa ve hatta Yeniçeri Ağası bile devreye girer, onları sulh
ettirir, bunun karşılığında da elbette acılı ailelerden rüşvetler alırlardı. Ne
ki Şahin ile Yeye'nin şu anda gördükleri manzara pek böyle bir kavgaya
benzemiyordu.
"Yeye!.. Hırsızlık mı yine, ne
dersin?"
"Sanmıyorum Şahin Ağam, etrafta ne
cırtlak çocuk zırıltısı, ne küfürbaz kocaların anırmaları var."
"Haklısın, biraz bekleyelim
mi?"
"Olur."
"Sakın kendini belli etme."
Çok beklemeleri gerekmedi. Tomruk Emini
ile iki adamı Çevrelerine korku yayarak hamamdan çıktılar ve seyislerin
getirdikleri atlarına binerken külhan yoldaşlarına bağırıp çağırarak küfürler
edip gittiler.
147
Tomruk Emini'nin bu külhan ziyareti pek
hayra yorulamaz-dı. İkisinin de sorularla dolu bakışları bu yüzden erken
buluştu. İkisi de bir cevap bulamadan düşünmek üzere gizlendiler. İçeri girip
girmemek konusunda şüpheleri vardı. Belki içeri girmeden neler olup bittiğini
öğrenmek daha iyi olacaktı. Nasıl olsa arkadaşlarından biri şimdi esrar
tüttürmek için dışarı
çıkardı.
Yanılmamışlardı. Edindikleri bilgiler
tam da korktukları gibiydi. Asesler 22-23 yaşlarında bir delikanlıyı arıyordu.
Lakin onların tanımlamaları Şahin'e pek benzemiyordu. Bu yüzden Macar hekime
içinden bir kez daha teşekkür etti. Adam harikalar yaratmıştı. O kadar ki işte
külhan kardeşleri bile arananın Şahin olup olmadığı konusunda şüphedeydiler.
Kara Şahin rahatlamış, Yeye'ye ameliyat ile yukarı kaldırılan kaşları hakkında
kısa bir açıklama yapmış, aranan kendisi olmakla birlikte şimdilik korkulacak
bir şey olmadığını söylemişti. Ancak yine de külhana gitmenin tehlikeli olacağı
kesindi. Birisi tarafından teşhis edilmenin veya külhancı baba tarafından
sorguya çekilmenin sonucuna katlanamazlardı. Bu yüzden Topaç Yeye içeriye
yalnız girdi. Yükte hafif pahada ağır bir iki parça perakende eşyayı küçük bir
bohçaya koyup kimseye sezdirmeden
Şahin'e geldi.
Ok yaydan fırlamıştı bir kez. Artık
gidecek yerleri de yoktu. Şahin, Yeye'yi orada yalnız bırakmayı, Yeye de zaten
onsuz bir yerde kalmayı istememişti. Birbirlerini teselliye kalkıştılar. En
azından külhandaki sefil ve düzensiz hayatın kendilerini bir gün kötü yola
düşüreceğini söyleşip başlarına gelen çaresizliğin ağırlığını hafifletmeyi
denediler. Şahin, Tomruk Emini kendisini bulmadan katili bulmak zorunda
olduğunu biliyordu. Ama henüz hiçbir delil veya bulguya sahip değildi-Üstelik
şimdi her ikisi için sığınacak bir çatı altı da kalmamıştı. Yeye'nin sebebi
olmuş, onu kendi macerasının peşine takıp
148
sürüklemek üzereydi. Bu delikanlıdan
ayrılmanın iyi olacağını, onu tehlikeye atmamak gerektiğini düşünüyordu. Lakin
nereye bırakır, kime emanet ederdi?!.. Eğer onu İstanbul sokaklarından başıboş
bırakırsa mutlaka bir haneberduş serseri eline düşer, sokakların rüzgârında
savrulur giderdi. Öyle sanıyordu.
Gedikpaşa'dan Bayezit'e kadar yürüdüler.
Gün inmiş, sokaklar tenhalaşmış, el ayak çekilmişti. Biraz sonra Yeniçeri
Ağası'nın adamları kol gezmeye başlarlardı. Fenerleri yoktu ve fenersiz yakayı
ele verdikleri vakit mutlaka sorguya çekilirler, söyleyebilecekleri yalanlara
da hiçbir kolluk neferini inandıramazlardı. Bunun için bir an evvel sığınacak
bir çatı bulmaları gerekiyordu. Köpek havlamaları sıklaşmaya başlamış,
sokaklarda nal sesleri kesilmiş, şehir iyiden iyiye ıssızlaşmıştı. Bayezit
Meydanı'nda ağır adımlarla bastonlarının yere vuruş sesine takılıp yürüyen
birkaç yatsı cemaatinden gayrı kimse yoktu. Yakınlardaki evlerin ve konakların
bahçe kapıları çoktan sürgülenmiş, dışarıyla bağlantıları kesilmişti. Her geçen
dakika aleyhlerine çalışıyordu. Ya çok acele sığınacak bir kuytu çatı altı
bulmaları veya gizlice bir konağın bahçesine girip sabahlamaları gerekiyordu.
Civar semtlere gitmek, artık çok zordu. Fatih'e gidecek olsalar Etmeydanı'ndaki
yeniçeri kışlasının yakınından geçeceklerdi ki bu hayli tehlikeli sayılırdı.
Çünkü bu civarda gece yalnız ve kimsesiz dolaşanların yeniçeri kışlasına
kaldırıldığını, günlerce içeride köleleştirildiklerini anlatan hikâyeler
türemiş, hatta bu yolda "Benli Civelek" başlıklı manzum bir destan
bile yazılmış, Diyarbekirli Şahbaz Me-cit'in sesinden aylarca şehrin
konaklarında, yalılarında, kasırlarında dehşetle dinlenip dilden dile korku
salarak dolaşmıştı. Aşağıya, Kumkapı istikametine yürüyecek olsalar Kadırga
tulumbacılarının hikâyelerine konu olma ihtimalleri vardı. Son Çare olarak
Bayezit Hamamı külhanına sığınmak geldi akılları-
149
burada konaklayabilirlerdı.
Q,
Yağmurdan kaçarken doluya ^^n^ûnZ^
duğunu o güne ^ "^^İ^P^" sinin
de kanı donacak gibi oldu. Eşikte yıgıı P
150
27. Sual:
Kaf Dağı'ndan Gelecek Selvi Boylu
Sevgili Kim?
Bayezit Hamamı'nın göbek taşında
sereserpe uzanmış dört adamın çevresinde kurnaların başına öbeklenmiş bir yığın
kaldırım kopuğu, dilbaz, şeytan tüylü zebellah adamlar... Hilekârlıkla ellerine
geçirdikleri birini kısa zaman içinde kuru tahta üstünde bırakacak marifetler
ve oyunlar bilen, feleğe kement atmış ne kadar gözü kara ayaktakımı varsa sanki
bu akşam bu hamam kubbesi altında toplanmıştı. Aralarında şehir oğlanı veled-i
zinalar, uçkuru baldırında ahlaksız kopuklar, Cezayir flarlı pırpırı cilasun
şıkırdımlar hepsi bellerinde birer peştamal ve ayaklarında takunya ile yarı
üryan ortalıkta kimisi geziniyor, kimisi yatanlara ve oturanlara hizmet ediyorlardı.
Şişmanı, tıknazı; orta boylusu, cücesi; uzun saçlısı, dazlağı; saçı sakalına
karışmışı ile matruşu birbiriyle adeta fısıldar gibi konuşuyor, bunu da göbek
taşında natırların keselediği ağalarına hürmet sayıyorlardı. Kara Şahin
İstanbul'daki bütün fanatik
151
yobazların ve maceraperest serserilerin
bir araya toplandıklarını sandı. Dışarıda görse başındaki yağlı keçe külah,
ayağındaki potur, omuzundaki gömlek, entari, kuşak, yelek, cepken veya barataya
göre kimlik biçeceği bunca adamın buradaki ortak özelliği çıplaklık ve ortak
bir amaç için toplanmış olmalarıydı. Hepsi İstanbul'un çeşitli katmanlarından
özel olarak çağrılmış, işe yarar bıçkınlar olarak buraya gelmişlerdi. Yeye ile
birlikte hamamın kapısından girdiklerinde misafirleri karşılamak ve sosyal
durumlarına göre onları halvet, soğukluk, mabeyn veya göbek taşına yönlendirmek
üzere görevlendirilmiş adamın azarlamasıyla karşılaşmaları bu yüzdendi. Uzun
kara saçlı, pos bıyıkları makas yüzü görmemiş sakallarına karışan hamam takkeli
ve takunyalı bu adam Bayezit Hamamı'nın destebaşısı olmalıydı. İstanbul
hamamlarından bu geceye özel hizmet için çağırılan diğer külhan civanlarının
yanına görderdi:
"Sizi veled-i zinalar, burada ayak
altında ne halt ediyorsunuz; size arka kapıdan gireceksiniz demediler mi?"
Başka ne bir soru, ne bir cevap.
Şimdilik ayak altından arınmaları yetiyordu. İkisi de külhana açılan koridora
girdiklerinde rahat birer nefes aldılar. Lakin heyecanları hâlâ ayaklarını
titretiyordu. Neredeyse birbirleriyle bile konuşmaya, ne yapacaklarını sormaya
mecalleri yoktu. Başlarına geleceği merak ederek derin bir korku ile külhana
vardılar. Burada kendileri gibi birbirini tanımayan on kadar genç vardı. Külhan
babası önce geciktikleri için sunturlu bir küfür savurdu, sonra üzerlerindeki kıyafetleri
değiştirmek üzere ellerine beyaz Layhar gömlekleri, yüzleri için birer maske
ile takunyalar tutuşturdu. Üstlerinde ne varsa çıkarıp çıplak bedenlerine
gömlekleri giyindikleri sırada külhancı babanın talimatları ile içine
düştükleri vaziyeti anladılar:
"Layhar'ın piçleri!. Bu gece
külhanda Layhar'ın ruhunu şad eylemeye bakın. Horozumuz ötesiye kadar hizmette
kusur et-
152
meyeceksiniz. Yürürken sessiz olasınız
diye takunyalarınızın altına keçeler çakılmıştır, zinhar dikkat edin.
Konuklarınız ne emrederse yapın, illa külhan namusuna halel getirmeyin.
Tepsileri meyveden ve mezeden boş tutmayın, deve tabanı piya-leler asla horoz
kanından eksik kalmasın. Çubukları zarafetle sunun, ateşi tiz götürün. Kimsenin
keyfinde sıklet olmasın..."
Mesele anlaşılmıştı. O gece hamam
eğlencesine şakilik yapacaklardı. Güzellikleri ve hizmet kaliteleri için
İstanbul'un bütün hamamlarından seçilip getirildikleri belli olan külhan
kardeşlerinden hiçbiri diğerini tanımıyordu.
Son yıllarda bazı devletlûlar, eşraf
ağalan, yeniçeri zorbaları ile ayaktakımı arasında revaç bulan hamam
meclislerinin kuralı bu idi. Göbek taşına "âlem" denir ve âleme giren
veya çıkanlar yüzlerini bir maske ile örterek meclisin gizliliğinde kaybolur
giderlerdi. Maske onlara eşit söz ve eşit davranış hakkı tanıyor, ayaktakımı
ile devletlûyu birbirinden ayırmı-
153
yordu. Bu tür meclislerde olup
bitenlerin tevatürleri istanbul'da günlerce çalkanır, bire bin katılarak
anlatılır ve "âlem" kelimesi bambaşka anlamlar kazanırdı. Âlemlerin
halk arasında konuşulan bir başka cephesi de oralarda yapılan devlet sohbetleri
idi. Hamamların göbek taşlarında devlet erkânından birkaç kişiyle devleti
eleştiren ayaktakımı toplanır, badeler, mezeler arasında gizli emellerin
planları kurulur, yönlendirmeler, kışkırtmalar, şantajlar, pazarlıklar
birbirini takip ederdi. İşin ilginç yanı, hemen bütün âlemlerde sultan veya
vezirin bir akrebi de bulunur, o da olup bitenleri saraya harfi
harfine bildirirdi.
0 gecenin en coşkulu tartışması Deli
Petro'nun İstanbul'a gelen elçisi üzerine açıldı. Elçi iki aydır İstanbul'daydı
ve henüz sultan ile görüşememişti. Ama vezire söylediklerine göre Fransa ve
Avusturya hükümetleri İran'ın Devlet-i Aliye ile Moskof çarlığı arasında
taksimini teklif edecekti. Padişahın elçiyi kabulde gecikmesi ve bekletmesi, bu
konu hakkında yaptırmakta olduğu tahkikatın uzaması idi. Üstelik de vezir
hazretleri gizli bir siyaset gütmeye başlamış ve İran'ın yarısını alma yolunun
açılmasını sağlayacak planlar yapmıştı. Ona göre şimdilik Avrupa sınırında yeni
bir cephe açılması yarardan ziyade zarar getirirdi. Üstelik askerin hali ortada
idi. İran'dan yenilgi haberleri geliyordu. Mazenderan ve Ceylan bölgesine
Moskof el koymuştu bile.
Kara Şahin eline tutuşturulan tepsi,
şarap ibriği, çubuk, tömbeki, tütün, ateş, meze ne verirlerse hamamın içinde
dolanıp duruyordu. Bir gözü daima Topaç Yeye'nin üzerindeydi. Pot kırmasından
ürktüğü kadar başına musallat olacak bir beladan da çekiniyordu. İçkiyi fazla
kaçıran serseri taifesinden birisi ona sarkıntılık eder diye tedirgindi.
Yaklaşık bir saattir hamamın terletici ortamında içiyorlar ve gittikçe
kendilerini bilmez hareketlerle seslerini yükseltiyorlardı. İçkinin, sıcağın
154
ve yüzlerdeki maskenin verdiği cesaretle
hamam kubbesinde Sıra sıra sesler yankılanmaya başladı:
"Ağalar, beyler, efendiler!.. Bilir
misiniz İbrahim Paşa gizli din kullanırmış!.."
"Evet ya, Ürgüp
Ermeni'siymiş..."
"Sünnetsizmiş diyorlar, sünnet
ettirelim."
"Sultanı parmağında oynatıyor
zaar."
"Şeriat elden gidiyor ağalar!
Zenneler, civanlar, civelekler, ortalık çocukları..."
Daha buna benzer herkes içindeki
kurguları bir serbest kürsü gibi hamam kubbesinde çınlattıktan sonra önde biri
el çırparak herkesi yönetmeye başladı. Şimdi koro halinde kubbeyi yine bir
yeniçeri gülbangına boğmadaydılar:
Kâfir olup azanı Eski düzen bozanı
Haklamak için biz anı Kaynatalım kazanı
Maskeli koronun yeniçerilere mahsus Hacı
Bektaş kazanını kaynatmaya dair cesur sözleri ortalığa saçılırken köşedeki üç
kademe basamaklı kurna başında oturanlardan birisi tepsisiy-le oradan geçmekte
olan Şahin'e seslendi:
"Oğul!.. Aşk yolunda taban
tepmekten yorgunuz. Hele şu tabanlarımı ov biraz."
Şahin bu sesi tanıyordu. İşte tam
belanın ortasına düşmüştü. Yanındaki birkaç ayakdaşıyla kurna başına konulmuş
gümüş sehpadan bir parça buz alıp şarabına atarken peştamalını toplayıp ayağını
basamaktan aşağı sarkıtıverdi. Şahin, elindeki tepsiyi oradan geçmekte olan
başka bir gömlekliye verip başını eğdi ve diz çöktü. Gömleği terden bedenine
yapışmış °'arak denileni yapmaya başladı. Kaş altından Yeye'yi gözlü-
155
yor, başını yerden kaldırmıyordu. Bir
aralık duyduğu sesten emin olmak üzere maskeli adamın yüzüne gizlice bakmayı
denedi. Evet, oydu. Tomruk Emini. Bugün ters yanından kalkmış olmalıydı. Yoksa
iki saat önce Gedikpaşa'da şerrinden kaçıp burada avucuna düşer miydi? Emin
olmak için daha dikkatli dinleyerek sesini tanımaya çalıştı. Evet, gayet
emindi. Tehlikenin tam ortasındaydı. Yanındakilere de dikkat etmeliydi.
Yüzlerine doğru bakmak istedi ama gözleri daha ilk anda Tomruk Emini'nin
pazusunda kilitlenip kaldı. Dövme ustası işini iyi ¦ yapmıştı. Adam kolunu hareket ettirdikçe
engerek yılanının çatal dili adeta Şahin'e doğru uzanıverecek gibi oluyordu.
Korktu. Bu dövmeyi Eyüp Tomruğu'nda yumruk yediği günlerden hatırlıyordu.
Yanındaki adama Bıçaklı Pençe diye hitap ediyorlardı. Herhalde bileğinden
dirseğine kadar uzanan hançer dövmesi yüzünden bu adı takmışlardı. Bu hançer de
engerek başı kadar ürkütücü nakşedilmişti aslında. Neredeyse nakış üslupları
bile aynıydı. Sert çizgiler ve ürkütücü ayrıntılar. Belki de aynı ustanın
elinden çıkmışlardı. Eğer öyle ise bu ikisi arasında süren bir dostluk da
olmalıydı. Neyse, şimdilik başını yerde tutmak en iyisiydi. Konuşulanları
duyabiliyordu. Bıçaklı Pençe'yi razı etmek üzere dört kişinin pes perdeden ısrarlı
yalvarma sözleriydi bunlar:
"Ağam! Dediğimi can kulağıyla dinle
hele. İran'da bunca şühedanın al kanları kimin boynuna? Moskof kafiri ile iş
tutanlara mı bırakmak lazımdır Âl-i Osman mülkünü?!.. Sokaklarda ırz ehli kadın
sayısı ve helal rızık kazanan âdem sayısı azaldı. Şeriat, hakikat elden
gidiyor. Senin esnaf arasında kadim bir itibarın var. Söz geçirirsin."
"İyi de ağalar, bunun için irade
lazım, fetva lazım, ferman lazım. Ahmet'in yerine irade kullanacak bir şehzade
lazım."
"Canım, ağam, ilimde kutup değilsen
de mürekkep yala-mışlığın vardır. İspirizade ile Zülali Efendi'yi de yanına
kattık
156
mı birisi fetva yazar, birisi ferman
hazırlar; iradeyi sen kullanırsın."
"Tızmantırıl Agop ile Kürt Çelo
çarşının hamallarını ve manavlarını derleyip toparlar; Deli Molla ile Muslu
Beşe esnaf arasında dolaşır."
"Fenersiz Recep ile Tersane Tazısı,
kalyoncularla leventleri sökün ettirir."
"Bir put-şiken sünnetini put-nişana
değişirsek vebal alırız ağam."
"Moskof ayısı tabanını yalaması
gerekirken Baku dilberlerini sineye çekmeye başladı diyorlar, gayret-i diniyye
nerede kaldı?"
"Ağalar, misafirimsiniz, bu bahsi
erteye bıraksak!.."
"Yok, yok!.. Bahis mühimdir,
memleket meselesidir. Kaf Dağı'ndan gelecek yay kaşlı, servi boylu, mim dudaklı
sevgili aşkına!.."
"Ağalar sizin bütün bu
söyledikleriniz hamam âleminde mest iken değil, yatsıdan sonra dualı ağızlarda
olmalı, öyle konuşulmalı değil midir? Koca Âl-i Osman'ın işleri böyle hamamda
mı görülmeli?"
"Korkuyorsun anlaşılan!?.."
"Bre biz bu nişanı niçin taşırız
sanırsınız? Deşeriz icabında... İlla ki bu mahal, o mahal değildir. Her şeyin
yolu yordamı, usulü âdabı vardır, he mi?"
Israr edilen adamın kolundaki dövmeyi
işaret ederek yüksek sesle söylediği son cümle kurna başında oturanların
tamamının keyfini kaçırmaya yetmişti. Birden neşeler ve yudumlar derin bir
sessizliğe dönüştü. Top güllesi meclisin ortasına düşmüştü ama etkisi Şahin'de
görüldü. Tomruk Emini ayaklarını ovmakta olan Kara Şahin'i tabanıyla itti:
"Defol karşımdan kopuk oğlan,
ayağımı acıttın!.."
Şahin sendeleyerek gerisin geri kaydı.
Bu arada maskesi yüzünden çıkar gibi olmuş, yüreği ağzına gelmişti. Ayağa kal-
157
karken sesini değiştirerek
"Bağışlayın efendimiz! Affediniz!" deyip çekildi. Birden
konuşulanları duymuş olmanın cezası olarak tekmelendiğini sandı. En azından
duymaması gereken şeyler duymanın bir bedeli olacaktı. Hiç olmazsa kimin eliyle
cezalanacağını görmek için başını kaldırdığı sırada ısrar edilen adam ile göz
göze geldiler. İkisi de birbirini tanıma ihtimaliyle aynı anda gözlerini kaçırdılar.
O sırada Şahin'in gözlerine kurnanın üzerindeki mermere acemice kazınmış kalyon
resmi ile uyduruk beyit takılı kaldı: ,
Şifa bulur pır ü alil Be dest-i dellak
Halil
İ. i i Şahin oradan telaşla ayrılırken
kalbi hâlâ Tomruk Emi-ni'nin korkusuyla inip kalkmadaydı. Kendisini yakaladığı
vakit cinayetten tutuklayıp öldüreceğini sandığı adam ise o sırada buzlu bir
kadeh şarap daha yuvarlayıp zihninden Şahin'i geçirmeye başlamıştı. İçkiyle
buğulanmış zihninde onu iştahla her yerde arıyor, bulunca da iki ayrı kişiye
birden satıyor, ölüsünü isteyenden evvel dirisini isteyenin vereceği altın
keselerini hayal ediyordu. İshak Efendi'den alacağı bahşiş hiç şüphesiz İbrahim
Paşa'nınkinden büyük olacaktı. Kazasker Efen-di'yi sorguya çekerken fazla
hırpalamamakla iyi etmişti. Bunun şerefine bir kadeh daha içmeliydi. Hatta
keşke onu adamlarına kaçırttığı vakit kaçıranların elinden kurtarmak gibi bir
kahramanlık planı da kursaydı da güvenini tamamen kazan-
saydı!..
Hamam âleminde herkes sızıp kalınca
Şahin ile Yeye de sabaha karşı küllerin üzerine yine sırt sırta uzandılar. Yeye
yatar yatmaz uykuya varmıştı ama Şahin'in zihninde ertesi gün için bin bir
düşünce dolaşıyordu. Kurnanın üstünde yazılı be-
158
yit açıktı: "Yaşlılar ve hastalar,
Tellak Halil'in kurnasında yıkanmakla şifa bulurlar." diyordu. Besbelli ki
hamam tellakları arasında sahip oldukları kurnalara damgalarını kazıma âdetinin
bir uzantısı olarak bu adam da acemice bir şiir uydurmuştu. Çünkü tellaklar
kurnalara sahip çıkar, oraya gelen müşteri memnuniyeti ölçüsünde bahşiş
toplarlardı. İçlerinde seçkin müşterileri için özel hizmetler veren,
keselemeden öte masaj yapanlar da vardı. Kurnanın üzerindeki kalyon resmine
bakılırsa bu kurnanın sahibi tersane azılılarından veya kaçkınlarından
olmalıydı. Bayezit Hamamı'nda bir kurna sahibi olmak önemli bir gücü elde
bulundurmak ve çeteleşme eğilimindeki hamam tellakları arasında saygınlık
demekti ki bir tersane ız-bandutu için bu çok da zor olmasa gerekti. Kendisi
çalışsa veya başkasına kiralasa bile buradaki kurnadan oldukça yüksek bir gelir
elde ettiği kestirilebilirdi. Beyitte yazılı olduğuna göre adı da Halil
olmalıydı. Öyleyse burası ünlü Patrona Halil'in kurnası olmalıydı. Ah bir de,
külhanbeyleri arasında adı efsane gibi dolaşan bu adamın kim olduğunu görseydi.
Belki de bu gece karşılaşmışlardı ama yüzlerdeki maskeler kimin kim olduğunu
gizliyordu. Bıçaklı Pençe dedikleri adam da önemli biri olmalıydı. İleride bu
ismi tekrar duyacağından şüphe yoktu. Konuşmalar arasında duyduğu put-şiken
(put kıran) kelimesinden İbrahim Peygamber'i, put-nişan (put diken)
kelimesinden de Sadabat'daki havuzlara aslan, ejderha, yılan yanında kadın
rölyefleri de diktiren İbrahim Paşa'yı anlamak mümkündü. İyi de Kaf Dağı'ndan
gelecek yay kaşlı, servi boylu, mim dudaklı sevgili kim idi?
159
28.Sual: Bir Matem Damlası Kalbi Deler
m!?
Hafız Çelebi başını yere eğip uzun uzun
düşündü. Bir ailesi ve dolayısıyla bir çocuğu yoktu. Acaba bir delikanlının
sorumluluğunu alabilir miydi? Eğer alacaksa ona lale yetiştirmeyi öğretmeyi ve
medreseye gönderip okutmayı çok arzu ederdi. Karşısında bekleyen çocuk gerçi
zeki idi, hatta çok zeki idi. Fiziği düzgün, ruhu latif, aklı bol, inancı
temiz, yüzü güzel birisiydi ama delikanlılık çağına gelmişti, bu bahçede sürüp
gidecek bir hayat hoşuna gider miydi?
Sonunda "Gayret bizden başarı
Allah'tan!" diyerek kollarını iki yana açtı. Topaç Yeye ile Hafız Çelebi
sanki baba oğul gibi kucaklaştılar. Hafız Çelebi bütün ömrünü çocuksuz
geçirdiğine, Yeye de daha önce bir baba kucağı görmediğine ayrı ayrı kırık
kalpler ile hayıflandılar. Hele Hafız Çelebi'nin mektep medrese bahsini açması
Topaç Yeye'ye hemen her hayalinin üstünde bir armağan gibi gelmişti.
160
Kara Şahin, Bayezit Hamamı'ndaki âlemden
sonra Yeye'nin bir gün kötü yollara düşürüleceğinden ve şehrin evbaş u kal-laş
hezele güruhuna takılıp kalacağından korkmaya başlamış, onu bu çıkmaz yola
girmeden kurtarmayı aklına koymuştu. Kendi peşinde olan adamların ona bir zarar
vermelerine ise hiç tahammül edemezdi. Üstelik bu çocukta parlak bir zekâ
vardı, iyi yetişirse çok yararlı işler yapabilirdi. O bir cevherdi, işlemeye
sarraf gerekiyordu. Hafız Çelebi'nin yanında kalma teklifini kabul etmesiyle de
bu sarrafı bulduğunu düşünüp derhal soluğu Kâğıthane Deresi'ndeki
kaplumbağaların yanında almışlardı. Hafız Çelebi ise kendisinden sonra
lalelerinin sırrını öğretebileceği bir evladı olduğuna sevinirken Yeye
medresede okuyacağı kitapların heyecanını duymaktaydı.
Burası Kara Şahin ile yollarının ayrılma
noktasıydı. Ama irtibatları kesilmeyecekti. Hatta aralarındaki anlaşmaya göre
Topaç Yeye Hafız Çelebi'nin himayesinde, Kara Şahin'in sakladığı lale soğanını
özenle yetiştirecek, bahar gelince de Nakşı-gül'ün katillerine çıkacak yolda
beraber yürüyeceklerdi. Bunun için Kara Şahin'in bütün öyküsünü Hafız Çelebi'ye
anlattılar. Çelebi onlara inandı, ikisini de sahiplendi ve karşısına alıp uzun
uzun nasihatlerde bulundu. Topaç Yeye ilk defa o gecede, bir baba ağzından
duyacağı sözler duydu:
"Oğul, sen çok zeki bir evlatsın,
amma her kimde ki şu özellikler yoktur, aklı tam sayılmaz. Kişi odur ki dünya
malından ihtiyacı kadarını alıp fazlasını yoksullara dağıta. Tevazuyu şereften
daha fazla seve. ilim istemekten bıkmaya. Başkalarının ihtiyaçlarını gidermeyi
küçük görmeye. Başkasındaki iyilikleri büyütüp kendi iyiliğini hiçe saya. Herkesi
kendinden üstün göre..."
Hafız Çelebi, Yeye'yi sevmişti. Ama Kara
Şahin'i sahiplenmekle bir risk aldığını biliyordu. Kolluk güçlerine haber
vermeyecekti, ama onlarla başının belaya girmesini de istemezdi. Şahin mert bir
delikanlıydı. Başından geçenleri anlattığı vakit
161
ona tamamen inanmıştı. Yüzünden
yüreğinin temizliğini okuyabiliyor, konuşmaları arasında herhangi bir
samimiyetsizlik hissetmiyordu. Ancak bu tecrübesizlikle ortalıklarda dolanıp
durmasının sakıncalı olacağını, katil diye aranan bir insanın -kılık
değiştirmiş de olsa- İstanbul şehrinde fazla saklanamayacağını biliyordu. Bunun
için ona da nasihatlerde bulunmaktan geri durmadı:
"Efendi evladım! Yapacağın işleri
bir bilene danış. Sakın ha, danışmayı terk etmekle doğru bulunmaz. Senin
yürüdüğün yolda sabırsızlık sabırlı olmaktan daha yorucudur. Düşmanın büyüğü,
hilesi gizli olandır; o halde düşmanlarının hilelerini başlarına geçirecek bir
tedbir bulmadan ortaya atılma. Nice ucuz kazançlar vardır ki sonunda ziyana
sebep olur. Sen en sonda kazanan olmaya bak. Hiçbir şeyi hemen halledeceğini
zannetme. Gençlik hevesiyle olmayacak hayaller kurma. Senin gücün devletin
gücünden büyük değildir. Çok umutsuz olma, ama tedbirli olmayı da bırakma. Bir
şeyi çok umut etmek, umuda köle olmaktır. Dikkat et, fakirliğin en büyüğü
ahmaklık; zenginliğin en üstünü akıldır. Aklını iyi kullan! Ortaya düşme,
sebepler olgunlaşmadan sonuca yürüme. Arada sırada bir müddet geriye çekil,
kalbini dinle, kendi yaptıklarını aklın ile değerlendir. Pişman olacağın şeyi
yapma."
Hafız Çelebi gecenin sabaha evrilen
saatlerine kadar her ikisiyle de uzun uzun konuşmuş, ertesi sabah yaşanacak
veda sahnesinin etkisini azaltacak sözler söylemişti. Birbirlerinin kalp
atışlarını dinleyerek uyudukları o gecenin derin acısı daha evvel nefesleri
birbirine karışarak geçirdikleri gecelere kıyasla pek ağır olmuştu. İşte bu
yüzden vedalaşmalarındaki hüzün, doğmakta olan güneşin bütün ihtişamını
gölgelemiş, sabahın ılık meltemini trajediye dönüştürmüştü. Her ikisinin
de-içlerinin titrediği o anda paylaştıkları yegâne sevinç umutlarını
bağladıkları lale soğanının toprağa düşmüş olmasıydı. Gü-
162
neş Çağlayan sırtlarından yüzünü
gösterdiği sırada Yeye, Hafız Çelebi'nin gösterdiği yerde bir çukur açmış, Kara
Şahin de yine Çelebi'nin okuduğu dua eşleğinde, kuşağında sakladığı lale
soğanını gömerek üstünü kapatmıştı. Laleye o anın ruhuna uysun diye
"Katre-i Matem" (Matem Damlası) adını koydular. Hüzünlü kalpleriyle
birbirlerine bakıp sevindiler. Hepsinin içi rahat idi artık. Geriye baharın gelişini
beklemek ve Katre-i Ma-tem'in diğer eşini aramak kalıyordu. Bu arada Katre-i
Matem'i her gün kontrol etmek, tilki, kunduz, ayı gibi yürürler ile kaz, ördek
gibi uçarlardan korumak Yeye'nin görevi olacaktı. Ona bu işlerin nasıl
yapılacağını da Hafız Çelebi öğretecekti.
Katre-i Matem'in duası bittikten sonra
hiçbiri oradan ayrılmadı. Daha doğrusu hiçbirisi oradan ilk ayrılan olmak
istemedi. Gök ağırlaşmış, üstlerinden bastırmadaydı sanki. Uzunca bir sessizlik
oldu. Hiçbirisi başını yerden kaldırmıyor, ilk konuşanın öteki olmasını
istiyordu. O sırada Yeye'nin çiy tanelerine karışan gözyaşları boşanıverdi.
Şahin'e ne kadar alıştığını ve onu ne derece sevdiğini saklayamamıştı; koşup
boynuna sarıldı. İşte bu onun çocuk yanıydı. Tombul bedenine, derin bilgisine
ve zeki kavrayışına rağmen çocuk kalan yanı. Çocukluğunu yaşayamamış olmaktan
arta kalan bu davranışı bile onun, Kara Şahin'i haklı çıkaran bir himaye
zeminine muhtaç olduğunu gösteriyordu. Kara Şahin'e göre Hafız Çelebi onun için
sükûnetli bir liman sayılırdı. Yeye'ye göstermekten çekindiği iki damla yaş
yanaklarına süzülürken, biraz da bunun için ağlamanın ayıp olmayacağını
düşünüyordu. İkisi birbirlerine sarılmış öylece kalakaldılar. Tam o anda hiç
alışılmadık bir Şey oldu. Hafız Çelebi'nin bahçesinin üstünü kara bulutlar
kapladı. Yalnızca bir küçük delikten yere silindir bir kütle halinde inen güneş
ışığı yavaşça geldi, geldi ve dünyada birbirlerinden başka kimsesi olmayan bu
iki insanın başı üstünde azıcık eğleşti. O anda sanki gönüllerinden kopup gelen
sevgi ale-
163
vinin yakıcılığını taşıyan
yanaklarındaki damlalar ile toprağa bıraktıkları Matem Damlası arasında bir bağ
oluştu ve bulut kapandı, ışık oradan göğe çekilip gitti. Hafız Çelebi ikisine
birden sarıldı:
"Şahin Oğlum! Katre-i Matem güzel
bir çiçek açacak; inşallah senin bahtın da onun kadar güzel olur; illa ki her
şeyi Katre-i Matem'e bağlı düşünme. Bakarsın açmayıverir, bakarsın kurt yer,
bakarsın eşi bulunmaz, bakarsın..."
"Biliyorum efendim, elbette
biliyorum. Katre-i Matem bana Nakşıgül'ün katillerini getirivermeyecek. Onları
ben arayıp bulacağım. Katre-i Matem olsa da, hatta olmasa da!.." "İyi
o halde, şimdi veda vaktidir."
Kara Şahin'in o günlerde kuşağında
gezdirdiği söğüt yaprağı küçük bir çakısı vardı. Annesinin çok değer verdiği
bir çakıydı bu ve onun ölümünden sonra tavandan dökülen incilerle birlikte
kucağına düşmüştü. O da bu çakıya sanki babasından kalmış bir hatıra gibi sahip
çıkıyordu. Birkaç gün evvel İncili Konak önünden geçerken aklına gelmiş,
kapının tokmağını vurup kapıyı açan teyzeden ekmek dilenmek bahanesiyle onu
içeri göndermiş ve bahçedeki kuyu çıkrığının altında, bıraktığı yerden alıp
torbasına atıvermişti. Yeye'nin gözyaşlarını sildikten sonra bu çakıyı avucunun
içine koymuş, itiraz etmesin diye de parmaklarını kendi elleriyle yummuş, dört
el, iki kalbi ölünceye kadar birbirine kenetleyecek şekilde birbirini sıkmıştı.
Topaç Yeye o sırada Baharistan kitabında okuduğu iki gencin öyküsünü hatırladı.
Birbirlerine can adayan ve öylece ölen o iki genç belki de birbirlerini Kara
Şahin ile Topaç Yeye kadar sevememişlerdi. Çünkü Kara Şahin istese onun için
ölürdü.
Kara Şahin ardına bakmadan giderken
kulağında kalan son
cümleler Hafız Çelebi'nin lale soğamyla
birlikte Yeye'yi de iyi yetiştireceğine dair müjdeler veriyordu:
164
"Oğulcuğum! Selim ve ince zevki
hiçbir medeniyetten aşağı kalmayan atalarımızın çiçeğe bakışı, tabiatın her
güzel şeyini sevmiş olmanın tezahürüyle onu üretmek, çoğaltmak ve gelecek
nesiUerince yetiştirilmesine zemin hazırlayarak görünür kılmaktı. Türk, çiçeği
ve bahçeyi atasından gördüğü bir gelenek diye de, dininin bedii anlayışı olarak
da sevmiştir. Bilmelisin ki..."
* * I
-derkenar-
iki gencin öyküsü
Bir zamanlar yaşlı bir adam ah çekmeyi,
gözyaşı dökmeyi âdet edinmişti. Bir dostu ona bunun sebebini sordu. O da anlattı:
Ben bir köle tüccarıydım. 300 liraya bir
cariye satın almıştım. Yüzü aydan aydın, dudağı şekerden tatlı bir dilberdi.
Işue ve naz mesleğinde onu yetiştirdim. Çok emek çektim. Çok gayret sarf ettim.
Pazara götürdüğümde pazar kızıştı, müşteri çoğaldı, fiyat yükseldi. Satmadım,
bekledim, ikindi bereketi, silahlar kuşanmış karayağız bir delikanlı atının
üstünde çıkageldi. Benim cariyemi görünce atından indi, yanına yaklaştı,
gülümsedi ve "Adın ne?" dedi. Cariyemin de ona gülümsediğini gördüm. Delikanlı
bana döndü ue fiyatını sordu. "Kendisi tam ayar altın bebektir ve tam ayar
bin altın eder," dedim. Hiçbir şey söylemedi. Oralarda biraz gezinip
oyalandı. Sonra cariyenin avucuna gizlice bir şey sıkıştırıp gitti. Akşam
olunca bunun yüz altın olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Ertesi gün cariyemin
değeri daha da arttı. Ben satmayı geciktiriyordum. O gün ikindi vakti o
delikanlı yine geldi. Yine kızın avucuna yüz altın bırakmış. Böyle dört gün
devam etti. Beşinci gün delikanlıyı takip ettim. Kaldığı yeri öğrendim. Sordum,
soruşturdum. En son atım satmış. Altıncı gün köle pazarına
165
yine geldi. Lakin cariyeyi yalnızca
uzaktan seyretti. O gece kızın elinden tutup delikanlının evine götürdüm.
"Benim bu gece acil bir işim çıktı. Bu köleyi sana emanet bıraksam yarma
kadar kollayıp gözetir misin?" dedim. Önce kabul etmek istemedi, sonra
razı oldu. Ben kaldığım hana dön- ' düm. Gece aralarında nasıl geçer,
beraberlikleri ne şekilde yürür diye düşünerek yatağıma oturdum. Gece yansına
doğru kapım şiddetle yumruklanmaya başladı. Açtım. Cariyem ağlıyor ve
titriyordu. "Sana ne oldu; o genç ile aranızda ne geçti?" dedim.
Ağlaması durmuyordu. Neden son-
ra mırıldandı "O genç öldü."
"Bu nasıl oldu peki?
"Bu nasıl oıau peıu:
"Sen ayrılınca beni içeri aldı.
Bana yemek getirdi. Ben yerken o oturup beni seyretti. Elimi yıkamam için leğen
getirdi. Sonra bir yatak serdi. Üzerime misk ve gülsuyu serpti. Bana gözlerimi
yummamı söyledi. Yumdum. Parmağını yanağıma koydu. 'Suphanallah! Bu ne güzel
sevgili; ne etkileyici bir güzellik!' diyor, bunu tekrarlayıp duruyordu. Sonra
birden, 'Allah'a aitiz ve ona döneceğiz!' ayetini haykırdı ve düştü. Gözümü
açıp sarstım. Canını Al-
lah'a teslim etmişti."
lah'a teslim etmişti.
Cariyem bunları anlattıktan sonra sabaha
karşı o gencin adını sayıklayarak ruhunu teslim etti. İşte benim bütün bu
ağlamalarım o iki aşılan anısınadır. O iki temiz ve zarif genç gibisini belki
bir gün bir yerde buluueririm diye dünyada dolanıp durmadayım. Yaşadıkça bu
arayışımı sürdürecek ve böylece de öleceğim.
166
29. Sual:
- Şeyh Efendi! Müsaade
Ederseniz Soyunacağım!.
Kara Şahin duyduğu her yeni cümlede bir
kez daha hayrete düşüyordu:
"Allah vardı, onunla beraber hiçbir
şey yoktu. Şimdi de öyle, önce olduğu gibidir. 0 halde varlığını yok et ve
bilinmezlik toprağına göm; çünkü gömülmeyen şey bitmez. Tefekkür kalbin
kandilidir; o giderse kalp için ışık yok demektir. Ariflerin kalpleri ve
sırları, nurların doğduğu yerdir. Seni birisi hak ettiğin şekilde övdüğünde,
sen de o hali sana veren Allah'ı övmeye başla ki ariflerden olasın. Her
varlıkta Allah'ı gör, her varlığı Allah suretinde gör. Bir gülün kesretinde ve
bir lalenin vahdetinde Allah ile ol."
Anlatılanlar sanki daha birkaç gün evvel
Kâğıthane'deki o gecede Hafız Çelebi'nin ağzından dökülen cümlelerdi. Oysa
Şimdi Beşiktaş'ta Çırağan Yalısı bitişiğindeki Mevlevihane'nin semahanesinde
vaaz eden bir şeyhi dinlemekteydi. İki insa-
167
nın anlatış üslubu, anlattıkları
konular, tonlama ve vurgulan bu derece birbirine benziyorsa eğer, her ikisi de
aynı hocanın dizleri dibinde yetişmiş olabilirlerdi. Çünkü ikisi arasındaki
fark yalnızca mekânlarda idi. Birincisi Cendere Deresi'nin şırıltı akisleriyle
beslenen mütevazı bir kulübe, diğeri Boğaziçi'nin ihtişamlı manzarasıyla dolan
bir sahil saray. Birincisinde, işi, açtırdığı çiçeklerle gönüller imar etmek
olan bir bahçıvan; ikincisinde, imar ettiği gönüllerde çiçek açtırmak isteyen
bir şeyh. Birincisinin gönül tarhları bahçesinde, ikincisinin bahçe çiçekleri
gönlünde. Birincisi çiçeklerin mevsimini ruhunda yaşıyor, ikincisi mevsimin
çiçeklerini çevresine yığıyor. Birincisi çiçek aşkını mesleğe dönüştürmüş,
ikincisi aşk mesleğini çiçekle icrayı tercih etmiş. O kadar ki, semahanenin
pencereleri önüne, namaz kılınan mescidin safları arasına dizi dizi saksılarda
rengârenk çiçekler bile koydurtmuş. Hem de zemheri soğukları kapıda bekler,
İstanbul'a ilk karlar düşmeye hazırlanırken. Aynı sohbeti iki ayrı mekânda aynı
şekilde dinlemek Kara Şahin'in ham gönlünü pişirecek gibiydi. Şeyh Ahmet Dede
sanki Hafız Çelebi'nin kaldığı yerden devam ediyordu:
168
"İçinde su şırıltısı duyulmayan bir
Türk evi düşünmek zordur. En seçkin mevsim çiçekleri o evlerin hiç olmazsa
nakışlı tavanlarında bekler. Çiçekler, yüce Tann'nın kudretinin incelikle,
zevkle belirginleşmesine mazhar olmuşlardır. Her ibadet, çiçeklerin cana can
katan kokuları arasında gönülden bir rabıta olur. Siz de Mevlevihane'mizin
cumbalarına, pencere alınlıklarına, sahile bakan bütün cephelerine çiçek
tohumları ekiniz. Bahçeyi lale soğanlarından boş bırakmayınız. Bu senenin en
güzel laleleri bizim bahçemizde yetişsin inşallah. Ta ki sultan efendimiz gibi
devletlûlar da onları görmeyi teşrif etsinler, halkamıza dahil olsunlar."
Kara Şahin, bir an öksürüğünü zaptedip
sözün burasında dikkat kesildi. Ocakta yanan odunların karşısında ateşin
sıcaklığı hızlı tesir etsin diye dermansız kalan kollarını ve bedenini
sıvazlarken "Fırsatı kaçırdınız dedem! Bu senenin en güzel lalesi çoktan
toprağa düştü bile!" diye geçirdi içinden.
Yeye'yi Hafız Çelebi'ye teslim ettiği
günden sonra kendisi için de bir sığınak aramak zorunda olduğunu biliyordu.
Katre-i Matem'in açtığı zamana kadar, bütün bir kış boyunca, aslında
yapılabilecek fazla bir şey de yok gibiydi. Şimdilik fırtınaların dinmesini,
ortalığın yatışmasını, izinin toza karışmasını beklemek uygun düşerdi. Belki bir
kış geçmesi, Katre-i Matem'in açacağı günlerin gelmesi gerekiyordu. Avare
olmuştu. Üç gün sokaklarda dolanıp durmuş, kendine bir çatı bulamamıştı.
Şiddetli bir yağmurun altında, öksürük nöbetleri geçirmiş ve titremesi hummaya
çevirirken yolu buraya düşmüş, "Soyunmaya geldim!" deyivermişti.
Mevlevi tabirince "soyunmak",
dervişliğe girmek demekti ve tasavvufta dünya ilgilerinden ve meşgalesinden
ayrılıp Allah yolunda olmayı ifade ediyordu. Neden birdenbire "Soyunmaya
geldim!" demişti, bunda mevsimin kışa yaklaşması mı, kalacak bir yerinin
bulunmayışı mı, hastalığına gösterilmesi
169
gereken acil tedavi arzusu mu, Hafız
Çelebi'nin bir müddet ortadan kaybolma tavsiyesi mi, dervişlerin sükûnet içinde
hayat sürmeleri mi, içinde oluşan manevi boşluk hissi mi, yoksa burada
anlatılanların ruhuna uygun gelmesi mi etkili olmuştu, bi-, lemiyordu. Bütün
bunlar bir anda zihninden geçiveren şeylerdi ve soyunmak için şüphesiz daha
başka sebepler de bulabilirdi. Ağzından öylesine çıkıveren bu cümlede isabet
ettiğine karar verip tekrarladı:
"Evet efendim; müsaade ederseniz
soyunacağım!" Şeyh Efendi onun birkaç zaman tekkede ense yapmak üzere
gelen sokakta kalmışlardan biri olduğunu, bu ani kararın sıcak aş ile yumuşak
yatak arzusundan kaynaklandığını düşünüyordu. Çünkü kış kapıdayken üzerindeki
döküntü kıyafetler onun soyunma arzusunda samimi olmadığını hemen ele
veriyordu. Buna rağmen Şeyh Efendi onu kırmadı, içinden zavallının
"Soyunmaya geldim!" deyişine gülmek geçiyordu ama dudaklarını ısırdı,
yalnızca şöyle fısıldayabildi:
"Soyunmak kolay evladım, amma seni
evvela bir giyindir-meliL Talep ve arzu, şan değildir; asıl şan iyi ahlaktır.
Burası güzel ahlak içindir. İnsanın giyinebileceği en iyi elbise güzel
ahlaktır."
Sonra da iki kez elini çırptı. Kapıda
beklemekte olan meydancı huzura girip diz çöktü:
"Buyurunuz efendim!"
"Götür bu canı. Kazancı Dede bir
kat urba verip bir hücreye yerleştirsin. Derman Dede de hastalığına
baksın."
Şeyh Efendi Kara Şahin'e "can"
demişti. Sanki annesinin ona "canım!" demesi gibi. Taşlıktan derviş
hücrelerine yürürken birkaç haftadır ilk kez içinde korku taşımadan derin bir
nefes aldı. Katre-i Matem baharda topraktan çıkasıya kadar kendisi de burada
gözlerden nihan olacak, korkusuz ve huzurlu bir kış geçirecekti. Öyle umuyordu.
170
Derman Dede gençliğinde hekimlik tahsil
etmiş bir dervişti. Kara Şahin'in üstündeki her şeyi çıkartıp kuru keçelere
sardı, derviş hücrelerinden birinde bolca ateş yaktırıp terletti, özel
hazırladığı papatya çayları içirdi ve gece boyunca başından hiç ayrılmadı.
Sayıklamalarını dinledi, elini bırakmadı. Şahin daha sonra o ilk geceyi hep bir
hikâye ile birlikte hatırladı. Rüyasında mı görmüştü, Derman Dede başucunda bir
kitaptan yüksek sesle okumuş veya birine mi anlatmıştı, kestire-miyordu.
Bildiği, Mevlevihane'de geçen ilk gecenin sonunda Mecnun'un Leyla'ya oları
aşkının boyutunu öğrenmiş olduğuydu. Dervişlerin bin bir taneli tespihin
çevresinde halkalanarak yaptıkları İsm-i Celal zikrinde, ortada dolaştırılarak
dervişlerin nefesleriyle okunmuş şifalı sudan içerken de, şeyh efendiye
görünmek ve durumunu arz etmek için huzura götürülürken de aklında bu hikâye
vardı.
III
-derkenar-
mecnun'un leyla'ya olan aşkı
Günlerden birinde Mecnun'a rastlayan
gönül ehli bir yolcu sordu:
"Leyla hakkında ne biliyorsun? Bana
Leyla'dan haber ver!"
Mecnun o anda baş aşağı yıkıldı, yola
serilip kaldı. Sonra inler gibi mırıldandı:
"Bir kere daha Leyla de! Benden bir
şeyler sorup durman beyhude. Madem Leyla diyorsun, soruna cevap olarak Leyla
adı kâfi değil mi? Ne kadar mana incisi delinse, yine de Leyla adı kadar
değerli değildir. Leyla'nın adını andın mı, cihan içinde cihanlara sır söyledin
demektir. Leyla adı hatırımda dururken başka bir adı bir an bile ansam küfürdür
bu."
171
Bunu duyan o gönül ehli şu şiiri
söyledi: Mecnun ki "La ilahe illa!" der idi Teklif-i visal eyleseler
la der idi Sol mertebe meftun idi Leyla'sına kim Mevla diyecek mahalde Leyla
der idi Mecnun bunun üzerine toparlanıp oturdu. Toprağı karıştırmaya başladı.
Sanki orada bir şey arıyor, eşeliyordu. Adam dedi ki:
"A biçare, ne arıyorsun?"
Mecnun bir ah edip cevap verdi: "Elbette Leyla'yı arıyorum."
"İyi ama Leyla yerde ne gezer;
öylesine berrak bir incinin yol toprağında ne işi var?"
"Elbette o melek yaratılışlı yerde,
toprakta olmaz, ama ben onu nerede olursa ararım. Belki bir an gelir, bir yerde
buluueririm."
Mecnun "La ilahe illa (.. .dan
başka ilah yoktur)" diyordu. Leyla ile kavuşma teklif ettiklerinde ise
"la (hayır)!" diyordu. Leyla'ya o derece tutkun idi ki, bazen şaşırıp
"Mevla" diyeceği yerde "Leyla" deyiveriyordu.
172
II. BÖLÜM
Düğüm: Bu Şehr-i Sitanbul ki...
(Mayıs 1730)
Kendisiyle sevineceğin şeyler az olsun
ki,
kaybettiğinde üzüleceğin şeyler de
azalmış olsun.
30. Sual:
- Hangisini Alayım Saki!.. Gülü mü,
Kadehi mi, Seni mi?
İkindi güneşinin nisan ıtırlarına yansıyıp
oradan çaldığı renkler ile havuzun fıskiyelerinde kırıldığı bir bahar
eğlencesinin tam ortasındaydılar. Sadabat'ın tam da tenezzüh günleri
yaşanıyordu. Fatma Sultan ile nedimelerinin eğlendikleri harem bahçesinden şuh
kahkahalar ile def sesleri geliyordu. Yine dizelerin cümlelere baskın geldiği
bir meclisti. Havuzun çevresinde dizi dizi sofralar, sofraların başında
peykelerinde oturan hanımlar, arkada bir hanende takımı ve köçekler, mezeleri
ve badeleri taşıyan hizmetkârlar... Bahçenin dışında, derenin iki yanında
kadınların ve erkeklerin öbek öbek oluşturdukları küçük gruplar, uzaklarda
ağaçların altında salıncağa binen genç kızlar ve onların çevresinde dolanıp
duran delikanlılar, oyuncakçılar, seyyar satıcılar, atlar, süslü öküz
arabaları, hokkabazlar, ateşbazlar. Bir de çevreye yayılırken birbirine karışan
saz nağmeleri ve eğlence sesleri... Sadabat'ın lale zamanı.
175
İbrahim Paşa, Fatma Sultan'ın yanına
otururken kulağına onu sevdiğini fısıldayıp sonra sohbete başladı:
"Mah-cemalim, ay yüzlüm! Pederiniz
sultan hazretlerinin mahsus selamlarını takdim ederim size. Elçi kabulünde
beraberdik bugün. Üsküdar'da bir Mekteb-i Berr-i Hümayun açmayı planladık.
Malum, geçen ay mücellithanemiz kurulmuştu; matbaada basılan kitaplardan ilk
ciltlenen on tanesini pederiniz haşmetmeab hazretlerine arz ettik. Pek mahsus
oldular."
Paşa anlattıklarından Fatma Sultan'ın
sıkıldığını görüp lafı değiştirmek istedi. Böyle durumlarda, Fatma Sultan'ın
pek sevdiği, şiirsel cümleler kurma yolunu seçer, ona iltifatlar
ederdi.
"Neyse geçelim şimdi devlet
umurunu; şad eylemek için gözlerimin nurunu. Şu güzel günde azıcık keyfimize
bakalım mı; sultanımın izni olursa eğer gönül kandilimizi yakalım mı?!.."
Fatma Sultan, gençliğin ve güzelliğin
ateşiyle cevap verdi:
"Hay hay efendim, şah-ı
menendim!.."
"İşte size Nedim'i getirdim, şehir
oğlanını; mısralarıyla kaynatsın diye meclisin kanını."
Fatma Sultan çevresine bakındı. Evet,
şair Nedim işte oradaydı. Sevindi. Şiiri eskiden beri pek severdi. Gerek saray
kütüphanesinde, gerekse özel kitaplığında bulunan divanlardan sık sık şiir
okurdu ama Nedim'in şiirleri bambaşkaydı. Onun zarif ve şuh ifadelerinde bir
kadın ruhuna hoş gelecek her şeyin bulunduğuna inanırdı. Şiir merakı onun
sözlerini de şiir-selleştirmiş gibiydi. Paşanın kafiyeli cümlesine billur bir
şakıyışla karşılık verirken o da maharetini gösterdi. Mecliste sanki bir kafiye
oyunu oynanıyordu:
"Şakısın o halde Bülbül-i Şeyda'mız
ve devam etsin safamız."
"Sazendeler dokunurken udların
tellerine, Nedim mısralar döksün o zarif ellerine."
"Çırağan faslında bir gece çalalım
felekten."
176
"Bal süzelim arıdan, renk alıp
kelebekten." "Meclis donatılsın baştan başa, gelsin yine
badeler." Atışmanın burasında söze Nedim Efendi de karıştı. Bu, birkaç
dakika içinde meclisin nüktelerle, zeki hayallerle dolmaya başlaması demekti.
Zira o günlerde Nedim'in şöhret rüzgârı pek kuvvetli esiyordu. Yıldızı
parlamış, her meclisin çerağı olmuş, gönüller aydınlatıyordu. Gerçi yazdığı
şiirlerin, diğer şairler tarafından değersiz ve ilkel bulunduğu zamanlar olmuştu
ama halk da pek seviyor, bazıları bestelenip dilden dile dola-Ş'yordu. Nedim
Efendi'nin mısraları, beyitleri, gazelleri, şarkı-
177
lan, kasideleri derken bütün bir
İstanbul mesirelerinde şuh kahkahalar, oynak musiki nağmeleri ve hafifmeşrep
bir rindlik hüküm sürüyordu. Vezir onun bu yönünü birkaç yıl evvel keşfetmiş,
her meclisine çağırıyor, bahşişler, ihsanlar ile gönlünü hoş ediyordu. Hatta
iki ay evvel sultanın da teşrif ettiği bir' helva sohbetinde okuduğu şiiri
beğenince dayanamamış, ağzı-nı pırlanta ve incilerle doldurmuştu. Tabii padişah
hazretlerinin sitemine de katlanarak.
Nedim Efendi de işini iyi yapıyordu.
Cinsel tercihlerinde aykırı biriydi ama meclis adabını biliyor, her nabza göre
şerbet veriyordu. Tavırlarındaki açıklık ve şiirlerindeki güç ile bir kafiye
yakaladı mı derhal taşı gediğine koyuyor, söz sırası kendisine gelmeden
konuşabiliyordu da. Fatma Sultan'ın "...gelsin yine badeler" arzusuna
kafiye uydurmaktan kendini alamayışı işte böyle anlardan biriydi:
"Şarap yaşlıca olsun, çalsın
oynasın tazeler." İbrahim Paşa Nedim'in bu uluorta kafiye gösterisinden
hoşlanmasa da onu gücendirmek istemedi. Küçük bir sitemle
geçiştirmeyi yeğledi:
"Söylesin sırayla herkes, ortaya
söz atılmasın; felekten
kâm alalım ve kaşlar çatılmasın."
Fatma Sultan ortamı yumuşatmak istedi:
"Nedim nâmına bir şâir-i cihan var
imiş madem, yeni bir şarkı tertibiyle bizleri etsin hürrem."
"Hem bu şarkı yalnızca bu salonda
okunsun, hayal anlatsın, ama hakikate dokunsun."
"İşte bir imtihan sana ey şair-i
zamane; işte saz, işte meclis, yoktur artık bahane!.."
"Ferman sizin efendim, boynum
kıldan ince, hele güzel cariyeler de şu meclise gelince; bunca ilham perisi
kafiyeme redifken, efendime bir değil bin şarkı sunarım ben."
"Kalem kâğıt amade!"
178
"Bir kadehçik de bade!"
"Şakilik şanındandır."
"Efendimin ihsanındandır."
"Pervaneniz olsam da aklınıza
takılsam."
"Gecenize mum olup erisem ve
yakılsam."
Nedim cümlesinin burasında birden durdu.
Karşıdan elinde bir tepsi, üzerinde de lale görünümlü iki dolu kadeh ile
gelmekte olan bir Leh cariye görmüştü. Yakasına bir gül takmıştı. Ağır
adımlarla, izlendiğini bilerek ve şuh bükülüşler, kıvrılışlar ile yürüyordu.
Kadehlerden birini İbrahim Paşa'ya sundu. İkinci kadehi sunmak üzere Nedim'e
doğru yöneldi. Bu arada telaşından göğsünde takılı gül düşüverdi. Eğilip diğer
eliyle gülü aldığı sırada mecliste derin bir sessizlik oluştu. Herkes Nedim'in
nasıl teşekkür edeceğini merak ediyor gibiydi. Ama o daha teşekküre sıra
gelmeden meraklı kulakları şuh avazesiyle doyurdu:
Bir elde câm, bir elde gül, geldin
sâkiyâ Hangisin alsam gülü, yahud ki camı, ya seni*
İbrahim Paşa, Nedim'in harfendazlığını
ve cariyesine işmar edişini kahkahalarla karşıladı. Yalnız onu daha fazla
çıldırtmak için ertesi gün bu beytin başına ve sonuna başka beyitler ilave
ederek bir gazele dönüştürmesini istedi. Saz sesleri yükselmeye, meclis
ısınmaya başlamıştı. Bu yıl lale zamanının evvelki yıllardan daha şenlikli
geçeceğini konuşuyorlardı.
Ne olduysa işte o sırada oldu. Birden,
dört köşesinde ejderha başlıklı fıskiyeleri olan havuzun halka açık cihetinden
nefes nefese kendini meclise atan bir adam belirdi. Muhafızlar
Bir elinde gül, diğer elinde kadeh ile
geldin ey saki! Bilemiyorum hangisini alayım, gülü mü, kadehi mi, yoksa seni
mi?
179
gafil avlanmışlar, neredeyse bahçenin
ortasına kadar ilerlemiş olan adamı durdurmaya çalışıyorlardı. Aralarındaki
tartışmanın gürültüsüne İbrahim Paşa müdahale edip adamı huzura çağırttı. Onu
bir misafir gibi karşıladı. Titreyen bacaklarına ve elindeki ıslak, yarı
yırtık, yosunlanmış ve çamurlu torbaya bakarak bir meczup veya dilenci
zannetti. Lakin adam kararlı bir şekilde elindeki torbayı İbrahim Paşa'nın
önüne koydu ve
kekeleyerek anlattı:
"Bu-bu-bugün Ha-Haliç kı-kıyısında
ıs-ıs-ısandahmda balık tu-tu-tutu-tutuyordum... Yakınımda ağ atarak avlanan bir
arkadaşım vardı. Ağlarının ağır bir şeye takıldığını ve zorla çıkardığı ağdan
irice bir torba çıktığını gördüm. Arkadaşım, Murat Han devrindeki gibi
Haliç'ten yine bir altın torbası çıktı diye seviniyordu. Ancak az sonra umutlan
dehşete döndü. Çıldırmış gibiydi; sandalını sahile çekip torbayı attı ve
kaçmaya başladı. İşte-işte e-efendim, o-o-o to-torba bu-budur; bi-bi-bil-mek
i-i-iste-iste-istersiniz diye ge-ge-tirdim."
Ortalığı ağır ve iğrenç bir koku
kaplamıştı. İbrahim Paşa önüne bırakılan torbanın içine bakıp bakmamakta önce
tereddüt etti. İçinde ne olduğunu duyduğu kokudan dolayı hemen hemen tahmin
edebiliyordu. Öncelikle böyle bir delilin neden kendisine getirildiğini
anlamaya çalıştı. Meclistekiler burunlarını tutmaya başladıkları sırada elini
torbaya uzattı. Bütün gözlerin üzerine çevrildiğini hissetmişti. Önce torbada
duran şeyi ortalığa dökmeyi içinden geçirdi. Hayır, bunu yapmamalıydı. Sonunda
torbanın kendisine doğru yere yapışık duran ağzını iki parmağı ile tutup
kaldırdı. Suratını tiksintiyle buruşturdu ve burnunu tıkayıp öğürerek haykırdı:
"Allah kahretsin!.. Tomruk Emini
derhal Kubbealtı'na çağınla!.. Meclisin sonudur!.. Seyisler hazırlansın,
Topkapı'ya geçiyoruz!.."
180
31. Sual:
Âşıkı Manevi Dünyasından Uyandıran
Madde Ne idi?
Her şey ne kadar güzeldi! Neler neler
öğrenmiş, kimleri ve kimleri tanımıştı. Eğer Nakşıgül'ün katillerini zihninden
çıkarıp atabiliyor olsaydı burada mahşere kadar kalmaktan bahtiyarlık duyardı.
Yüz sene önce Ohrili Hüseyin Paşa'nın, Boğaziçi'nin en güzel sahili diyerek
kurduğu bu mevlevihanede Ahmet Dede'nin meclisinde bulunmak ruhundaki bütün
fırtınaları dindirmiş, onu çırpınan, devrilen, yuvarlanan, akan, koşan ve
nihayet düşen bir çağlayan iken duran, dinlenen, sükûn ile eğleşip biriken
dingin ve asude bir göle döndürmüştü. Bir sonbahar yağmurunda kapıdan içeriye
yalnızca birkaç zaman saklanmak için girmişti ama işte şimdi, lalelerin açmaya
başlayacağı şu mevsimde, ruhunda saklanan her şey açığa çıkmıştı. Bütün bir kış
boyunca o çelik ruhu Dede'sinin ellerinde hamur olmuş, yoğrulmuş, pişmiş,
nimete dönmüştü. Ona, zamanın Abdülkadir Geylani'si gözüyle bakması ve öylece
hür-
181
met göstermesi için iki ay geçmesi yetip
artmıştı. Babası Eyüplü Memiş Mehmet Dede postnişin iken Vezir Damat İbrahim
Paşa'nın da sık sık uğradığı ve dinlendiği bu tekke yalnızca Beşiktaş'ın değil
Boğaziçi'nin bütün yalılarından daha muhteşem bir manzaraya sahipmiş. İki yıl
evvel vezir, hemen yanı başındaki Murat Han'ın Kaya Sultan yalısını yenileterek
eşi Fatma Sultan'a hediye etmiş, hatta içinde eğlenceler tertip etmeye
başlamış, geceleri Çırağan fasılları yaptırtır olmuş. Vaktiyle Kazancıoğlu
Bahçesi diye bilinen sahil, işte bu yalı yüzünden artık Çırağan adıyla
anılıyordu.
Altı ay geçmişti. Geceler boyunca
mevlevihanenin dingin hayatıyla Çırağan Yalısı'nın renkli dünyasını birbiriyle
kıyasladığı, cumbalı, kameriyeli, şahnişinli yalının kış fasıllarındaki helva
sohbetlerini ve şiirli musikili gecelerini, zarif kubbeli fevkani tekkenin ney
ve bendirli akşamlarıyla ölçtüğü tam altı ay. Şimdi yaz bahar günleri gelmişti
ve bütün ihtişamıyla bir cennete dönüşen şu sahilhane hiçbir yer ile
değişilmeyecek kadar güzeldi. Son dört ayda hücresine misafir edindiği ve
neredeyse sırlarını paylaştığı İranlı derviş Sejman Çan'ın anlattığı hikâyeler
de, Hafız'dan ve Ömer Hayyam'dan okuduğu beyitler ile yaptıkları şiir
sohbetleri de, hatta karşılıklı beyit ezberleyerek geçirdikleri gündelik
hayatlarının lezzeti de bu çatıyı kendisi için vazgeçilmez yapıyordu. Kış
gecelerinde Sel-man Çan'ın Türkçe, Şahin Çan'ın da küçüklüğünde öğrendiği
Farsçayı geliştirme istekleriyle dolu şiir münazaraları ruhunda yepyeni
pencereler açmış, derin sözler ve zengin hayallerle dolu şiir akşamlarına
müptela olmuştu. Artık İran'dan Hafız, Hayyam ve Sadî; Türkten Fuzulî, Bakî ve
Nef'î divanlarını neredeyse ezbere okuyor, mesnevihan olmasa da Mevlana'nın
Mesnevi'sini ve Divan-ı Kebir'ini külliyen biliyordu. Kırklı yaşlarının başında
olan Selman Can tekkeye gelmeden evvel İran ordusunda dizdar olduğu için sık
sık İran'da halen savaşmak-
182
ta olan Osmanlı askerlerinin çektikleri
maddi sıkıntıları, devletin kendilerini nerdedeyse unuttuğuna dair
umutsuzluklarını, başından geçmiş macera dolu hadiseleri geniş tasvirler ile ve
biraz da Acem mübalağası katarak anlatıp duruyordu. O kadar ki Şahin Can,
neredeyse Vezir İbrahim Paşa'nın İran ile siyasi anlaşmazlıkları çözümsüz hale
getirmek için özel çaba sarf ettiğini düşünür ve hatta buna inanır olmuştu.
Selman Can, hayatına tıpkı Topaç Yeye gibi irade dışı girmişti. Bir farkla ki,
Topaç'ı o himaye ediyordu; Selman ise onu himayesine alıp kısa zamanda iradî
bir "can" oluvermişti. Altı aylık "can" yoldaşlığında merak
ettiği tek şey, derviş kıyafetleri giydiği ve mevleviliğe soyunduğu halde
tekkeye geldiği gün üzerinde bulunan İranlılara özgü kıyafeti büyük bir özenle
katlayıp sakladığıydı. Bir gün mevlevilikten de soyunma ihtimali kalbini çizik
çizik ediyordu anlaşılan.
Tekkede her akşam üstü yalnız kalıp
Üsküdar'ın, Beylerbe-yi'nin, Çengel Köyü'nün camlarında günbatımlarını seyretmeyi
âdet edinmişti. Bu küçük zaman aralığı onun Nakşıgül'ün hayali, düşüncesi,
idealiyle baş başa kaldığı mutlu birkaç dakikadan oluşuyordu ve her defasında
kederini dağıtmak için kurtuluşu, dervişlerle birlikte meydana atılıp dönmede
buluyordu. Meydanda dönerken Nakşıgül'ü bir kez olsun aklından çıkaramamıştı.
"Soyunmaya geldim!" dediği
günden itibaren on sekiz gün konuşma orucu tutmuş, yalnızca tekkedeki hayatı
izlemişti. Mevlevi olmak isteyen herkesten aynı şey istenirdi çünkü. On
sekizinci gün hâlâ soyunma fikrinde olup olmadığı sorusuna "Evet!"
cevabını verdiğinde en ağır işler, uykusuz geceler birbirini kovalamıştı.
Boğaziçi'nin karı, fırtınası, ayazı, boranı, dalgası, donu, buzu demeden tam
bir kış, elek tellerini yiyerek hemen bitişik hücrede yaşayan meczup Elekçi
Divane-si'nin yanında tam bir sabır imtihanı geçirmiş, sabahlara ka-
183
dar elde tespih gazel yaprağı misali
titreyip durmuştu. Ömründe hiç deniz vasıtasına binmemiş olan Elekçi, Eyüp'ten
Beşiktaş'a Kâğıthane Deresi'ni dolaşarak geçen ve Kadıköy ile Üsküdar'ı hiç
bilmeyen uçuk bir adamdı. Geçen kış tekkenin tavuklarına dadanan bir tilkiye
tuzak kurup yakalamış, iki gün sonra da kuyruğuna çıngırak bağlayarak
salıvermişti. Bütün İstanbul, kış boyunca çıngırakla dolaşan o tilkiyi
konuşmuş, avcılar bile onu vurmaya tenezzül göstermemişlerdi. Zavallı
hayvan!..
Tekkede hayat yatsı namazından sonra
durağanlaşıp gece teheccüd vakti canlanıyor, hayli uzun süren seher zikri
takatleri kesiyor ve dervişler, Aşçı Dede'nin matbah-ı şeriften gönderdiği
çorbaya iştahtan ziyade rahatlama hissiyle yumuluyorlardı. Neyse ki geldiğinin
üçüncü ayında sema yapan dervişler arasına katılmıştı da hizmeti azalmıştı.
Lakin içinde çoğalan başka bir şey vardı: Nakşıgül. Onu bir türlü aklından
çıkaramıyor, dervişân arasında İlahi aşk ateşinden bahsedildikçe onun bağrında
Nakşıgül'ün hasret ateşi tutuşuyordu. Başkalarının İlahi aşk dediği şeyin, onun
kalbindeki adı Nakşıgül idi. Ahmet Dede'nin, Kazancı Dede veya Derman Dede'nin
anlattığı bütün sohbetlerde ve özellikle de Şair Dede'nin şiir gibi
konuşmalarındaki aşk-ı İlahi bahislerinin her defasında Nakşı-gül'ü aklından
silmesi gerektiğini kendisine telkin etmiş, ama her defasında onun içinde daha
büyük bir hasretle çoğaldığını hissetmişti. Yine de bu aşk sohbetleri hoşuna gidiyor,
ruhunu dinlendiriyordu!.. Bu tekkede şeyh efendiden sonra en ziyade Şair
Dede'yi sevmişti.
Şair Dede, Süleyman Nahifi Efendi idi.
Konuşurken sık sık "yani" diyen, iki lafından birisi "yani"
olan Nahifi Efendi, Rumeli maliyesinden sorumlu defterdar idi ve Osmanlı devlet
hazinesine hükmediyordu. Haftanın üç günü gelip zikre katılıyor, Ahmet Dede ile
birlikte şiirler okuyor, üst perdeden
184
meseleler konuşuyor, aşktan, aşkın
hallerinden bahsediyorlardı.
Süleyman Nahifi Dede bir gün yazdığı bir
kitabın müsveddelerini şeyhi Ahmet Dede'sine takdim etmiş ve "Eğer
lütfeder okursanız fikirlerinizi öğrenmek isterim!.." demişti. Dede Efendi
aldığı tomarı o sırada kahve fincanlarını toplamakta olan Şahin Çan'a uzatıp
"Hücreme iletilsin!" diye eline tutuşturu-verdi. Şahin Can, Şeyh
Efendi'nin hücresine giden taşlık koridorda inci gibi yazılarla dolu tomarı
hayretle okumaya başladı ve elbette hayran kaldı:
Dinle neyden bak hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede Der kamışlıktan kopardılar beni Nâlişim zar eyledi
merd ü zeni Şerha şerha eylesin sînem firak Eyleyem ta şerh-i derd-i iştiyak*
Nahifi Efendi'nin dediği gibi şimdi
bağrı şerha şerha ayrılık derdiyle yarılmış, ama bütün bedenini kaplayan
özlemler şerh edilmekten çok uzaktı. Aylardır bütün benliğine dokunan ney, onun
için de ayrılıkları anlatmakta, kamışlıktan koparılmanın derdiyle inleyip
durmaktaydı. Ne Selman Çan'ın abartılmış Şehname öyküleri, ne Şems'in Mevlana
ile olan trajedisi onu bu derece hayrete düşürmüştü. Hayır, hayır,
Yenibahçe'deki konaktan koparıldığı günden bu yana ayrılık acısı ilk defa şimdi
bir ateş olup benliğini sarmış gibiydi. Okuduğu satırlar
Neyin sesini dinle; bak nasıl hikâye
ediyor, ayrılıklardan şikâyetlerini nasıl dile getiriyor? Diyor ki: "beni
kamışlıktan kopardıkları günden bu yana, inleyişlerim kadın erkek herkesi
feryada sürüklüyor. Ayrılık, bağrımı delik delik eyledi de içimdeki özleyiş
derdi dillendirilmiş oldu..."
185
Mevlana'nın ünlü eseri Mesnevi'sinin
manzum tercümesi idi. Çocukluğunda Farsça öğrenirken annesine sık sık bölümler,
hikâyeler okuduğu kitaptı bu. Demek Şair Dede Mesnevi'yi Farsçadan tercüme
etmişti. Hem de şiir şeklinde.
O günden sonra Mesnevi'yi baştan sona
doğru hızla ezberlemeye başladı. İlk cilt neredeyse bitmek üzereydi. Bu arada
ünlü İran şairlerinden Hafız'ın, Hayyam'ın, Sadî'nin ve Firdev-sî'nin
şiirleriyle haşır neşir oluyor ve elbette her aşk beyti geldiğinde Nakşıgül'ü
yeniden hatırlayıp bir kez daha hasret ateşine yanıyordu.
Baharın şevk ve şetaretle etrafa
yayıldığı günlerden birin-deydi. İkindi zikri bitmiş, dervişan halka olup
oturmuşlardı. Gözler Ahmet Dede'ye çevrilmişken o, "Faziletlü efendi
hazretleri, birkaç kelam buyursanız, ruhumuz aydınlansa" de-yivermişti.
Cümlenin muhatabı olan Şair Nahifi Dede de, bunu bir emir telakki edip veciz
bir sohbete başlamıştı. O sırada Şahin Can ayakta beklemekte ve tekkenin
pencerelerinden Çırağan yalısının bahçesindeki lalelere bakmaktaydı.
Boğaziçi'nde sessizlik denizin sükûnetiyle bütünleşmiş gibiydi. Üsküdar ve
Beylerbeyi arasında kayıklarından balık tutan köylülerin sesleri uzaklarda
dalgalanıyor, Yahya Efendi ve Ortaköy yamaçlarındaki koyu yeşillikler arasından
gelen bülbül seslerine karışıyordu. Aklında laleler vardı; Katre-i Matem vardı.
Hayret ki hayret!.. Şair Dede de lalelerden bahseden bir sohbete başlamıştı.
Şahin Çan'ın gözleri Çırağan yalısının bahçesindeki laleler arasında bir
tanesine takılıp kalmıştı. Tepelerden aşan güneşin geride bıraktığı ışık ile
yavaş yavaş kendisini kapatmaya başlayan ateş renkli bir laleydi bu. Şair Dede
ısrarla laleleri anlatıyordu. Şahin Can, baktığı lalenin yapraklarını okşuyor,
bağrındaki yarayı inceliyor, onunla konuşuyordu. Şair Dede lale diyor, Şahin
Can lalelere koşuyordu. Oturduğu yerde olmadığı kesindi artık. Lale ile
bahtiyar bir âleme
186
seyrana çıkmış, mekânaşımından
zamanaşımına uzanıyordu. Tekkede hayal meyal bir şeyler olduğunu sezinliyor,
Nahifi Efendi'nin beliğ sözleri ile o lalenin rengi arasında gidip gelen bir
dünyada kulağına sözler ve sesler çarpıyordu. Uzunca bir müddet o sözler
kavurucu bir ateş misali önce zihnine, oradan kalbine, ardından Nakşıgül'ün
kızıl kanına, sonra gözlerine ve nihayet avuçlarına dökülesiye kadar gidip
gidip geldi. Nahifi Efendi'nin her bir cümlesi bir kızıl lale olup kalbine
dokundu:
"(•¦•) Ve elbette lale doğuludur,
Hıristiyanlık kadar, Musevilik kadar, İslamiyet kadar doğuludur yani... Lale
utangaçtır, taze bir gelin kadar, iltifat görmüş bir nazenin kadar utangaç
yani... Lale altı yaprağıyla hercayidir, batılar ve kuzeyler kadar, alt veya
üstler kadar... Lale sabr u sebatın, ölümden sonra dirilmenin adıdır yani, ekim
mevsiminde ekilip nisan mevsiminde açacak kadar... Lalenin serencamı necip Türk
milletinin tarihi sayılır yani; ikisinin de zaman atlasında yaptıkları
yolculuklar sanki örtüşmektedir. Türk milleti de tıpkı lale gibi taşralı olarak
nitelendirilmiştir yani. Çünkü o kırda, bozkırda yaşar. Ancak bozkırın
tahakkümü onun elindedir. Yani bozkırda söz sahibi odur. Dolayısıyla oranın
sultanıdır. Şehre geldiğinde yani, taşralı olarak nitelendirildiği için kabul
görmez ve oradan uzaklaştırılmak istenir. Çünkü şehirde yaşayanlara göre yani,
medeniyetten bihaber olan Türkler buraya yaraşık değillerdir. Tıpkı kırların
çiçeği laleleri bahçelerine almayan milletler gibi yani. Bundan dolayı
Avrupalılar Türkleri hep geldiği yere, bozkıra geri göndermek isterler yani. Bu
isteğe kulak tıkayan ve şehirde bulunanlarla mücadele eden Türkler, önce şehre
yerleştikten sonra yani, hem kurdukları üç kıtaya yayılan cihan devleti ile hem
de oluşturdukları kültür ve medeniyet ile yani, bütün dünya milletlerinin
dikkatini çekmiş, sonra da onların gıpta ile baktıkları bir hüviyete sahip
olmuşlardır.
187
Böylece hor görülen, yani tahkir ve
tazir edilen, küçümsenen asil Türk milleti tipti lalenin ışığı gibi parlayarak
bütün dünya devletlerinin sultanı haline gelmiş ve tek güç konumuna
yükselmiştir yani. Çiçekler içinde lale ne ise milletler içinde Türk odur yani.
Ayrıca nasıl ki lale İslam'ın remzi olmuşsa yani, Türkler de İslam'ı temsil
eden bir kimliğe bürünmüştür. Türk denince İslam, İslam denince Türk'ün akla
gelmesi işte bundandır yani. Öte yandan lale, aşkın adıdır, hatta belki
bağrın-daki karalarla âşıkın adıdır. Hani şu, bağrını firkat ateşlerinin
yaktığı özge âşıkın yani... Kadife kadife lalenin taç yaprağı üzerindeki bir
çiğ tanesine yıldırım düşüp de bağrını yakmış gibi... Yoksa yüzlerce lale
isminde, bunca aşk ahengi ve şiirsellik bulunabilir miydi yani?(...)"
Şair Dede anlatıyordu. Şahin Can o arada
kaç zaman geçti, ne oldu, bilmedi. Yavaş yavaş kendine geliyor, Çırağan
bahçesindeki lalenin etkisi yavaş yavaş kayboluyordu. Şimdi buradaydı, ama
zihni karmakarışıktı. Tekkede geçen günleri gözünün önünden akıp gitmedeydi bu
sefer. Elifi nemed ve tennure içinde bambaşka bir kişi olduğunu hissetti
birden. Daha geçen gün arkadaşları olan canlar sakalının genç yüzüne pek
yakıştığını, yüzüne nurani bir simanın gelip yerleştiğini söylemişlerdi. Buna
itiraz eden tek derviş Selman Can olmuştu. Çünkü Selman Can ona sık sık
dışarıda başka bir hayatın olduğunu hatırlatıp duruyor; içinde Nakşıgül'e ait desenleri
ve çizgileri sağlam tutuyordu. Ahmet Dede'nin nasihatleri ile Nahifi Efendi'nin
sözleri altı aydır dinlenen, huzura eren, dünyadan sıyrılan, mücerret can
bulan, soyutlanan ve adeta bir hayalet gibi şeffaflaşıp masivadan uzaklaşan
ruhunu yoğurmuş, yeniden pişirmişlerdi, ama Selman Can, zihnine Nakşı-gül
hayaliyle dolu bir hayatın da olduğu fikrini durmadan kazımıştı. İşte bu yüzden
şu anda içinde bambaşka fırtınalar kopuyor, billurlaşan ruhunda dağlar
yıkılıyordu. Bir yanı şarkı-
188
cıya âşıktı da, diğer yanı "Sen
asıl şarkıya bak!" diyordu. Şarkıcıya âşık olan gencin hikâyesini ona
geçenlerde Şair Dede anlatmıştı. Şimdi kendisini o genç gibi hissediyor,
cumbalarından güneşin eksik olmadığı Çırağan Yalısı'nın bahçesindeki lale
goncaları arasında açan o bir tek laleye, ateş rengiyle yemyeşil tarhların
içinde yakut yüzük kaşı gibi duran o kızıl laleye, gözünün önünde renkten renge
giren, pembeden çivide dönen, açan, solan, değişen, dönüşen, toprağa yeniden
düşen ve ikiz soğan olup Nakşıgül'ün avucuna giren, oradan yanağında pembe,
dudağında kızıl, omzunda çividi renge bürünen o tek laleye bütün benliğiyle
koşuyor, yalvarıyor, uğruna ölüyordu. Annesi öleli ne kadar olmuştu? Ondan
sonra başına neler gelmişti? Bir babası olsaydı son altı aydır yaşadıklarını
ona kim yaşatabilirdi? Zavallı bir hayatta derbeder, çaresiz, savruluyordu.
Yılları elinden kayıp gitmedeydi. Fırtınalı bir denizin ortasında gibiydi ve
tutunabileceği tek dal Nakşıgül'ün aşkıydı. Onun için yapabileceği her şey
anlamlı olacak, belki de kendisine yaşadığını hissettirecekti. Bu tekkede
kuvvetli bir rüzgâr ile sarsılmış olan aşkı işte yeniden kalbinde yangınlar
çıkarmaya başlamıştı. Dizlerinde dermanın kesildiği, alnından terlerin
boşandığı bir anda, Çırağan bahçesinde bakmakta olduğu kızıl lale çivide döndü,
koyu mor tüllere büründü ve kalbine saplandı. Naralandı, haykırdı ve bayılıp
düştü.
-derkenar-
şarkıcıya âşık olan genç
Aşkın sebepleri arasında en inanılmaz
olanı belki de rüyada görüp âşık olmaktı, insan sevgiliyi rüyada her vakit görür
ama rüyada yalnızca bir kez gördüğü birine acaba sevgili der mi? Bunlar olsa
olsa Hüsrev ile Şirin, Vamık ile Az-ra hikâyelerinde olur. Gönlün, hiç mevcut
olmayan birine
189
tutulması sanki hiç gerçeği olmayan bir
şeyle geçim sağlamak gibi değil midir? Birisi hiç görmediği ve asla
göremeyeceği bir güzeli sevdiğini söylerse herhalde aklından zoru olduğunu
düşünürler. Ruhu ona telkin ediyormuş, temenni ve arzuları kalbini
yönlendiriyormuş, bunlara inanmazlar. Oysa bir âşık, sevgilinin ay mı, güneş mi
olduğunu bi-lemese de, aklının bir oyunu mu, hayalinin bir çılgınlığı mı
olduğunu kestiremese de, gözlerine her daim onun görüntüsü girdiği müddetçe
âşık değil midir? Aşık olmak için maddi varlık şart mıdır? Allah'ın güzelliğini
rüyasında görüp ona âşık olan dervişe inanıyoruz da neden sevgilisinin
hayaliyle özleme tutulan âşıka inanmıyoruz.
Eğer ona inanmayacaksak aşk, surete tapmaktan gayrı ne olur ki? 0 halde
insan, sendiği kişiyi karşısında görmeden de onun âşıkı olabilir. Sevgili için
kaygılanmak da, hayaliyle mest olmak da, geceleri uykusuz kalmak ve seherlerde
acı çekmek de hep âşıkm seugiliyi görmeden yaptığı şeylerdir. Bir duvarın
arkasında şarkı söyleyen bir kadını işitmek bazen ona tutulmak için yeterlidir.
Bazıları buna temelsiz bir bina gözüyle bakabilir, ancak âşık, o binayı inşa
etmekte her zaman çok mahirdir. Zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul
olan kişi, düşünceleriyle baş başa kaldığında hayalinden ona şekiller çizer,
kıyafetler giydirir, renk ve koku isnat eder, tavır biçer. Sevgili âşıkm
zihninin içinde yapılır. Âşıkm hayal ve bedii düşünceleri sevgilinin
güzelliğini arttırır. Diyelim sese âşık olan genç sonra o şarkıcıyı bir yerde
görse, aşkı ya sönecek veya artacaktır. Görme onu yönlendirecektir, iyi de
görme yoksa kim bu şarkıcıya âşık olan kişiyi ayıplayabilir ki? Cenneti de
ancak tasvirle tanıyor değil miyiz? Onun söylediği şarkılar kulağımızı doldurup
kalbimizi ona yönlendirdiğinde genelde âşık onun güzelliğini sesine göre ölçer.
Eğer kendisini gördüğünde aşkı artıyorsa şarkıcı da onun sesine denk bir
güzellik görmüş demektir. Ama eğer şarkıcının yüzü sesinden daha güze'
190
ise bu âşıkı, sesten yola çıkarak
güzelliği keşfettiği için tebrik etmek gerekmez mi? Cennetin en güzel
tasvirleri bile cennetin yanma yaklaşmaktan uzak değiller midir? O halde,
kainatta görülen bütün güzelliklerin "Mutlak Gü-zeV'den bir iz taşıdıkları
için güzel olduğunu söyleyen kişi haksız sayılabilir mi?
191
op
Su&l' Denizin Dibinden Bir Torba Dolusu S,r ç.kar nr,?
Topkapı Sarayı'nın nakışlı tavanı altında
tam yedi kişiydiler. Bir masanın çevresine birikmiş, parmaklarından hâlâ lif
lif olmuş et parçalarının sarktığı iki adet kol iskeleti üzerinde dikkat
kesilmişlerdi. Vezir İbrahim Paşa, sağına Kazasker İs-hak Efendi'yi, soluna
Tomruk Emini'ni alarak soruları cevaplamaya hazır bir bekleyişin
tedirginliğiyle kıpırdanıyor, onların yanında Üç Hilal Cemiyeti'nin çorbacıbaşı
ağası ile kol iskeletini denizden çıkaran kekeme balıkçı duruyordu.
"Pekâlâ efendi, ne buldun anlat!"
Sultanın sesinde öfke olduğu seziliyordu.
Hekimbaşı eliyle ağzını kapatarak kesik iki öksürük ile boğazını temizledikten
sonra elindeki çubukla işaret ediyor, teker teker anlatıyordu:
"Haşmetmeab, sadrazam hazretlerinden bir torba içinde gelen kolları
teşrihhanede dört hekim ile birlikte önce temizledik, kokusunu giderecek
mailere yatırdık ve üç gün boyunca bütün tahlillerimizi yaptık. Bu kollar bir
erkeğe ait. İki ay ka-
192
dar evvel kesilip denize atılmış. Şu
bölgede hasar ziyadecedir. gu da bize ölmeden evvel uzun süre kelepçeli
kaldığını gösterir. Şuradaki liflerin ve sarkan derilerin durumundan işkence
gördüğü söylenebilir. Çürüme hızı ve belirtilerinden kırk yaşlarında olduğu
anlaşılıyor. Kemiğin şu bölgesindeki darbe izinden yola çıkarak da belki kim
olduğu araştırılabilir."
"Haşmetmeab, izin verirseniz bundan
iki ay evvelki kayıtları yeniden inceleyip kim olduğunu bulmaya
çalışalım."
Üç Hilal Cemiyeti çorbacısının bu
teklifine Kazasker İshak Efendi itiraz etti:
"Efendimiz, eğer müsaade
buyurulursa bizzat ben konuyla ilgilenmek isterim. Hilal Cemiyeti ellerindeki
bütün gizli kayıtları bize getirirse biz de adli vakalar ışığında konuyu
aydınlatmaya çalışırız."
"Efendi! Sana bundan altı ay kadar
evvel bir vazife verdik de ne oldu?"
Sultanın bu azarlaması İshak Efendi'yi
kendisinden küçük rütbeli memurlar önünde pek rencide etti, başını yere
eğdirdi. Meseleyi Kazasker Efendi ile arasında mahrem zannederek konuşan sultan
o sırada masanın çevresinde bulunan iki kişinin daha, vezir ile Tomruk
Emini'nin, bu azarlamanın Şehzade Ahmet meselesi yüzünden olduğunu
anladıklarını bilmiyordu. Başını bilmezlikle yere eğen Tomruk Emini bu
azarlamadan dolayı öylesine sevindi ki zihninden geçirmekte olduğu şeytanca
fikri neredeyse vezire söyleyiverecekti. İçinden mırıldanmakla yetindi,
"İnşallah bir gün şehzadenin de cesedi gelir bu masaya." Vezir
İbrahim Paşa o ana kadar sessiz durmuştu ama bu meseleyi bizzat araştırma
konusunda içindeki şiddetli arzuya engel olamadı. Çetrefil konuları
aydınlatmak, gizli yapılan işleri bulmak, hele cinayetleri soruşturmak, gizemli
alanlarda dolaşmak onun en sevdiği işlerden biriydi. Belki de bu yüzden,
balıkçı torbayı ilk önce kendisine getirmişti. Söze karışıp balıkçıya sordu:
193
"Halic'in tam neresinde ağınıza
takıldı bu torba?"
"A-ay-ay-ayvansaray i-i-ile
Ka-ka-kasımpaşa a-a-arasın-da.. O-o-orta-ortada."
"Ortada demek? Ortada ya deniz pek
sığ veya sizin ağlar bir hayli derine uzansa gerek." Sonra iskeletin serçe
parmağını işaretle Hekimbaşı'ya döndü: "Üstad, şu parmaktaki morluk yüzük
izi midir acaba?" "Evet efendimiz, kalınca bir mühür yüzüğün
izi." "Belki de zebercet taşlı bir mühür." "Olabilir
efendimiz. Taşa veya altına kazınmış bir mührün
yüzüğü."
"Ama yüzük yok değil mi?"
"Yok efendimiz?"
"Peki denize kendiliğinden düşmüş
olabilir mi?"
"Hayır efendimiz, etler şişmiş, el
kesildiğinde yüzük olsaydı, şimdi de parmağında duruyor olurdu."
"Balıkçı ağa söyle bakalım, senin
bu yüzükten haberin yok
değil mi?"
"Yo-yo-yooook efendim,
ha-ha-hâşâ!."
Vezir, sultana dönüp sordu:
"Hünkârım efendim. Müsaade
buyurunuz konuyla bizzat ilgileneyim."
"İyi edersiniz vezir hazretleri.
Beni tez vakitte kederden azat ediniz. Nasıl oluyor da, memleketimde biri
insanları öldürüp organlarını parçalıyor ve ben bundan bihaber, döşeğimde rahat
uyuyorum. Bu günden tezi yok size üç gün mühlet! Derhal şinaverler deniz dibini
tarak dubalar gibi araştırıp bu kolların ayaklarını, gövdesini ve başını da
getirsinler. Ta ki ben de faillerin başlarını denize dökeyim. Şimdi hepiniz
çekilebilirsiniz!.-
194
33. Sual:
Bilmediklerini Ayağının Altına
Alanın Başı Göğe Değer mi?
Lale tarhlarının arasına derin çukurlar
açmışlar, sonra da kucaklayıp getirdikleri iki kulaçlık fidanları yemyeşil
bahçedeki her çukura birer tane olmak üzere taksim etmişlerdi. Laleler gonca
vermeye başlamış, yeşil yaprakları da yerden fırlamıştı. Hafız Çelebi bütün kış
"Bu sene laleler yüz güldürecek Yusufum!" cümlesini diline pelesenk
edip durmuştu. Yusuf, altı aya yakındır onun çatısı altında çorbaya kaşık
sallarken kendini yeniden baba ocağında hissetmiş, öyle bahtiyar bir dönem
geçirmişti. Karlı uzun gecelerde, mangalın sıcak küllerinde kestaneler közleyip
kabuklarını soyarken, onun okuduğu kitapların satırlarına ve anlattığı
hikâyelere dikkatle kulak vermiş, hikmetli dünyasından öğrenebildiği kadar çok
şey öğrenmişti. Yeni fikirler, didaktik konuşmalar, tarihi olaylar, savaşlar,
güzel sözler, dini öğütler... Bütün bunlar arasında sayısız lale öyküsü ve lale
üzerine eğitici bilgiler. Lalelerin yüz güldür-
195
mesi bahsinde anlattıklarına göre, kışın
karlar çok yağarsa baharda laleler boy atar, gür çıkar, parlak renkler
taşırlarmış. Lale soğanları sonbaharda toprağa gömülünce kışın ayazından
kendini koruyup donmamak için derinlere doğru yürür, toprağın daha sıcak
bölgelerinde demlenirmiş. Bunun için laleyi en az yarım metre kalınlıktaki topraklara
dikmek gerekirmiş. Taşlık arazide laleler hem bodur hem de cılız olurlarmış.
Lale tarhlarının çevresine uzun ömürlü ağaçlar dikmek de onları toprak
haşerelerinden temiz tutarmış. Bu bilgiyi bir ay kadar evvel Nevruz'da
kendisini ziyaret eden Avusturyalı Frenk'ten öğrenmişti ve işte şimdi açtıkları
çukurlar da, kucaklayıp getirdikleri şimşir fidanları da bu yüzdendi.
Hafız Çelebi, "Bu ağaçlar,"
demişti ilk fidanı çukura gömerken, "yaz kış yapraklarını dökmezler
Yusufum. Gerçi meyve de vermezler. Lakin öyle bir kokusu vardır ki!.. Eylül
gelince kabuklarını toplayıp kaynatmalıdır, mis gibidir. Kaynatılan suyu her
yemeğe çeşni, her şerbete ferahlık katar. Bazı deri hastalıklarıyla bulaşıcı
illetlere de iyi gelir üstelik. Kokusu muhteşemdir."
Yeye, onun söylediklerine inanmamaktan
değil ama içinden gelerek, fidanlardan birinde küçük bir yaprak görüp kopardı
ve iki parmağı arasında kırdıktan sonra burnuna götürdü. "AaaaL. Annemin
kokusu bu."
"Demek ki annen elbiselerini
yıkadığı kazana şimşir suyu damlatıyor veya elbise sandığına yapraklarından
koyuyordu." "Efendim, öyle değil, annemin küçük bir ıtır şişesi
vardı. 0 şişe böyle kokardı."
"Altın sarısı mıydı rengi?"
"Evet, nasıl bildiniz?"
Sözün burasını Hafız Çelebi eliyle bir
"boşver" işareti yaparak geçiştirdi ve gülümsedi. Yeye; Hafız
Çelebi'yi çok sevmiş, onu sahiplenmiş, zaman zaman "baba" demek bile
istemişti
196
ama kendisini izleyip öğrenmeye,
keşfetmeye, tanımaya ömrünün yetmeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Onu
kabullendiğinde ilk öğüdü "Evladım! Kötü ahlakla şeref olmaz,"
olmuştu. "Akıl tamam olduğu vakit söz azalır," demişti bir keresinde
de. Sözleri gerçekten dinlemeye ve nasihat edinilmeye layıktı. Üstelik de güzel
konuşuyordu. Güzel sözlerine eşlik eden güzel tavırları da vardı. Ama ilk defa
onu böyle manalı bir şekilde "boşver!" derken ve muzipçe gülümserken
görmüştü. Sanki annesinde bir ayıp varmış gibi. Doğrusu bu tavır onurunu da
incitmişti. Ama soramadı. Hafız Çelebi hemen bir başka konuya geçmişti.
Anlattığına göre şimşir yağını iksir olarak reçeteye yazan ilk alim, aynı
zamanda bir laleci olan Ebussuud Efendi imiş. Ebussuud Efendi tarihte hep
devlet adamlığı ve şeyhülislamlığı dolayısıyla biliniyormuş ama işte Hafız
Çelebi onun çok nadir bulunan bir lale yetiştiricisi olduğunu söylüyordu. İstanbul
Lalesi'ni ilk defa o yetiştirmiş. Yine dediğine göre Ebussuud Efendi'den sonra
lale yalnızca bir bahçe çiçeği olmaktan çıkmış çini, kumaş, halı, kilim gibi
eşya ile cami, mescit, türbe, medrese, sebil gibi mimari eserlerin duvarlarına
tırmanmış. Tıpkı Selçuklular zamanının Konya'sında bulunan taş, maden, tahta,
sadef, deri, kumaş üzerindeki lale motifleri gibi.
Lale, babalık ile evlatlık arasında
bütün kış gecelerini dolduran en önemli madde, renk, şekil ve ruh olmuştu. Konu
lale olunca birisi anlatıyor, diğeri öğreniyor, birisi tarif ediyor diğeri
yapıyordu.
Bahar kervanı, bütün güzelliği ve
haşmetiyle, bütün renk ve ıtırlarıyla kafile kafile toparlanıp İstanbul'a
gelmiş, oradan ta Kâğıthane'ye, Hafız Çelebi'nin bahçesine konmuş gibiydi. Gün
boyunca Can Kuyusu'nun çevresini kireçlemişler, uzun mezarın bakım ve
temizliğini yapmışlar, lale bahçesinden ayrık otlarını ayıklamışlar, bitap,
yorgun akşam için yemek ha-
197
zırlayacaklardı. O sırada Topaç Yeye kaç
zamandır aklına takılan bir soruyu pat diye soruverdi:
"Efendim! Lale ile bunca haşır
neşir iken, hatta her yıl değişik renkte bir lale üretirken, neden bir lale
soğanından birden fazla çiçek elde etmeyi denemediniz? Yoksa denediniz de
olmadı mı?"
"Hayır oğulcuğum, hiç denemedim.
Evet, lale soğanı, her yıl yalnızca bir dal üzerinde bir tek çiçek verir, bu
doğrudur. Sanki Allah'ın birliğini temsil etmek ister gibi. Hatta bu yüzden
ikiz lale soğanı da çok nadir bulunur. Özel çabalarla ikiz soğanlar
yetiştirilebilir. Öte yandan, şekil itibariyle de bir lale tevhidin sembolü
olan elife benzer. İşte bu yüzden tek soğandan birkaç lale çiçeği elde etmeyi
her düşündüğümde Allah'ın birliğine şerik koşacağım vehmine kapıldım ve derhal
vazgeçtim. Çünkü Türk yurtlarında lale bu yönüyle adeta kutsallık kazanmış ve
Allah'ın varlığını yansıtan özge bir çiçek olarak algılanmış, güzelliğinin
sırrı da buna bağlanmıştır. Güzellerin mücevherat yerine lale takınarak
süslenmesi sence anlamlı
değil midir?"
Topaç Yeye, Hafız Çelebi'de gördüğü onca
cesur karar ve yeniliklere açık uygulamalar yanında, takılıp kaldığı bu lale
sembolizmini kabullenemedi; bunu, taşıdığı sağlam imanın bir bağnazlığı olarak
kabul etti. Sustu. İtirazda bulunmadı. Bir lale soğanından her yıl yeni
soğanlar üretme konusunda verdiği bilgileri de hayretle dinledi, bu sefer de
takdir belirtmedi.
"Lale soğanı baharda çıkarılmaz da
toprağın altında bırakılırsa yaz sonunda tıpkı patates gibi yedi veya sekiz
soğan üretir. Bunlardan en iri olan iki veya üç tanesi o yıl çiçek verir."
"Ne kadar çok şey biliyorsunuz
efendim!.."
"Bilmek mi oğulcuğum!.. HıhL
Bilmediklerimi ayağımın altına koysam başım göğe değerdi. Unutma, cehaletten
daha dermansız dert yoktur! Gerçi bilgiye hâkim olmak mutluluktan
198
çok elem, sevinçten çok keder verir ama
insan da öğrenerek çoğalır. Sen de zamanla her şeyi öğreneceksin. Öğreneceksin
ki hayatı anlayacaksın, Yüce Yaratıcı'yı tanıyacaksın."
"Ben en çok, Ebussuud Efendi'nin
Defter-i Lalezâr-ı İstanbul adlı şükûfenâmede anlattığı İstanbul Lalesi'ni
öğrenmek ve yeniden üretmek istiyorum.
O sırada Yeye'nin gözü önünde nar
çiçeğine yaklaşan bir kızıllık, sivri ve birbirine eşit uzunlukta ince badem
yapraklar, her yaprağın ucunda bir ince ve keskin kılıcı andıran ipliğim-si
uzantılar, çanağın oturduğu nebatî yeşile çalan taç yapraklar, kara bağrının
tam ortasından yukarıya uzanan sarı tozlu tohum fitiller duruyordu. Derin bir
nefes alıp iç geçirirken düşündüğü şey, bu günlerde bahçelerinde bir İstanbul
Lalesi açma umuduydu. Bahar gelmiş, heyecanı artmıştı. Muhtemelen şu anda Hafız
Çelebi de içinden aynı arzuyu geçiriyordu.
Gün inmek üzereydi. Şiddetli bir gürültü
duydular. Ses, kaplumbağaların bulunduğu havuzdan gelmişti. İkisi birlikte
koştular.
199
34. Sual: Bir Matem Damlası'nın Rengi
Nasıldır?
Kendine geldiğinde canlardan birkaçı ile
hücre arkadaşı Selman, alnına ıslak bezler bastırıp yüzünü gülsuyu ile
ovmaktaydılar. Beşiktaş Mevlevihanesi'nde kuşluk zikri bitmiş, kahveler
içiliyordu. O sırada bir hekim gelip nabzını tutarak bilmediği dilden bazı
sorular sormaya başladı. Gerçi mevleviha-nede yabancılar hiç eksik olmaz, sema
ayinlerini seyretmek üzere şeyh efendiden izin alıp içeriye girerlerdi. Bu
mevlevi-hanede insanlar kendilerini ne doğulu, ne batılı hissediyorlardı. Belki
doğu ile batı arasında konumlanmış bir mekânda, her ikisi birden olmanın hazzını
duyuyorlardı. Bu yüzden Boğaziçi sahilinde denize nazır semahanede dervişleri
dönerken görmek isteyen yabancı tacirler, maslahatgüzarlar, kaptanlar, elçiler,
gezginler, ressamlar, İngiliz, İtalyan, Fransız, Hollandalı ve Rus konsoloslar
ile yerli Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, birbirleriyle yarışıp duruyor,
semahanenin kafesleri ardında da-
200
ima birkaç dil konuşuluyordu. Öyle ki
dönen dervişleri görmek bir tür onur sayılıyor, kışın Galata Mevlevihanesi'nin,
yazın da Beşiktaş Mevlevihanesi'nin zikir günlerinde kazanları çifter çifter
kaynıyordu. Nabzını tutmakta olan adam bu yabancılardan biri olmalıydı. Sorduğu
soruların üslubu ve ses tonundan, hastasının ruhunu okumaya çalıştığını
anlamıştı. Tercüman can gelip de anlaşmaya başladıklarında yanılmadı-ğını
gördü. Bayılmadan evvel neler düşündüğünü, hayalinde nelerin canlandığını, en
çok neye hasret duyduğunu falan soruyordu. Hiç konuşmadı. Hekimin ısrarlarına
rağmen hiç konuşmadı ve ta sabaha kadar döşeğinde dönüp durdu. Zihninden
binlerce düşünce aynı anda akıyor, hangisinin peşine takılıp sürükleneceğini
kestiremiyordu. Çırağan sahil sarayının bahçesinde çivide dönen o kızıl laleyi
gördükten sonra yeni bir plan yapması gerektiğine karar vermişti. Hafız
Çelebi'ye uğrayıp hem Topaç Yeye'yi, hem de sonbaharda toprağa gömdüğü Katre-i
Matem'i görmekle işe başlayacaktı. Acaba açmış mıydı? Açtıysa rengi nasıldı?
Gerçi lalelerde koku bulunmazdı ama bunda Nakşıgül'ün kokusu bulunacak mıydı?
Bu lale kendisi için hayatına anlam katacak bir araştırmanın başlangıcı
olacaktı. Nakşıgül için var olabilmenin, Nakşıgül için kendinden vazgeçmenin
sınırı işte o laleyi gördüğü an başlamış olacaktı. Katre-i Matem belki de onu
katile götürecekti. Bu lale yalnızca bir aşk değil, bir sır demekti. Bir ölüye
hayat verecek, belki bir hayata ölüm getirecekti.
Katre-i Matem; bütün bir kış
biriktiregeldiği sufi düşüncelerin sonu, bir asude rüyadan uyanış demekti.
Katre-i Matem durağan geçen kışın hareket hali olmaya hazırdı. Yoksa bu laleye
çok mu umut bağlamıştı? Hafız Çelebi'nin dediği gibi belki hiç açmamış da
olabilirdi. Eğer öyle ise çıktığı yoldan dönmemek üzere kendine söz verdi.
Katre-i Matem olmasa da Nakşıgül'ün katillerini bir yolla bulmak gerekiyordu.
Zaten
201
kendi hayatını huzurlu yaşayabilmek
adına buna mecburdu da!.. Nakşıgül için bir şey yapmadan yaşamanın ne önemi
olabilirdi ki?
Bütün gece ateşler içinde kâh uyudu kâh
uyandı; uyudukça kâbuslar görerek, uyandıkça Nakşıgül'ün hayaliyle teselli
bularak seherde ayağa kalktı. Hayret, kendisini çok dinç hissediyordu. Tekkenin
alt katındaki bütün hücrelere, semahanede devam etmekte olan İsm-i Celal
zikrinin ahengi ile birlikte ahşap binanın tahta gıcırtıları yayılıyordu. Güneş
doğasıya kadar uzun uzun dua etti. Tam altı aydır zihninin arkalarına
istiflediği eski düşünceleri birer birer irdeleyip nereden başlaması
gerektiğini kestirmeye çalıştı. Nihayet gidip İstanbul mezar-lıklarındaki ölüm
kayıtlarının tutulduğu kadı sicillerine bakmak zorunda olduğunu hatırladı.
Nakşıgül'ün katillerine ulaşmak için orada bir ipucu yakalayabilirdi. Yeter ki
kendisini arayanlar, sonunda umutlarını yitirip aramaktan vazgeçmiş olsunlardı.
Sİ
sİ »£
Süleymaniye Meşihat Dairesi'ne doğru
tırmanırken içinden neler neler geçtiğini kimseciklere anlatamaz, anlatsa da
kimsecikler onu anlayamazdı. Kalbi eskisi kadar karmaşık değildi. Kaçak bir
hayatı yaşamanın ruhunda oluşturduğu derin çiziklere mevlevihanede merhem
koymuş sayılırdı. Bir Mevlevi dervişine artık kim ilişirdi ki!..
Süleymaniye yokuşunu Tahtakale
civarındaki kazancıların, kaşıkçıların, saraç ve çarık ustalarının vitrinlerine
baka baka çıkıyordu. O sırada Süleyman Kanuni'nin türbesini ziyaret edip hazire
duvarında bir miktar oturdu. Çevresine bakındı. Bu şehrin doyumsuz bir
güzelliği vardı. Hele Boğaziçi... İki denizin ve iki kıtanın birleştiği yer...
Ne büyülü bir güzellik... İşte Haliç!.. Gemicilerin "Altın Boynuz"u
Haliç!... Ezeli bir lezzet,
202
ebedi bir sarhoşluk... içinden,
"insan iki ömrü varsa birini, üç Ömrü varsa ikisini burada yaşamalı!"
diye geçirdiği sırada hiç olmayacak bir şey oldu. Yanına yarı meczup bir
tulumbacı neferi yaklaşıp "Yanarsın kaç!" diye en az on kere
tekrarladı. Sonra da kendisi kaçarak uzaklaştı. Adamın arkasından bakarken
şehirde ne kadar çok meczup olduğunu, bunlardan bazılarının aşk yüzünden bu hale
geldiklerini düşündü. Kimisinin akıllı deliler kabilinden, veli mi, yoksa deli
mi olduğu anlaşıla-mıyordu bile. Sonra şehrin delilerine takıldı aklı.
Gerçekten ne kadar da çok idiler. Mevlevihanede tanıdığı Elekçi Divanesi
mesela. Usta bir kalaycı olan ve kalayı ayağıyla yapan Seyit Deli Mehmet, kim
bilir hangi hükmünden sonra yanlışını görüp aklını yitiren ve yaz kış aynı
hırka ile dolaşan Kadı Divane, Karadeniz şivesiyle konuşup kerametler söyleyen
katıksız Laz Dalkavuk Osman, her konuştuğu adamdan "Eyvallah âşık!"
diyerek ayrılan Bektaşi fukarasından Taslak Derviş Mustafa, "Savulun
kâfirler, münafıklar!" nidasıyla her gün şehri bir uçtan bir uca koşarak
dolaşan Kadı Süleyman Efendi, Kâğıtçı Delisi, Yumurta Delisi ve daha niceleri.
Bir şehirde bu kadar meczup olmasını hayra yormak mı gerekirdi, yoksa bundan
ürkmek mi, kestiremedi. Hiç şüphesiz bir de bunların meşhur olmayanları vardı.
Külhanda da böyle birini tanımıştı; her konuda bir fikri mutlaka vardı ve fala
bakar gibi her defasında isabet ettirirdi.
Şahin Can delilere ve deliliklere dalmış
duvarda otururken uzaktan Tahtakale istikametine doğru on beş-yirmi kişilik bir
güruhun aktığını gördü. Hallerinden ateşli bir tartışmanın içinde oldukları
anlaşılıyordu. Sonra birden içlerinden birisi dikkatini çekti. Bu, Patrona
Halil'in kurnası başında Tomruk Emi-nıyle birlikte yıkanan adama benziyordu.
Aynı anda hemen s°l yanından sesler duydu. İki kişi avaz avaz bağrışıyordu
"Ka-2an in namusuna halel geldi, şeriat isteriz!" Ardından üç muh-
203
.
tesip ortaya çıktı. Onları yatıştırmak
üzere nasihat ediyor, "Etmeyin
yoldaşlar! Namus hepimizin namusu!"
diye tekrarlayıp duruyorlardı. Belli ki yine bir sarkıntılık olmuş, namus kavgası başlayacaktı. 0 sırada
Süley-maniye'nin müezzinleri devreye
girdi:
"Allahu ekber!.. Allahu Ek-
ber!.."
Şahin Can, Meşihat Daire-si'nden eli boş
çıktı. Cebine birkaç akçe koyduğu yaşlı sicil memuru altı ay öncesine ait iki
cilt defteri dikkatlice gözden geçirmiş Nakşıgül Hatun diye birisinin öldüğüne
ve herhangi bir kabristana gömüldüğüne dair hiçbir kayıt bulamamıştı. Daireden
çıktığında kesif bir duman kokusu doldu genzine. Şehir bir uğultuyla
çalkanıyordu sanki. Dumanla birlikte gelen pek çok ses vardı etrafta. Sokaklar
sükûnetini yitirmiş ve alev alev ayaklanmıştı. Birden rüzgâr çıkmış gibi
savrulan kurumlar görmeye başladılar. Havada daha çok duman ve daha çok ısı
vardı. Mahalleler daha kaç kere olduğu gibi bir kez daha ateşin kurbanı olmaya
hazırlanıyor, aradan kaçanlar
kaçıyordu.
Şahin Can, az evvelki divanenin ikazına
uyup hiç beklemeksizin köprüye yönelmiş, hızla Tahtakale yokuşunu inmeye
çalışıyordu. Sokaklar kaçışan insanlarla doluydu. Alevler Kasımpaşa'dan
Galata'ya, oradan Halic'e doğru kademe kademe evlerin çatısına sıçrıyor ve her
sıçrayışta bir kez daha büyüyor-du. Tersanedeki gemiler hızla hareket etmiş,
Boğaziçi'ne çıkmışlardı.
204
Yangına doğru giderken sık sık alevlerin
hareketlerine bakıyor, ortadan yok ediverdiği evlerin insanlarını düşünüyordu.
Sonra ateşin her şeyi değiştirdiğini fark etti. Ateşin gücünü, her şeyi
değiştirme gücünü düşündü. Toprağı, suyu, havayı, hatta insanı değiştiriyordu.
Maddeyi değiştiriyordu. Madenleri değiştiriyor, dönüştürüyordu. Şimdi de hayatı
değiştirmek için azgınca hayatın üstüne üstüne gelmeye başlamıştı. Yokuşu inip
köprüye ulaşasıya kadar yangın Galata surlarına dayanmış, alevler heybetini
arttırmış, Halic'in mavi sularında kızıl yakamozlarla çırpınıyordu. Sanki yer
ve gök birlikte yanıyor da arada her şey bir çerçöpten ibaret kalmış
çıtır-dıyordu. Bu ateşin vahşi güçlere hükmeden bir ruhu olmalıydı. Çünkü
beklenmedik bir anda ortaya çıkıyor ve birden büyüyüp her yanı kaplıyordu.
Kaderin düğümü çözülmüş gibiydi ve o çözülünce sakınmanın boşa gideceğini iyi
biliyordu. Köprü'yü geçip de koyu dumanlar arasında Beşiktaş istikametinde
hızla koşmaya başladığında bir yandan şehirdeki kıpır-danış ve öbek öbek
adamların kavgası, öte yandan tulumbacı meczubun "Yanarsın kaç!"
ikazını düşünmeye başladı. Mevle-vihanenin kapısından girdiği sırada Nahifi
Efendi'yi görüp yangını haber vermek istedi. Ancak Bayezit yangın kulesindeki
işaretler yangını kırmızı bayrak ile şehrin her yanına zaten ilan etmiş ve
tekkede dervişler bir halâs ve selamet duasına başlamışlardı bile. Amin sesleri
kulağına çarptığı sırada gözünün önüne az evvel "Şeriat isteriz!" diye
bağıran adamın suratı gelmişti. Onu gözlerinde maske ile hamam kurnası başında
hayal etti. Elbette oydu!.. Yanılmıyordu. Hatta ne demişti:
"Kaf Dağı'ndan gelecek yay kaşlı,
servi boylu, mim dudaklı sevgiliyi bekliyoruz?"
Peki kimdi bu sevgili?
Bütün gece düşündüğü bu sevgilinin kim
olduğunu ertesi sabah tekkeye erken gelen Nahifi Efendi'den öğrendi:
205
"Bu acemice tertip edilmiş bir
lugazdır Şahin Can. Her anlatılan şey bir harfi karşılıyor. Kaf Dağı yerine kaf
harfini anla. Yay kaştan maksat ya harfidir. Servi boy, elife benzer, oradan da
elifi al. Mim dudak zaten söylenmiş. Hepsini arka arkaya okuyunca
"Kı-y-a-m" olur."
Nahifi Efendi cümlesini tamamladığında
basit bir lugaz çözdüğünü zannediyordu ve Şahin Çan'ın gözlerindeki isyan
dehşetini göremedi.
206
35. Sual
Tülbent ile Tulpan Arasında
Bir Medeniyet Farkı Olabilir miydi?
Topaç Yeye ile Hafız Çelebi gürültüye
koştukları sırada aslı kendi bahçelerinde uzun zamandır nasıl da derin lale
rüyalarına daldıklarını, İstanbul Lalesi'nin kadife yapraklarına bağlanmış sessiz
bir hayatı nasıl benimsediklerini fark ettiler. Durup duruken, kaplumbağaların
bulunduğu havuzdan gelen bu gürültünün sebebini anlamaları gerekiyordu.
Birlikte koştular. Daha beş on adım ilerlemeden kulaklarına, bilmedikleri bir
dilden konuşmalar gelmeye başladı. Hafız Çelebi o sırada her zamanki kaplumbağa
hırsızlarından birini yakalayacağını düşündü. Çünkü devletin yasağına rağmen
son günlerde kaplumbağa meraklıları çoğalmış, Galata'daki ecnebiler, Cenevizli
gemicilerden tatlı suda büyüyen kaplumbağa etinin uzun yaşamak için bir deva ve
iksir ihtiva ettiğini duymuşlar, gerek kendileri yemek, gerekse yüksek
fiyatlarla gemicilere satmak için Hafız Çelebi'nin kaplumbağalarını çalıp
götürmeye yeniden
207
başlamışlardı. Hafız Çelebi de iki hafta
evvel, kaplumbağalarını koruyabilmek için yine hükümete başvurmuş, bunların
tabiattaki dengeyi sağladığını, eğer kaplumbağaların sayısı azalırsa Sadabat
sazlıklarında su yılanlarının çoğalacağını, bunun da çayırlardaki börtü böceğe
ziyanının dokunacağını, böceklerin azalması halinde bitkilerin ve ağaçların
zarar göreceğini vs. uzun uzun anlatıp vezir Damat İbrahim Paşa'nın izniyle
kaplumbağa avcılığını men edecek yeni bir yasakname hazırlattırıp Bostancıbaşı
Ağa vasıtasıyla bütün Galata'da ilan ettirmişti. Neyse ki kaplumbağa havuzunda
karşılaştıkları üç adam bu hırsızlardan değildiler. Hafız Çelebi öfkeyle
geldiği havuz başında bir hayret ve sevinç ile haykırdı:
"Dostum!.. Vefalı karındaşım benim,
safalar getirdiniz..." İriyarı, mavi gözlü, uzun burunlu, sarışın adam
sevecen bir edada onunla kucaklaşırken bozuk bir telaffuz ile cevap verdi:
"Geç kalmadığım değil mi?"
Topaç Yeye tanışma faslında gelenlerden
birinin Avusturya ülkesinin İstanbul maslahatgüzarının seyisi, diğerinin
Fele-menk'ten yeni gelmiş Vanmour Efendi olduğunu öğrenmişti. Ama Hafız
Çelebi'de daha önce görmediği bir neşeye sebep olan bu yabancı kim idi? Çok
merak etmesine gerek kalmamıştı aslında. Çünkü Hafız Çelebi kendisinden,
devamlı kapalı duran gizemli odanın anahtarını getirmesini ve karşısındaki
adama teslim etmesini istemişti. O zaman anladı bu adamın, bütün kış
hikâyelerini dinlediği Bican Efendi olduğunu. Onun hakkında neler neler
anlatmıştı Hafız Çelebi. Asıl adı Pit-Jan imiş. On yıl önce bir gemiden inip
burada bahçıvanlık yapmaya başlamış. Her kış sonunda gelir, laleler solmaya
başladığı mevsimde, haziranda geri dönermiş. En çok yaptığı şey, yetiştirdiği
lalelerin resimlerini çizmek ve memleketine öyle dönmekmiş. Topaç Yeye bu eve
kabul edildiği günden itibaren Hafız Çelebi'den onun adını kim bilir kaç kez
duymuş, lalelerine en iyi onun bak-
208
tığını, lale yetiştirmede çok maharetli
olduğunu ve daha pek çok şeyi kim bilir kaç kez kıskanarak dinlemişti.
Jean Baptiste Vanmour Efendi, Flandr'ın
Valensiyan kentinden bir ressam imiş. Birkaç yıl evvel sultanın sarayına
gelmiş, İstanbul'un renk renk kıyafetlerinden çeşitli görüntülerine va-rasıya
kadar pek çok resim çizmiş, bilhassa saray erkânını tuvale geçirerek ün
kazanmış. Pit-Jan Efendi meğer gençliğinde onun yanında nakkaşlık eğitimi almışmış.
Vanmour Efendi, Hafız Çelebi'nin ününü işitip lale üzerine bazı sorular sormak
istemiş; bu arada Pit-Jan ile buluşmuşlar ve Seyis Efendi de gün inmeden onları
Sadabat'a götürüp döndürmenin telaşı ve ace-lesiyle Kâğıthane Deresi'nin yanlış
yerinden geçirmiş, bu arada vakit ilerlemiş, yol şaşırıp arka bahçeden içeri
girmeye çalışmışlar, ama kazara küpleri kırmışlar. Büyük gürültü havuz
başındaki bu küplerden gelmişti. Biçare Hafız Çelebi, eskiyen bostan dolabının
delik küplerini değiştirmek üzere onları ta Kâğıthane Köyü'nde özel yaptırtıp
neliklerle getirtmişti.
Hafız Çelebi bir yandan elindeki lambayı
yakmaya çalışırken diğer yandan oturmaları için misafirlerine bahçenin yegâne
ağacı sayılan cevizin gövdesine yaslanmış kerevette yer gösteriyor, bu arada aklından
bahçeye diktiği şimşir fidanlarını sulama işinin kırılan küpler yüzünden iki
hafta daha gecikeceğini geçiriyordu. Ama Bican Efendi'nin gelişi bunu telafi
ederdi. Birden neşelendi ve muzip bir eda ile sordu:
"Bicanım, efendiler hayırdan mıdır,
serden mi? Bağımızda ne alıp ne satarlar?"
"Ser isimiz de-ıldir," diye
bozuk bir aksan ile başladı sohbete seyis efendi ve ilave etti, "Kafız
Selebi-i merak etmek biz."
Topaç Yeye kendini zor tutuyordu.
Kıyafetleri, beceriksizlikleri ve bozuk Türkçe aksanlarıyla bu adamların hali
Eyüp Sultan Camii yanındaki Karagözcülerin komik hallerine benziyordu. Her
misafir geldiğinde yaptığı gibi ikram için kilere gidip ce-
209
viz içi, elma ve armut kurusu getirdi.
Gündüzden taze erik ve çağla badem de toplamıştı. Yaklaşık iki saat kadar
laleden bahsedip sohbetler ettiler. Bican Efendi'nin sanatçı kimliği kadar zeki
birisi olduğu her halinden belli oluyor, anlattığı şeylerden de lale hakkında
her şeyi bildiği anlaşılıyordu. Topaç Yeye onu kıskanmıştı. Konuşmalarını
dikkatle dinledi. Altmışın üzerinde gösteren ressam efendinin sık sık
"tülp" deyip durması dikkatini çekmiş ve bunun lale demek olacağını
düşünmüştü.
Seyis ile ressam efendi kendilerine veda
edip giderken gecenin karanlığım aynı gürültülü ses bir kez daha böldü. Bu
sefer de kalan küpler kırılmıştı anlaşılan. Hafız Çelebi ile Bican Efendi
birbirlerine bakıp hayıflanarak ama neşeli neşeli güldüler.
Evde üç kişi olmuşlardı. Topaç Yeye'nin,
Bican Efendi'den pek hoşlandığı söylenemezdi. Daha doğrusu Hafız Çelebi'yi ondan
kıskanmış, belki kendisine rakip saymıştı. Bican Efendi ile Hafız Çelebi uzun
bir hasretliğin ardından kahkalarla karışık sohbetlere daldığında yatmak üzere
odasına çekilmiş, ne çare bütün gece onların devam edip giden seslerini
dinlemiş, dinledikçe uykusu kaçmış, Bican Efendi hakkındaki düşünceleri iyiden
iyiye kıskançlığa dönmüştü. Birlikte sabah çorbasını içerlerken Hafız Çelebi'yi
konuşturmak, belki ilgisini çekmek için akşamdan aklına takılı kalan soruyu
sordu: "Efendim, ecnebiler laleye ne derler?" "Neden sordun
oğulcuğum?" "Bit Canlı efendi ile ressam ağa durmadan aynı kelimeyi
tekrar edip durdular da."
Bican Efendi'yi sevmediğini, adını
telaffuz ederken elleriyle bir biti ezer gibi yaparak göstermişti. Hafız Çelebi
gülümsedi, kelimeyi telaffuzundaki dikkatine ve zekâsına içinden aferin okudu
ve hatta onun adına gizli bir gurur bile duydu.
"Ha!.. Anladım. 'Tülp' kelimesi
dikkatini çekti senin."
"Evet, o kelime."
210 I
"Hani sana daha evvel lalenin evden
kaçmış kızımız olduğun söylemiştim ya!"
"Kara Şahin Ağam ile size ikinci
gelişimizdi. Ama 'kaçmış' dememiştiniz, 'kaçırılmış' demiştiniz."
Yeye "kaçırılmış" kelimesini
söylerken sanki Pit-Jan bu işi yapmış gibi gözlerini ona çevirmiş, ama hem
Hafız Çelebi, hem de Bican Efendi buna kahkaha ile gülüp onun gönlünü al'
mışlardı. Hafız Çelebi anlatmaya devam etti:
"Kaçırılmış demiştim ha!.. Evet,
kaçırılmıştı. Kaçıran adam da Muhteşem Süleyman Han asrının Avusturya
maslahatgüzarı Busbecq nam Frenk idi. Senin dikkatini çeken kelimeyi laleye
isim olarak işte o koymuş. Yani tıpkı lalenin kendisi gibi adı da oralara
İstanbul'dan gitmiştir. Biliyor musun, şu bizim Bican Efendi ile Vanmour
Ağa'nın tekrarlayıp durdukları "tülp" kelimesi "tülbent"
kelimesinden türemiştir. "Nasıl yani efendim?"
"Busbecq Efendi, hatıratında
anlattığına göre, Ayasofya civarındaki kahvehanelerden birinde otururken
yanlarına gelen delikanlının birinin serpuşu kenarında bir lale goncası görmüş.
Taç yumağında kırmızı kadifeleri yeni görünmeye başlayan küçük bir gonca imiş
bu. Delikanlı sevdiğine 'gönlüm sende' demek istediği için kulağının kenarına
bu goncayı iliştirmişmiş." Hafız Çelebi İstanbul'daki âşıklardan
bahsederken Topaç Yeye de vaktiyle annesinin anlattığı bir öyküyü hatırlamıştı.
O da İstanbul'da geçiyordu ve birbiri için can veren âşıkların başına gelenleri
konu alıyordu. "Bu İstanbul şehri aşkın has bahçesi olmalı!" diye
düşündü içinden. Burada aşk sıradan bir şey olmaktan çıkıyor, hayatın ta
kendisi oluyordu demek ki. Tıpkı kulağına lale goncası takan âşık gibi. İşte
Kara Şahin Ağasının başına gelenler. Ve işte kendi başına gelenler... Şehnaz'ı
çok özlediğini elbette kimseye söyleyemiyor ama akşamlan gizli S'zli birkaç
damla gözyaşı dökmekten de geri durmuyordu.
211
Hafız Çelebi'ye yemden kulak verdiğinde,
içinden "İstanbul ile aşk... Birbirine en ziyade yakışan iki kelime!"
diye sayıklamakta olduğunu fark etti. Çelebi anlatmaya devam ediyordu:
"Busbecq kendi ülkesinde kulak
kenarına çiçek takma âdetini bilmediği için eliyle laleyi işaret ederek
delikanlıya sormuş 'Bu başındaki de ne?' Delikanlı serpuşuna iliştirdiği
goncayı unutup onun, sarığını kuşatan bezi kast ettiğini sanarak 'Tülbent!'
demiş. Elçi de çiçeğin adının tülbent olduğunu zannederek dostuna yazdığı
mektupta adını 'tülipent' diye yazmış. O günden sonra Felemenkler gurbete düşen
kızımızın adını Tulipan olarak çağırmışlar. Hatta daha sonra Avrupalı diğer
devletlerin diline de buna benzer kelimelerle 'tulpan, tulipa-no, tulip,
tulipe' olarak geçmiş."
Bican Efendi, Hafız Çelebi'nin anlattıklarını
hem başıyla onaylıyor, hem de bu genç ve zeki çocuğu hayretle izliyordu.
-derkenar-
birbiri için can veren âşıklar
İstanbul'da bir zamanlar, devletlûlardan
olan komşusunun oğluna gönlünü kaptırmış bir kız yaşarmış. Oğlanın hiç haberi
yokmuş sevildiğinden. Kederi artıyor,
umutsuzluğu büyüyormuş kızcağızın. Sonunda onun sevdasından yataklara
düşmüş. İffetinden gidip halini delikanlıya anlatamamış. Anlattığı vakit
"Ya inanmazsa!" diye korkuyormuş. Sonra "Ya beğenmezse!",
"Ya yüz çevirirse!" gibi ihtimalleri hesap ediyormuş. Bunlar da
hastalığını arttırmış, ner-gisceğiz erimeye, solmaya başlamış. Kızı avuçlarında
yetiştirmiş olan dadısı gerçeği anlamış. Ona sırdaş olmayı teklif edip işin
aslını öğrenmiş. Sonra da demiş ki "Ona halini bir şiirle anlatmalısın!"
Kız bu yolu da denemiş. Lakin oğlan kıza karşı aklından hiçbir aşk fikri
geçirmediği iÇ'n şiirini de işte öylesine dinlemiş.
212
Kızın aşkı hadden aşıp ölümcül raddelere
gelmişken kader ona fırsat tanımış, bir gece baş başa kalmışlar. Kızın kalbi
yerinden oynayacak gibi olmuş, sabrı tükenmiş, amma iffetinden bir adım dışarı
çıkmamış. Gecenin sonunda kız ayrılmak üzere ayağa kalktığında kalbi kendisine
hükmetmiş ve oğlanın üzerine eğilip dudağına bir buse kondu-ruvermiş. Sonra tek
kelime söylemeden güvercin yürüyüşüne benzeyen bir yürüyüşle, kulağındaki
küpeleri çın çın sallayarak çıkıp gitmiş.
Delikanlı önce çok şaşırmış tabii.
Birden gücü, takati kesilmiş, soğukkanlılığını yitirmiş. Öfkelenmiş, utanmış,
sevinmiş, eli ayağına dolaşmış... Ve... Kız daha bahçe kapısından çıkmadan aşk
tuzağına yakalanıvermiş. Ertesi gün yüreğinde ateş alevlenmiş, soluk alıp
vermesindeki düzen bozulmuş, nefesi daralır olmuş, korkuları çoğalmış... Gözüne
uyku girmeden üç gece geçirmiş ve dördüncü gün sabahleyin kızı görmek için
evden çıkmış. Ne çare kız o gece aşk yolunun son yolculuğuna çıkmış.
Babası ona halinden sormuş. Cevabı şöyle
olmuş:
"Ona karşı öyle bir arzum var ki,
bu arzuyla Allah'a yal-varabilseydim tüm günahlarım bağışlanırdı. Bu arzuyla
dua edip istesem, vahşi hayvanlar merhamete gelir, insanlara zarar vermekten
vazgeçerlerdi. İçimde öyle bir alev yanıyor ki söndürme amacıyla su içmeye
kalksam suda boğulurdum, isterdim ki o hayattayken yüreğimi bir bıçak ile yarıp
açsınlar, onu içine yerleştirsinler, sonra da göğsümü kapatıp diksinler.
Böylece hep yüreğimde kalsın, diriliş gününü başka yerde değil, orda beklesin,
ben yaşadıkça o da yaşasın, kabrin derin karanlığına girdiğimde de yine
kalbimin içinde benimle olsun.
Sonraki yedi gün boyunca delikanlıyı hep
onun mezarı yakınlarında dolanırken görmüşler. Sekizinci günden sonra da hiç
kimse bir daha hiç görmemiş.
213
36. Sual Çerağ Yandırmak Nevruzun
Şanından mıdır?
Sultan, Sadabat'a gideceği vakit Topkapı
Sarayı'nın Saray-burnu sahilindeki iskele-i hümayundan bir saltanat kayığına
biner, sahillere birikerek kendisini selamlayan tebaasına mukabelede bulunarak
Haliç güzergâhında Eyüp Sultan'a kadar ağır ağır gelir, burada türbeyi ziyaret
edip halka kerem ve ihsanlarda bulunduktan sonra saltanat arabası ile Bahariye
sahilinden Cedvel-i Sim'i takiben Sadabat Kasn'na varırdı. Laleler henüz
açmamış, Kâğıthane safaları başlamamıştı. Lakin sultan hem yeni imar
faaliyetlerini görmek, hem halkının nevruz kutlamalarını tebrik etmek, hem de
veziri Damat Paşa'nın kendisine sunacağı nevruz hediyelerini kabul edip
şairlerin yeni yazdıkları nevrûziye kasidelerini dinlemek üzere Sadabat'a
gidiyordu. Nevruz, halk takvimine göre bahar ile birlikte başlayan, cemrelerin
sırasıyla havaya, suya ve toprağa düşmesinin ardından başlayacak yeni yıla
karşılık geliyordu ve o
214
yıl nevruz günü tatil olan cumaya
rastlamıştı. Nevruz dolayısıyla meydanlarda büyük ateşler yakıp çevresinde
toplanarak eğlenmek gelenekten idi. Moğol efsanelerinden alınan söylentiye
göre, Osmanlı hanedanının mensup olduğu Kayı boyunun da aralarında bulunduğu
Oğuz Türkleri o günde dişi kurt Ase-na'nın rehberliğinde Ergenekon'dan çıkmış
ve bahar ile birlikte yeni bir hayata başlamışlardı. Osmanlı Devleti'nin bütün
hükümdarları bu bayramı kutlar, nevruz dolayısıyla sarayda tatlılar ve macunlar
imal ettirip halka dağıttırır, müneccimler yeni takvimlerini o gün sultana
sunup caizeler alırlar, şairlerin kaside biçimindeki yeni yıl tebrikleri
okunur, devlet erkânı arasında bayramlaşma merasimi yapılırdı. Vezir İbrahim
Paşa her fırsatta bir eğlence icat etmekte pek mahir idi. Nevruz bayramının
cumaya rastlamasını halka bir fal-i hayr, bir kutlu gün gibi yansıtıp şehirde
umumi şölen yapılması için bostan-cıbaşı ağa ile yeniçeri ağasına birkaç emir
vermesi yetmişti.
Sultanın "Kuğu" adlı zarif
saltanat kayığı, hemen önünde Sadrazam İbrahim Paşa'nın vezaret peremesi, onun
önünde de muhafızlara ve solaklara ait beş ve yedi çifteler Cibali önlerinde
göründüğünde kalabalık arasında bir dalgalanma oldu. Katarın en arkasında saraylılara
ait birkaç hanım iğnesi kayık ile daha geride bostancı ağa ile kayıkhane
leventlerinin muhafız kayıkları vardı. Biraz sonra haşmetmeab ve
beraberindekiler büyük bir ihtişamla gelecek ve Eyüpsultan'ın Bostan
İskelesi'nde beşik taşına ayak basacaklardı. Orada sultan bir küheylana binecek
ve iskeleden Eyüp Sultan türbesine kadar halkını selamlayarak rahvan gidecekti.
Çuhadar önde, peyk ve solaklar yanlarda, haydarî başlıklı Mardin işi eğerli
atın sırtındaki hükümdar yavaş yavaş ilerlemeye başladığında ortalıkta çıt
çıkmayacaktı. Ama şimdi yüksek bir gürültü, derin bir uğultu ve mallarını
makamla pazarlayan seyyar satıcıların uzatılarak söylenen kafiyeleri ayyuka
çıkıyordu. Sultanın
215
geçeceği yollara yığılan halk ile
birlikte şehrin bilumum eğlence adamları da onun gelişini bekliyor, beklerken
de gösteriler yaparak deflerini uzatıyor, duranlar ve yürüyenlerden bahşiş
istiyorlardı. Devrin bütün şenlik ustaları oradaydı. Ötede öbek olmuş
ateşbazlar arasında Üsküdarlı ünlü Mahmut Çelebi ile yanında ip üzerinde yürüyen
Arapgirli Kara Şüca, biraz ileride ünlü kâsebaz ve sinibaz Kamberoğlu ile
ateşbaz ve hokkabaz Bursalı Kubadî Ağa başına insanları toplamış gösteriler
yapıyorlardı. Maymuncular ile yılancılar daha da ileride, onları takiben de
perendebazlar ile taklitçiler bin bir türlü marifet gösteriyorlardı. Özellikle
yaptıkları Bekri Mustafa, Arnavut, dilsiz taklitleri çok ilgi görüyordu. Hele
bir taklitbaz Kör Hasan vardı ki onun başında halk ziyadeden de ziyade idi. Kör
Hasan, Civan-Nigâr'ın hamama gidip Gazi Boşnak'ın onları hamamda basma
hikâyesini anlatıyor, halkın ilgisinden memnun, ballandıra ballandıra, hikâyeyi
uzattıkça uzatıyordu.
Kör Hasan'ın taklitlerine gülenler
arasında Acem kıyafetli bir derviş de vardı. Gülerken içindeki heyecan ve
korkuyu yenmeye çalışan bu adam Kara Şahin'den başkası değildi ve hırsız küreği
çeker gibi o da halkın arasına sessizce karışıp gözünü iskeleye çevirmiş,
sultanın gelişini bekliyordu. Selman Çan'ın bütün bir kış sergen üzerinde
katlanmış biçimde duran İranî derviş giysileri şimdi onun omzunda duruyor ve
elinde de bir zembil tutuyordu. Kendisi için en uygun bekleme yerinin burası
olduğuna karar verip taklitbazların arkasında bir köşede beklemeye başladı.
Sultan eşik taşına ayak bastığı sırada
halkın hep bir ağızdan okuduğu kafiyeli alkış sözleri bütün Halic'i
dolduruyordu: "Padişahım, devletinle bin yaşa!" "Ey padişah-ı
muhterem / Tahtında daim ol hurrem" "Uğurun hayır ola / yaşın uzun
ola / yolun açık ola!" "Saltanatına mağrur olma, senden büyük Allah
var!.."
216
Yeniçeri neferleri ve sultanın solakları
onun geçeceği yolun iki yanında biriken halkı hem nizama sokmak, hem de
sessizliği sağlamak üzere sıra sıra bekleşmekteydiler. Herkes sultanın
gelişiyle meşgul iken Kara Şahin en geride bir köşede, elindeki zembilden iki
avuç genişliğinde bir tas çıkarıp kulplarından kaytan ile bağladı. İçine neft
yağı doldurdu ve çakmak ile tutuşturdu. Sonra da içinden şiddetli alevlerin
yükseldiği tası alelacele başına koyup kaytanı boynundan geçiriverdi. Başından
alevler yükselirken şimdi sıra, halkın arasına karışıp sultanın gözüne
görünebilecek bir mahalle varmaya gelmişti. Böyle yapıldığını annesinden
duymuş, bir kere de çocukluğunda, seyretmiş, hatta çok da korkmuştu. Şimdi aynı
şekilde kendisi çerağ uyandırıyordu. Çerağ uyandırmak, sultana ulaşmak isteyip
de ulaşma yollarını bulamamış insanların sultanın dikkatini çekerek kendilerini
dinlemesini sağlama yöntemiydi. Kara Şahin, Çırağan bahçesindeki kızıl lalenin
mestliğinden ayılıp da Nakşıgül'ün sevdasına yeniden düşünce Tomruk Emini'nden
daha yüksek rütbeli biriyle ünsiyet kurmanın, başından geçenleri anlatıp masum
olduğuna inandırabileceği bir devletlû bulmanın yolunu aramaya karar vermişti.
Böylece belki katilleri yakalayıp Nakşıgül'ün ruhuna karşı duyduğu sorumluluğun
gereğini yerine getirebilmeyi umuyordu. Planına göre İranlı bir derviş
kılığında padişah huzuruna alınacak, o sırada Farsça beyitler okuyacak,
tekkedeki hücre arkadaşı Selman Çan'dan duyduğu İran-Osmanlı harbinden sahneler
anlatarak kendini kabul ettirecek, sonra da şehirde gördüğü kıyam
kıpırdanışlarını haber vererek güvenini kazanacak, bu arada yarım yamalak
Türkçe konuşan bir Tebrizli rolü oynayacak, Şeyhinin, Tebriz'e lale soğanları
alıp götürmek üzere kendisini İstanbul'a gönderdiğini falan anlatacak, velhasıl
sultanı mutlaka kendisine inandıracaktı. Uygun bir ortam kollayıp başından
geçenleri anlatmak ise çok sonraki işti. Şimdi yapması
217
gereken şey meydana atılmaktı. Bunun
için sultanı görmek, mücevherlerle süslü at koşumlarını, kaftanını ve tavus
tüylü sorgucunun ucundan itibaren kavuğunu kuşatan incileri seyretmek üzere
birbiriyle itişen halkın arasından öne doğru sıyrılıp ayyuka çıkan bir sesle
haykırdı: "Huda Hûuuuuub!"
Ortalık bir anda karıştı. Sultanın
güvenliğinden sorumlu solaklardan üç tanesi derhal koşup ağzını kapattılar.
Başındaki tasın içinden yükselen alevler çevreye yayılmakta, halkın kimisi
"Vah zavallı divâne!.." diyerek hayıflanmakta, kimisi başına
geleceklerin iyi mi, yoksa kötü mü olacağı hususunda fikirler yürütmekte,
görevliler oraya buraya koşturmaktaydı. Padişah olanları görmüş, vezirine
gerekenin yapılması için işarette bulunmuştu. Kara Şahin, sultanın kendisiyle
görüşmeyeceğini anlayınca başından bir kazan kaynar su dökülmüş gibi oldu.
Omuzları çöktü, zihni bulandı. Şimdi her şey tersine dönebilirdi. Kurduğu bütün
planlar ters işleyebilir, hatta belki kendisini Tomruk Emini'ne bile teslim
edebilirlerdi. Boynuz umarken
kulaktan ayrılmak, kaş yapayım derken gözden olmak istemiyordu.
Koluna yapışan yeniçeri zabiti Kırk
Beşinci Orta çorbacısı heybetli ve yastık bıyık bir adamdı. Dirseğini tutan
parmaklarında nasıl bir pazı kuvveti toplandığını hayal etmek bile zor
görülüyordu. Güya Kara Şahin'in kolunu usulen tutuyor gibi görünüyordu ama
hakikatte etini öyle sıkıyordu ki Şahin bağır-mamak için dişlerini kenetlemek
zorunda kaldı. Üstelik adam bunu yaparken yüzünde halka gösterdiği bir
gülümseme bile vardı. Bıyıkları dudak üstünden ve ağız kenarından ağzını
kapatıyor, bu da gülümsediği zaman bile yüzüne bir ürkütücülük katıyordu. Hele
kulak altlarında sakala karışıp dışarıya doğru kıvrılarak burulmuş bıyık
uçlarına bakmak, insanı titretmeye yeterdi. İstanbul'da o günlerde bu tür bıyık
sakal kesimi revaç
218
bulmuş ve çorbacılar "Bıyığını
balta kesmez!" deyimi ile tanımlanmaya başlamışlardı. Gerçekten de gurur
dağının tepesinde oturan garip adamlardan biriydi bu herif. Şahin, onun elinde
kalırsa başına gelecekleri düşünmek bile istemiyordu. Padişah yerine vezir
huzuruna varıp kendini kabul ettirmek zorundaydı artık. Anlattıklarıyla onu
kendisine inandır-malıydı. Yüreği atmaya başlamıştı. Hafız Çelebi'nin bir
seferinde "Bela gelince sabırsızlıkla sızlanmak ancak felaketi
arttırır." dediğini hatırlıyordu. Şimdi başına gelecekleri beladan nimete
çevirecek kadar sakin olmalı, padişah için hazırladığı planları vezir huzurunda
gerçekleştirmeliydi. Çünkü daha vezir ve sultan, Eyüp Meydanı'nda halka bahşiş
dağıtmaya devam ederken iki süvari intisap neferi, onu Atmeydanı'ndaki vezir
konağına getirip taşlıktaki bir odaya kilitlemişlerdi bile.
219
¦Milli
ı
nl LU
37. Sual Masum Kanımn Hesabı Sorulmaz
mı?
Padişah buraya gelmeden evvel
vezirinden,
Ezelden abd-i memlûkun, çerâğ-ı hâssınım
zira Sebep sensin beni ihyaya devletle saadetle Senindir hâne yoktur minnetin
şevketlü hünkârım Kerem kıl sohbet-i mehtaba gel ikbâl ü şevketle*
Ben senin ta ezelden kulun ve
hizmetkârın, zamanını aydınlatmak için yanmaya hazır bir çırayım. Eğer biraz
itibarım, saadetim ve devlette makamım var ise hepsi sendendir. Ev senin evin
sayılır, devletlû hünkârım, tekellüf ve davet beklemeniz gerekmez, artık
lütfediniz mehtap sohbeti için haşmet ve heybetinizle Sadabat'ı teşrif ediniz,
şenlendiriniz.
220
beyitleriyle davet almış ve
karşılığında,
Çerâğımsın benim sen hem vezîr-i
nüktedânımsın Nazîrin yok sadâkat ile meşhûr-ı cihânımsın*
iltifatıyla onu memnun edip öyle seyre
çıkmıştı. Şiirle, musiki ile, eğlenceyle dolu bir seyir olacaktı bu. Oysa şimdi
neşesi birdenbire yerini kedere bırakmıştı. Şairane isimler taşıyan kasırların,
köprülerin, çeşmelerin, Kasr-ı Cinan'ın, Nevpeyda ve Hayrabad'ın yanından
neşeyle geçip geldiği Sadabat Kas-rı'nın merdivenlerini çıkarken hissettiği
sevinç şimdi artık yoktu. Sükûnlu suların, yeşil çınarların, seyrettiği süslü
ve sırma işlemeli muhteşem çadır ve otağların artık ruhuna katacağı yeni bir
gurur dalgası kalmamıştı. Bir zamanlar ciritler, guy u çevgan oyunları,
pehlivanlar seyrettiği, geceler boyu saz sesleriyle mest olduğu şu kasırda
artık zevk ü safadan eser yok gibiydi. Ömrünü yıl yıl gözünün önünden
geçirdiğinde Sadabat kasırlarında hiç bu kadar kötü ve bahtsız bir gün
yaşamadığını fark etti. Bu zevk ü safa bezminde, bu şetaret ve neşe çağında bu
derece kötü bir manzarayla karşılaşacağını tahmin etse ya sarayından çıkmaz,
yahut Üç Hilal Cemiyeti'nin çorbacıbaşı ağasını burada, tam da neşelenmeye ve
felekten gün çalmaya geldiği şu günde huzuruna kabul etmezdi. Bereket versin
kızı Fatma Sultan ile damadı İbrahim Paşa'yı kendi kasırlarına göndermişti.
Nazenin gönüllü kızı Fatmacığının bu sahneyi görmesini hiç istemezdi çünkü.
Hünkârın bir işareti ile muhafızlardan
biri, salonun ortasında yığılmış duran nesnelerin üzerindeki örtüyü kaldırdı.
Üst üste torbaların görünmesiyle birlikte salondan dışarı taşan iğrenç
Sen benim hem ışığım (veya cırağımsın),
hem de ince manalar bilen vezirimsin. Bana olan sadakatin bütün cihanda
meşhurdur, bir benzerin daha bulunamaz.
221
bir koku duyuldu. Sultan; torbaların
içinde ne olduğunu biliyordu, ama bu sayıda çok ve bu derece kötü durumda
olacaklarını düşünmemişti. Dehşetle irkildi. Öfkeliydi. Çok öfkeliydi.
Çevresindeki adamların hepsi adeta titremekteydiler. Duvarları nakışlı odanın
ortasında bir büyük sofra sinisi üzerine yığılmış, çoğu birbirine benzeyen
torbalar ve bu torbalarda eller, ayaklar, kafalar, bacaklar, gövdeler...
Kimisinin etleri lime lime, kimisi yalnızca kemik kalmış eski, yeni ceset
parçaları. Balıkların diş izleri hâlâ üzerinde etler ile morarmış, kararmış
torbaların kıllarına yapışmış bedenler. Bir zamanlar konuşan, dinleyen,
yürüyen, öfkelenen insanlar... Üç Hilal Cemiyeti'nin çorbacısı önündeki yığına
öfkeyle bakmakta olan sultana izah ediyordu: "Efendimiz; bizi
bağışlayınız, ağ attığımız yerin zemini ziyadesiyle milli çamur idi. Ceset
parçalarını ve torbaları ancak bu kadar temizleyebildik. Suç delillerini
korumak adına da..."
"Ağa, ağa!.. Bu insanları canlı
iken korumak değil miydi vazifeniz?"
"Beli hünkârım!.. Vazifemizde
ihmalimiz olmuştur, cezamıza boynumuz kıldan incedir."
Bohemya avizenin altında, nakışlı
duvarlara çarpan derin bir sessizlik oldu. Yere eğilmiş başlar sultanın kapı
ile pencere arasında gelip giden ayak seslerinden başka bir harekete cesaret
bulamıyordu. Ayak seslerinin gittikçe ağırlaşan vurgusu zihinlerde bir tokmak
sesine dönüştüğü sırada sultan aniden durup sordu:
"Kaç kişinin cesedi var
burada?"
"Üç ayrı kişiye ait uzuvlar hünkârım.
Bir de buraya getiremediğimiz delikanlı cesedi var; hekimbaşı kulunuz ile diğer
hekimler henüz inceliyorlar. Onların söylediğine göre bu torbalardaki
insanlardan ikisi yaşlı erkek, diğeri de otuzlu yaşlarda bir kadındır. Amma
kadının başı, adamlardan da birinin gövdesi henüz bulunamadı.
222
"Kaç arşın derinlikten çıkardınız
bunları?" "Tam Kasımpaşa açıklarında hünkârım, 38 arşındır."
"Peki kimmiş ölenler? Tespit edilebildi mi?" "Yalnızca bir
tanesi hünkârım. Yaşlı adamlardan birinin bundan beş ay evvel kaybolan Hintli
bir tacir olduğu anlaşıldı. Adam çolak imiş, bezirganlardan bazıları onu
kolundan tanıdılar. Cesetlerden hiçbirinin üzerinden eşya ve takı yoktu. Denize
atılmadan evvel soyuldukları ve yüzüklerinin ve mühürlerinin alındığını
sanıyoruz. Dalgıçlar, torbaların içinde değil ama dışında duran takılar, taslar
ve bir hançer çıkardılar. Öte yandan parçalanmış veya yıpranmış torbalar ile
saçılmış insan kemikleri de çıktı. Muhtemelen zamanla içindekiler dökülmüş veya
balıklar tarafından sürüklenmiş torbalardı bunlar. Bölge milli çamur olduğu
için hiçbir şey görülmüyor ve yalnızca el yordamıyla arama yapılabiliyor
hünkârım. Bu da dipteki her şeyi yeniden karıştırıp görünmez kılıyor. Fakat hem
balıkçılar, hem de dalgıçlar dipte ziyadesiyle et yiyen balık olduğunu
söylüyorlar. Ağlara takılan balıklar içinde balıkemininizin hiç tanımadığı
cinsten balıklar bile türemiş. Bir de hünkârım, cesetlerin parçalanış
biçimleri, hepsinin aynı baltanın işleminden geçtiğini gösteriyor."
"Buldunuz mu peki?"
"Baltayı henüz bulamadık ama
yapanlardan birinin izini sürdük. Ceset parçalarının konulduğu torbaların hepsi
kıldan dokunmuştu. Bunlardan birini yıkatıp çarşıya gönderdim. Torbayı dokuyan
adamı üç gün arattım. Nihayet dokumacılardan birisi torbayı tanımış. Orta odasına
aldırıp kendim sorguya çektim. Adam elimde yarı sağlam iki torba daha görünce
tir tir titremeye başlayıp "Onları nereden aldınız?" dedi. Ben de onu
alanı tanıyıp tanımadığını sordum. "Evet," dedi, "Geçen yıl
balıkhane esnafından Esed Ağa nam birisi almıştı bunları. Keçi kılından
dokumuştum, oradan tanıyorum. Niçin aldığını bilmi-
223
yorum ama elinizdeki torba onlardan
biri," diye de anlattı. Adam masum idi efendimiz; ben de Esed Ağa'yı
araştırdım. İtiraf ederim ki öğrendiklerimden dehşete düştüm. İnsanların
zalimlerinden ve şerlilerinden bir kallaş-ı evbaş bir herif imiş... İstanbul'da
masumların haremlerine el uzatır ve onlara tuzak kurarak işlerini yürütür bir
zalim. Kimsesiz zenginlere tuzak kurarak mallarını ellerinden alan bir çetenin
üyesi olduğunu sanıyoruz. Tanıyanlar eli kolu uzun biri olduğunu söylüyor ama
hakkında fazla konuşmak istemiyorlar. Şerrinden korkuyorlar. Bu yüzden kimse
onu şikâyet edememiş anlaşılan. Bir hikâyesini de öğrendim. Adam birkaç yıldan
beri şarkıcı bir cariyeyi seviyormuş. Şarkıcı bir ay parçası, neredeyse nakışlı
bir altın... Onu önce efendisinden satın almak istemiş. Adam kendisini yanına
bile yaklaştırmayınca da tuzak kurup kaçırmış. Sonra üç yüz altına sahibine
geri satıp yeniden kaçırmış. Sonra beş yüz altın istemiş ve yeniden kaçırmış.
Neticede cariyenin efendisi iflas edip yuvası dağılmış, hanesi viran, yarı
mecnun halde İstanbul'dan gitmiş. Bu cariyeyi daha sonra Eyüp'te bir
oyuncakçıya harem diye vermiş. Kadın da bunca çileden sonra aklını oynatır gibi
olmuş. Bu sefer de Bindallı Mahmut Çavuş adlı bir yeniçeri çorbacısı kendisine
tebelleş olmuş. Cariye daha sonra ortadan kaybolmuş. Mahallesinde-kiler onun
İzmir'e gittiğini ve bir daha dönmediğini söylediler. Ama biz bulunan kadın
cesedinin ona ait olduğunu zannediyoruz. Her ne kadar başı henüz bulunamadıysa
da hekimbaşını-zın ifadelerine göre yaşı elimizdeki uzuvlara uyuyor."
Padişah sözün burasında sağ elini başı
hizasında yukarıdan aşağıya indirerek konuşmayı durdurdu. Salondakiler yine
donmuşlar, sessizlik içinde hünkârın ne yapacağını bekliyorlardı. O koca
hünkâr, Osmanlı Devleti'nin o ihtişamlı hükümdarı hazin bir yüz ifadesi ve
adeta çocuklaşmış bir ses tonuyla merhamet duygularını açığa vurdu:
224
"Benim memleketimde biri insanları
öldürüp organlarını parçalıyor ve ben onu bilmiyorum!.. Allah bana hesap sormaz
mı? Masumların kanını benden istemez mi? Eğer şunda, burnumun dibinde böyle
canilik yapılıyorsa acaba ülkemin diğer yerlerinde kimler neler yapmıyorlardır?
Sizler, hepiniz, benimle beraber bu vebale ortak değil misiniz? Herkes benimle
birlikte aynı vicdan azabını duymaz mı?"
Kimseden ses çıkmayıp başlar biraz daha
eğilince de sesini yükseltip gürledi:
"Derhal önümden götürün bunları ve
şeyhülislam efendiye söyleyin usulüne uygun tarzda defnedilsinler. Varisleri,
kimleri kimseleri varsa bulunsun, yardım edilsin. Sen, çorbacıbaşı ağa, kelleni
omuzlarında istiyorsan bütün bu cinayetleri işleyenleri de, varsa diğer
cinayetleri de bana en kısa sürede bildireceksin. Bulundukları bölgeyi korumaya
alıp genişletiniz. Gerekiyorsa bütün Halic'in dibini milim milim tarayınız ve
ne varsa çıkarınız. Dipte bu torbaların bağlandığı taşlar birikmiş olmalı. O
taşları çıkartıp hangi bölgede bulunduklarına, hangi ocağın taşı olduklarına
kadar her şeyi bir bir inceletiniz. Bana anlattıklarınızı derhal vezirime de
bildiriniz. Tedbirleri o alacaktır. Hekimbaşı efendi de, haber veriniz, derhal
huzura buyursun."
Sultan o gün Cedvel-i Sim üzerindeki
fıskiyelerin, aslan ve ejderha başlı çeşmelerin gürül gürül akan sularında bir
neşe yerine karamsarlık ve hüzün görmüştü. İçi kararıyor, ruhu mengenelerde
sıkışıyordu. Gün batımında hekimbaşı ile karşılıklı otururken bütün gün hiçbir
şey yiyip içmediğini hatırladı. Üzülmüştü. Belki sevineceği bir haber verir
umuduyla hekim-başıya sordu:
"Efendi! Cesedi bulunan delikanlı
kaç yaşında imiş?"
"23-24 yaşlarında hünkârım."
"Tam olarak kaç ay önce
ölmüş?.."
225
"Yaklaşık yedi ay önce
haşmetmeab." "Denize düşüp kendisi mi boğulmuş, yoksa birisi
tarafından mı atılmış?"
"Galiba birisi arafından atılmış hünkârım,
çünkü el ve ayak bileklerinde ipler bağlıydı. Hatta ağzından paçavralar
çıkarıldı, ağzı kapatılmıştı."
"Birisinin onu denize attığı kesin
o halde?" "Evet hünkârım, öyle diyebiliriz." "Peki denize
düştüğünde hâlâ canlı mıymış?" "Öyle zannediyoruz hünkârım, çünkü
bedeninde bir fazla şiddetli darp izi göremedik. Muhtemelen hafif şekilde
dövülmüş, biraz hırpalanmış ve taşlara bağlanıp denize atılmış."
Sultan, hekimbaşıya elinin tersiyle
"çıkabilirsin" işareti yaptığında birden acıktığını ve iştahının yerine
geldiğini hissetti. Bu ölen delikanlı, Şehzade Ahmet olmalıydı. Çünkü
he-kimbaşının anlattıkları, Kazasker İshak Efendi'nin iddia ettiği ölüm
biçimine ve tarihine pek uyuyordu.
226
38. Sual - Anlat, Neden Çerağ
Uyandırdın?
İbrahim Paşa Sadabat kasırlarından erken
dönmüş, bir zamanlar Fransa'ya elçi gönderdiği Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi
ve matbaanın başındaki İbrahim Müteferrika Efendi'yi huzuruna çağırtmıştı.
Çünkü bu iki adam kendisine itaatle birlikte son zamanlarda Kumbaracı Ahmet
Paşa ile birlikte siyasi işlere karışır olmuşlardı. O günkü gündemlerinde daha
evvel bastıkları Vankulu denen Sıhah-ı Cevherî ile Ferheng-i Şuurî nam
lugatlar, Naima ve Râşid tarihleri, Mısır Tarihi, Timur Tarihi,
Takvimü't-Tevarîh gibi tarih eserlerinin yeniden basımı ve bunlar için
Paris'ten getirtilmesi gereken yeni hurufat var idi. Matbaa, bazı cahil ve sığ
sahaf esnafının muhalefetine rağmen yüz ağartan işler yapmıştı ve bu güzel
işlere devam etmek gerektiğine inanıyorlardı. O gün Galata'dan demir alıp
Toulon Limanı'na gidecek bir gemi vardı ve matbaa hurufatı için birinin bu
gemiyle gönderilmesi gerekiyordu. Vezir hem gidecek kişiyi tespit hem yol
harcırahı ödemesi, hem de bazı özel sipa-
227
rişler vermek üzere kuşluk vaktinde
ikisini de sarayına kabul etmiş ve Müteferrika Efendi'yi gemiye yetişmek üzere
uğurla-mıştı. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi ile sabah kahvesini içtikleri
sırada Üç Hilal Cemiyeti çorbacıbaşı olan ağanın geldiğini kulağına
fısıldadılar. Bu adamla her zaman yalnız görüşmüştü. Çünkü devletin bütün
sırlarına sahip olan bir adamı, daha da önemlisi kendi özel araştırmalarında da
kullandığı birini başkasının yanında konuşturması uygun olmazdı. Üstelik bu
adamın kimliğinin de bilinmemesi gerekiyordu. Uşaklarından birini görevlendirip
çelebiyi yüklüce bir hediye ile uğurladıktan sonra derhal çorbacıbaşıyı içeri
aldırdı. Adam vezirin eteğini öpüp peykeye bağdaş kurduktan sonra derhal
anlatmaya başladı. Sadabat'da padişaha anlattıklarını neredeyse aynı cümlelerle
şimdi Atmeydanı'ndaki vezir konağında tekrar ediyordu. Bulunan kesik
bedenlerden, torbalardan, dalgıçlardan uzun uzun bahsediyor, sorulara cevap
vermeye çalışıyor, nefes alıp yeniden anlatmaya devam ediyordu:
"Baltayı henüz bulamadık ama
yapanlardan birinin izini sürdük. Ceset parçalarının konulduğu torbaların hepsi
kıldan dokunmuştu. Bunlardan birini yıkatıp çarşıya gönderdim. Torbayı dokuyan
adamı üç gün arattım. Nihayet dokumacılardan birisi torbayı tanımış. Orta
odasına aldırıp kendim sorguya çektim. Adam elimde yarı sağlam iki torba daha görünce
tir tir titremeye başlayıp 'Onları nereden aldınız?' dedi. Ben de onu alanı
tanıyıp tanımadığını sordum. 'Evet,' dedi, 'geçen yıl balıkhane esnafından Esed
Ağa nam birisi almıştı bunları. Keçi kılından dokumuştum, oradan tanıyorum.
Niçin aldığını bilmiyorum ama elinizdeki torba onlardan biri,' diye de anlattı.
Adam masum idi efendimiz; ben de Esed Ağa'yı araştırdım. İtiraf ederim ki
öğrendiklerimden dehşete düştüm. İnsanların zalimlerinden ve şerlilerinden bir
kallaş-ı evbaş bir herif imiş... İstanbul'da masumların haremlerine el uzatır
ve onlara tuzak kura-
228
rak işlerini yürütür bir zalim. Kimsesiz
zenginlere tuzak kurarak mallarını ellerinden alan bir çetenin üyesi olduğunu
sanıyoruz. Tanıyanlar eli kolu uzun biri olduğunu söylüyor ama hakkında fazla
konuşmak istemiyorlar. Şerrinden korkuyorlar. Bu yüzden kimse onu şikâyet
edememiş anlaşılan. Bir hikâyesini de öğrendim. Adam birkaç yıldan beri şarkıcı
bir cariyeyi seviyormuş. Şarkıcı bir ay parçası, neredeyse nakışlı bir altın...
Onu önce efendisinden satın almak istemiş. Adam kendisini yanına bile
yaklaştırmayınca da tuzak kurup kaçırmış. Sonra üç yüz altına sahibine geri
satıp yeniden kaçırmış. Sonra beş yüz altın istemiş ve yeniden kaçırmış.
Neticede cariyenin efendisi iflas edip yuvası dağılmış, hanesi viran, yarı
mecnun halde İstanbul'dan gitmiş. Bu cariyeyi daha sonra Eyüp'te bir
oyuncakçıya harem diye vermiş. Kadın da bunca çileden sonra aklını oynatır gibi
olmuş. Bu sefer de Bindallı Mahmut Çavuş adlı bir yeniçeri çorbacısı kendisine
tebelleş olmuş."
Vezir cümlenin burasında irkildi, sekiz
ay önce konağına gönderilen kesik kadın başı ve örülmüş saçları gözlerinin
önüne geldi, karşısındakine belli etmemeye çalışarak bir soru sordu:
"Kimmiş bu Mahmut Çavuş,
araştırdınız mı?"
"Araştıracağız efendimiz. Cariye
daha sonra ortadan kaybolmuş. Mahallesindekiler onun İzmir'e gittiğini ve bir
daha dönmediğini söylediler. Ama biz bulunan kadın cesedinin ona ait olduğunu
zannediyoruz. Her ne kadar başı henüz buluna-madıysa da hekimbaşınızın
ifadelerine göre yaşı elimizdeki uzuvlara uyuyor."
Vezir şaşkındı. Bir an "O kadının
başı, bir gece, Sultan Ahmet Camii haziresine kendi ellerimle gömüldü"
deyiverecekti neredeyse. Ama asıl aklını kurcalayan şey, Bindallı'nın
kendisiyle olan macerasının ve onu hapse attırmış olmasının devletin gizli
haber alma teşkilatı tarafından bilinmeyişiydi. Bu nasıl bir gizli haber alma
idi? Duyguları karmakarışıktı. Bir yandan
229
şehirdeki zindan kayıtlarının
incelenmeden sonuca varılışına öfkeleniyor, diğer yandan yalnızca kendisinin
bildiği bir gerçekten dolayı gizli bir memnuniyet duyuyordu. Çorbacının diğer
cümlelerini ise artık neredeyse hiç duymadı. Çünkü önünde heyecanlı bir
hikâyenin devamı vardı. Bilinmezleri çözmek, soruları birer birer cevaplamak,
ipuçlarını değerlendirmek... Yine çocukça bir sevincin içindeydi. Birkaç gün
kendini eğleyecek bir araştırma bulmuştu işte. Üç Hilal Cemiyeti'nin bulamadığı
başın nerede gömülü olduğunu yalnızca o biliyordu işte. Bunca cesedin sırrını
da Bindallı biliyor olmalıydı. Bu da ona gerçeğin kapısını aralayacak, hatta
sultandan evvel olup bitenleri kendisi keşfetmiş olacaktı. Gizli servisi geride
bırakmanın gururu ile içinden kendisini kutladı. Şimdi yapması gereken şey
Bindallı'yı gönderdiği zindandan aldırıp kimsenin erişemeyeceği bir yerde
saklamak ve bilgileri kontrollü biçimde ağzından almaktı. Ama belki de Yeniçeri
Ağası'na haber gönderip bu işleri onlara bırakmak en iyisi olacaktı. Şu güzelim
bahar çiçeklerini kan rengiyle bozmanın ne lüzumu vardı? Evet, evet, yarından
tezi yok Yeniçeri Ağası'nı azarlayıp Üç Hilal Cemiyeti'nin başındaki çorbacıyı
değiştirmesini isteyecek, sonra da onları Bindallı'yı sorgulamaya
yönlendirecekti. Ama ondan da önce Eyüp'te İskele Sokağı'nda çerağ uyandıran
İranlı gezgin dervişi dinlemesi gerekiyordu. Karşısında oturan adamı gönderip
Kara Şahin'i içeri aldırdı. Neşesi pek yerindeydi. "Hoş amedî
derviş!" "Hoş bulmuşam han nöker!" "Demek Azeri'sen?"
"Acem'em mirim, lakin az Türkçe
bilirem." "İyi o halde, anlat, neden hurdasın?!.. Neden çerağ
uyandırdın?"
"Han nöker! İnsanlar uykudadır,
öldükleri zaman uyanırlar.
Bende..."
230
39. Sual Yeye'ye Ne Olmuştu?
Oyuncakçı dükkânlarının hizasındaki
büyük gürültünün içine, telaşlı bir rüyaya dalar gibi daldı. Hemen her dükkânın
önünde zırlayan, ağlayan, sümüklerini çeken çocuklar ve onların gönüllerini
yapmaya çalışan annelerinin bağırış çağırış-larıyla cıvıl cıvıl bir çarşıydı
burası. Saçaklarına ve kapılarına oyuncakların asıldığı sıra sıra dükkânlarda
neler neler satılmıyordu ki... Kamış borulardan mamul düdükler ve kavallar,
içine üfürülünce ucundan bir kâğıt ile dil çıkaran tırlaklar yahut tavus
kuyruğu gibi uzayan fırlaklar, dilli düdük, kaba düdük, Arap düdüğü, Macar
düdüğü, mizmer düdüğü ve çığırtma düdükler, Eyüp borusu, küçük def, dümbelek ve
kemençeler, tahtadan oyulan veya paçavra doldurulmuş bezden sıçan ve kuşlar,
hareket edebilen karagöz karakterleri, hacıyatmazlar, yürütülebilen öküz veya
at arabaları, fayton ve landolar... Sokağı asıl kalabalıklaştıranlar, seyyar
oyuncak satıcıları idi. Ki-
231
[*$f
Î'Ü-K;
**&teı
i
r
misi bir eşeğin sırtında, kimisi bir el
arabasında, hatta kimisi keçiye yüklediği oyuncakları bağıra bağıra
satmadaydılar. Bunca oyuncak arasında çocukların hepsi söz birliği etmiş gibi
ille de vıraklayan kurbağa istiyorlardı.
Eyüp oyuncakçılarının âdetiydi, her yıl
bahara doğru yeni bir oyuncak icat ve imal ederler, şehir çocukları arasında
yaygınlaşması için sokak aralarına tellallar gönderip yeni icatlarına piyasa
yaptırtırlar, bayramlarda kurulan atlı karaca, dönme dolap ve diğer panayır
meydanları dahil bir yıl boyunca hep aynı oyuncağı sattırırlardı. Bu yılın en
aranılan oyuncağı işte bu kurbağa olmuştu. Tahtadan oyulan bu kurbağanın
sırtında kademeli olarak yükselip kuyruğuna kadar uzanan çentikler vardı. Divit
veya benzeri bir kamış, bu çentiklerin üzerine sürtülerek yürütüldüğünde
"vırak, vırak!" sesler çıkarıyordu. Bu yüzden günün her saatinde
oyuncakçılar sokağı sanki bir kurbağa istilasına uğramış gibi dayanılmaz
oluyor, annelerin bu çirkin sesli oyuncağı alıp almama konusunda çocuklarıyla
tartışmaları da üstüne tuz biber ekiyordu. Ötede ise kurbağaları develerine
yükletmek ve İran'a, Mısır'a Hind'e
232
götürmek üzere bekleşen bezirganlar ile
kervancılar bağrışmaktaydılar.
Topaç Yeye çarşıyı ve oyuncakları uzun
uzun seyretti. Annesi, daha şuracıkta oturdukları halde bir gün olsun elinden
tutup onu bu çarşıya getirememiş, hiçbir kimse ona buradan bir oyuncak
almamıştı. Şehnaz için pek çok oyuncak alınır, o bıktığı zaman veya evin hanımı
izin verirse ancak birkaç saat kendisi de oynayabilirdi. Konakta geçen günleri
düşünürken birden hayatında kendisine ait hiç oyuncağı olmadığını fark etti. Ne
küçükken, ne de şimdi. Tabii eğer Hafız Çelebi'den öğrenerek yaptığı şu ilkel
düdük sayılmazsa. İki avucu içine sığdırdığı bu düdüğü iki kemik parçası
arasına deri gerdirerek yapmıştı. Gerçi tek perdesi vardı ama yine de sesi
güzel çıkıyordu. Ağzının sol yarısına dayayarak çaldığı bu düdüğe en çok Bican
Efendi hayret etmiş, bu yüzden daha gelişinin ilk günlerinde Yeye'nin aklına
hayran kalarak düdüğün Felemenk diyarında gördüğü çok delikli mızıkaya
benzediğini söylemişti. Daha sonra Yeye'yi sevmiş, onun hem zeki, hem de
kabiliyetli olduğunu, lale yetiştirme konusunda da aynı başarıyı göstereceğine
inandığını tekrarlayıp durmuştu. Bican Efendi Felemenk'ten gelen Pit-Jan
değildi sanki. Konuşurken duymadığı müddetçe onun adıyla ve kişiliğiyle doğulu
bir Bican Efendi olmadığını kimse söyleyemezdi. Yeye de onu sevmeye başlamıştı.
Hatta şimdi ona bir hediye alsa iyi olacaktı.
Hafız Çelebi, Eyüp çarşısından birkaç
kuru erzak ile mum alması için göndermişti onu. Sonra da her zaman olduğu gibi
Mübarek Efendi'ye ve Martolozzade Kuru Kirkor Efendi'ye uğramasını
tembihlemişti. Mübarek Efendi eline lale ile alakalı bir kitap geldiğinde
kimseye satmayıp onu saklayan ve Hafız Çelebi'nin eline ulaşmasını sağlayan bir
Musevi sahaf, Martolozzade ise Hafız Çelebi'nin kulübe azmanı evini ihtiyaç
halinde devamlı büyütmekten keyif alan hoş sohbet bir Ermeni dül-
233
ger idi. Yeye'nin gelişinden sonra eve
bir oda daha ilave edilmesi gerekmiş, ayrıca lale soğanlarının nemli ortamda
saklanması için yeni bir mahzen kazılıp kalıplanma ihtiyacı ortaya çıkmıştı.
Eyüp Sultan taraflarında bu işi Kuru Kirkor Efen-( di'den daha iyi kim
yapabilirdi?
Topaç Yeye alışverişini tamamlamış, Mübarek
Efendi'nin verdiği muşambaya sarılı kitabı torbasına koymuş, Kirkor Efendi'den
iki gün sonra geleceği vadini almış Sadabat'ın yolunu tutmak üzereydi. Bican
Efendi için ne alması gerektiğine karar veremedi. Sonunda bir helvacı
dükkânından tatlı almaya karar verdi.
Kapının çıngırak sesi salonda
oturanlardan pek kimsenin dikkatini çekmemişti. Yeye tezgâhta tepsiler halinde
sıralanmış tatlılara bakarken tezgâh arkasındaki bir köşede iki kişinin fısıltı
ile konuştuklarını gördü. Göğsünde helvacı önlüğü bulunan pos bıyıklı ve sık
sakallı adam muhtemelen bu dükkânın sahibi olan helva ustası tablakâr idi. Adam
meşgul idi ve çırak da muhtemelen sokaktaki kurbağa seslerine karışan boğuk bir
uğultunun geldiği üst kattaki müşterilere hizmet etmedeydi. Beklemeye başladı.
Dükkânın duvarlarındaki talik ve sülüs hat ile yazılmış nakışlı levhaları
okumaya başladı. Tezgâhın tam karşısındaki duvarda iki beyit halinde kısa bir
talik levha var idi. Helvacılara ait levhalardı bunlar:
Tadı cennetten / Bereketi Allah 'tan Taşsın
dökülmesin / Artsın eksilmesin
Kapı üstündeki pir levhasında ise Şeyh
Şazeli adı yer alıyordu:
Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız
Hazret-i Şeyh Şazeli'dir pirimiz üstadımız
234
Topaç Yeye'nin son okuduğu levha çok
dikkatini çekmişti:
Küfür töredir; kazanca göredir
Hemen altında da küfre benzeyen bir
beddua yer alıyordu:
Tanrı'nın zalimi şirret gidiler Ben
imcin bok gibi helva yediler
Birisinin helvasını yemek onun ölümünden
kinaye idi; bunu biliyordu, ama "küfür töredir; kazanca göredir"
tekerlemesinden ne anlamak gerekirdi. Herhalde bütün İstanbul'un dilinde
dolaşan şu küfür taciri helva tablakârı bu dükkânın sahibi olmalıydı. Bir ara
Hafız Çelebi'den duyduğuna göre; helvacılardan biri küfür sözleri alıp satmaya
başlamış da bilhassa şiir biçiminde küfür icat edenler artık küfürlerine burada
yüksek fiyattan telif bedeli alıyorlarmış. Rivayete göre adam namuslu küfürbaz
imiş ki satın aldığı bakir bir küfrü yalnızca bir kişiye satıyor, elinde daha
evvel kullanılmış küfür tutmuyormuş. Hatta küfür satın aldığı kişilere bu küfrü
unutmaları için yemin ettirdikten sonra parasını verdiği, küfür satın almak
isteyen kişiyi de -rastgele küfür satmak yerine en uygun küfrü vermek üzere-
sorguya çektiği son zamanlarda İstanbul sokaklarında sık konuşulur olmuştu.
Söylenildiğine göre bilhassa Yeniçeri kahvehanelerinin gediklileri buraya sık
uğruyorlar-mış. Yeye, bütün bunları aklından geçirirken "Herhalde şu
tezgâh arkasında konuşan usta bu küfür taciri, karşısında oturan adam da bir
müşteri olsa gerek!" diye düşünmeden edemedi. Evet, evet, mutlaka bu adam
o küfür taciri olmalıydı. Çünkü parmağıyla müşterisine gösterdiği levhada tam
da Hafız Çelebi' nin sıraladığı sorular yer alıyordu: "Küfredeceğin kişi
kaç yaşlarında?"
235
"Toplumda mevki ve makamı
nedir?" "Çoluk çocuk sahibi mi?" "Sakatlığı var mı?"
"...?"
Yeye, müşteri olan adamla birlikte
soruları okudu. Bu sorular küfredilecek kişiye uygun küfrü seçmek için her
müşteriye soruluyordu anlaşılan. Bilhassa sonuncu soru kendisine çok manidar
gelmişti. Öyle ya, küfür de olsa asla israf edilmemeliydi. Sakatlığı olan bir
adama sakatlığına vurgu yapacak bir küfür savurmak hem zalimlik, hem haddi
aşmak, hem de israf olurdu. Yeye, küfür satan adama hayret etmiş içinden,
"Bu adam küfür satacağına aşk dedikoduları satsa acaba daha mı az
kazanır?" diye geçirmişti. Çünkü insanlar aşk üzerine dedikoduyu da küfür
kadar cazip bulurlardı. Üstelik aşk küfürden daha nezih ve heyecanlı olurdu.
Yeye birden içine daldığı bu aşk ve küfür çatışmasına dair rüyadan kulaklarına
fısıldanan bir cümle ile uyanıverdi:
"Bir bilge 'Kişinin aklı diline
hâkim olmalı, dili aklına hâkim olan kişi helak olur!' demiş. Helvacı ustasıydı
bu sesin sahibi ve sonra ses devam etti: "Evlat! Sakalı bıyığı
çıkmayanlara küfür satmıyoruz biz!"
"Ama ben zaten helva alac..."
"!?.."
*
e a t t t
Akşamın alacakaranlığında Topaç Yeye'yi
bir merkep sırtında eve getiren Kuru Kirkor Efendi'nin ilk cümlesi Hafız
Çe-lebi'nin de yere yığılıp kalması için yeterli olmuştu: "Şehnaz deor,
deor, deooor... Soğra öloor!.." Kirkor Efendi bu cümleyi tekrar edip dururken
Hafız Çele-bi'nin aklında sorular uçuşmaktaydı: Yeye'ye ne olmuştu? Kirkor
Efendi onu nerede ve nasıl bulmuştu? Şehnaz da kimdi?
236
-derkenar-
aşk üzerine dedikodu
Aşkın insanlar üzerinde etkin bir gücü,
keskin bir egemenliği, yadsınamaz bir hâkimiyeti, çürümeden bir nüfuzu,
dayanılmaz bir baskısı vardır. En sıkı düğümlenmiş düğümleri çözen de,
katılıkları eriten de, buna karşılık sağlamları sarsan ve yasak olanı serbest
bırakan da odur.
Aşk yalnızca bir bakıştır; gerisi
vesairedir... O ilk bakıştan sonra âşık durmadan sevgiliyi seyretme, onu görme
arzusu duyar. Çünkü göz ruha açılan büyük bir penceredir. Gönlün sırlarını
keşfe çalışır ve en gizli düşünceleri bile açığa vurur. Âşıkm gözü sevgiliden
başkası üzerinde eğleşip durmak istemez. Mıknatıs, çekim gücünü göz ile sevgili
arasındaki ilişkiden almıştır. Dilbilgisinde sıfatın isme uyduğu gibi, göz de
sevgiliye uyar, onda eriyip sonsuzluğa karışır.
Eğer sevgiliden başkasına söyleyemeyecek
şeylere sahip olunmuşsa aşk kapıda demektir. Bu durumda sevgilinin sözünü can
kulağıyla dinlemek, ileri sürdüğü her şeyden dolayı hayret etmek, saçma sapan,
hatta yalan şeyler bile konuşsa ona hak vermek, haksız olduğu zamanlarda bile
onu doğrulamak, ne yaparsa, ne derse, peşini sürmek, hep aşkın halleridir.
Hatta birbiriyle çelişkili haller bile aşk için söz konusudur. Ayrılık acısının
âşıka hoş gelmesi, zamanla ondan zevk alması gibi. Aşk ilerleyince sevgilinin
derdini çekmek mutluluk olabilir. Tabiatta herhangi bir şey haddini aşınca
zıddına dönüşür. At arabasının tekerleri çok hızlı dönmeye başlayınca sanki
tersine dönüyor gibi görülür. O halde bütün üzüntülerin sonu mutluluk, bütün
gülmelerin sonu gözyaşıdır. Sevincin de, hüznün de aşırısı insanı öldürür.
Kahkahalarla gülen kişinin gözünden sonunda yaş akar.
Yıldız sürülerinin çobanları da, olsa
olsa yalnızlığı seçip inzivaya çekilen ve orada öylece ağlayıp duran âşıklar-
237
dır. Onlar, gecelerin bitmez tükenmez
uzunluğunda yıldızları sayıp yıldız yıldız gözyaşları dökerler. Âşıkların
gözka-paklandır ki bulutlara bu konuda ders verir. Eğer Batlam-yus yaşıyor
olsaydı, yıldızların akışını gözlemlemek için âşıklardan kendisine bir gözlem
ekibi kurardı. Eski bir doğu şiirinde "Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit
ne bilir/ Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat" denilmiştir. Bu
doğrudur.
Yılın en uzun gecesinin hangi gece
olduğunu müneccimler ile takvim düzenleyenler asla bilemezler. Onun hangisi
olduğunu ancak gama müptela olmuş âşık bilir.
238
40. Sual
Vezire Yakın Olmak Güvenlik mi, Tehlike
midir?
"Önemsiz işleri isteyen önemli
olanı; önemli işleri isteyen de önemsiz olanı kaybede," demişti bir
keresinde Hafız Çelebi. Şimdi bu nakışlı tavanın altında, temiz çarşaflar ve
lavanta kokulu yastıklarda yatarken aslında Damat İbrahim Paşa'nın ne kadar
önemli işler yaptığını bir kez daha gözünün önünden geçiriyordu. Başında çerağ
uyandırdığı cuma günü akşamında padişahın değil de İbrahim Paşa'nın sarayına
götürülmüş olması, padişah ile değil de İbrahim Paşa ile görüşmüş olması
hayatını değiştirmişti. Belki padişah kendisine inanmaz, onu her zaman
rastladığı Melami dervişlerden biri zanneder, Anadolu'yu bir uçtan diğerine
dolaşıp duran ışıklar arasında sayısız örneği bulunan düzenbazlar ile kıyaslar,
kapısından eli boş döndürür, kovar, hatta cezalandırırdı; ama sadrazamı öyle
yapmamıştı. İnce ruhluydu, onun okuduğu şiirleri anlamış, aşk sözlerinden
hoşlanmış hatta onun aşka dair tanımlarına yine aşk mısraları ile karşılık
verip şaşırtmıştı. Biri Farsça oku-
239
yunca diğeri Türkçe beyit ile mukabele
etmiş, diğerinin Türkçe söylediği beyte öteki Fars şairlerinin dizeleriyle
misilleme yapmıştı. Bir ara okuduğu dört mısraın hayatını değiştireceğini ise
hiç bilmemişti. Şirazlı ünlü şair Şeyh Sadî'nin Gülistan adlı kitabından idi bu
mısralar: "Sulh bâ-düşmen eğer hâhî her geh ki tu-râ / Der-kafâ ayb küned
der nazareş tahsîn kün / Sü-han-i âhir be-dehen mî-güzered mûzîrâ / Sühaneş
telh ne-hâhî deheneş şîrîn kün. "Ve sözleri biter bitmez İbrahim Paşa şu
Türkçe mısralarla cevap verdi: "Hoş geçinmek dileyen düşmanla / Onları
iyiliğe kandırsın / Acı söz istemeyen âdem de / Herkesin ağzını
tatlandırsın" Hayret ki hayret!.. Bu dört dize kendi okuduğu Farsça dört
dizenin şiir biçiminde tercümesiy-di. Osmanlı sarayında nasıl bir vezirin hüküm
sürdüğünü, hemen o anda, bu dizeleri duyunca anlayabildi. Bu dört dize ona
devletin ihtişamını gösteriyordu. Kara Şahin şimdi ne yapacağını bilemez olduğu
bir sırada bir beyit de paşa okuyup, "Bunu da sen Farsça söyle bakalım!.
"Âşıkım âşıkım diyorsun amma / Aşktan bir eser görülmelidir / Mesela yoksa
vuslata imkân / Dost olan dost yoluna ölmelidir."
Bu çok çetin bir sınavdı. Duyduğu
dizeleri şiir olarak tercüme etmek değildi zor olan; bunu bir İranlı derviş
kadar yapabilirdi; ama bunu yaptığı anda vezir ile aynı konuma gelmiş olacaktı
ki acaba vezir bundan hoşlanır mıydı? Kendisiyle yarışmak isteyen bir dervişe
karşı hangi tavrı takınırdı? Yüzüne dikkatle baktı. Çehresinde "Haydi!
Duymak istiyorum!" der gibi bir işaret okuyunca bütün cesaretini
toparlayıp tercüme beyitler söyledi. Ardından da şöyle yalvardı:
"Uykumu sizden gayrı kimin için
böleyim / Arzuhalim sizedir değil mi ki köleyim / Varayım yalvarayım kapınızda
Tan-rı'ya / Yoksa düşeyim dile eşiklerde öleyim."
Sonraki bir saat boyunca paşa ile
arasında beyitlerle örülmüş bir sohbet sürmüş, karşılıklı okunan beyitlerde
sorular, cevaplar, imalar, iğnelemeler, şakalar, nükteler ve hayat sahne-
240
leri dillendirilmiş, İran'daki savaştan,
yeniçerilerin kazan kaldırma arzusundan, Bayezit Hamamı'ndaki kurna başı
sohbetinden, paşa hakkında gizli din söylentilerinden, velhasıl pek çok şeyden
yaklaşık bir saat şiir sohbeti yapılmıştı. O bir saatin sonunda da paşa
adamlarından birini çağırıp emir vermişti:
"Efendi misafirimizdir, sarayımızda
bir oda hazırlansın ve arzuları yerine getirilsin!"
Kendisi için hazırlanan odaya girdiğinde
sırma işlemeli şiltenin köşesine bir kese konulduğunu gördü. İçinde armudî bir
inci, otuz altın ile "Hizmetinize sunulmuş helal paradır! Yeni esvaplar
kuşanasınız!" yazılı bir not vardı. Demek ki derviş kılığından çıkması
isteniyordu. Demek ki şair olarak musahipler arasında yer alması isteniyordu.
Kuralların neler olduğu, hangi günlerde meclislerin kurulduğu, kimlerin
katıldığı gibi meseleleri öğrenmek zaman alacaktı elbette, ama şiir meclisine
çağrılmak da az şey değildi. O gece önce kıymetli inciyi pazu-bendine sakladı.
Bu, zor günler içindi. Altınları yastığının altına koydu, hemen harcanacaktı.
Sabaha kadar pek az uyudu, pek çok sevindi ve şükretti. Asıl gönlünden geçen
ise paşanın kendisine yardım edeceği, Nakşıgül'ün katillerini yakalatmak
konusunda emirler vereceği umudu idi. Çünkü o günlerde paşanın çetrefil ve
karanlık işleri çözme konusundaki şöhreti şehirde bir efsaneye dönmüş, her
yerde anlatılıyordu.
Paşanın çevresinde her daim sanatkâr
dostları olduğunu bilmeyen yoktu. Lakin Kara Şahin konağa yerleştirildiği vakit
başka bir gerçekle karşılaştı. İbrahim Paşa Sarayı'nın alt katında bilhassa
başka şehir ve ülkelerden gelen sanatçılar için hücreler ayrılmıştı. Bunlardan
birinde Buharalı nakkaş Lütfî, diğerinde İstanbul'daki Fransa maslahatgüzarının
hanımı madam Markiz dö Bonnak'ın getirip İbrahim Paşa'ya takdim ettiği bir
gravür ustası, bir başkasında pirinç üzerine Fatiha suresi yazmakta olan Şamlı
bir hattat kalıyordu. Sanatçıyı himaye etmek dedikleri, böyle bir şeydi
anlaşılan.
241
41. Sual - Onu Kim, Niçin Kaçırmış
Olabilir?
Bir at kişnemesi duyuldu. Hafız Çelebi
gözlerine inanamı-yordu. Gelen Kara Şahin idi. Kendisini görmek kadar, onu at
sırtında ve bambaşka kıyafetlerle görmek de hayret vericiydi
çünkü:
"Hayrola Şahin evladım; senin en
son, bir Mevlevi olduğunu işitmiştik!?"
"Son birkaç günü saymazsak, evet
Mevlevi idim efendim," diye cevapladı atının dizginlerini kapı sövesindeki
halkaya bağlarken ve devam etti, "doğrusu Pirim Ahmet Dede ile şair Nahifi
Dede'nin terbiyesinde hoş geçen bir kış idi. Lakin lale mevsimiyle birlikte
Nakşıgül'ün hasreti de kapımı çaldı birden. Artık Kara Şahin değil, gördüğünüz
gibi Kalender Selman Abdalım."
"Kalender Selman mı? Peki ama
neden?"
"Nefis terbiyesi Kara Şahin'i
öldürdü efendim. Kendini beğenmiş, her şeyi yönetme ihtirasındaki Şahin gitti,
yerine Nak-
242
il aen gayrı hiç nesneye itibar etmeyen
bu sükûnetli Mela-mi derviş Selman Abdal geldi."
"O halde sırtındaki de melamet
hırkası olsa gerek?" Kara Şahin bu iğneleyici sözün altında dehşetli bir
alay olduğunu duymazdan geldi. Ne diyebilirdi ki, Hafız Çelebi haklıydı. Bir
yandan Kalenderi olduğunu söyleyip diğer yandan pahalı esvaplar giyen kaç
derviş görülmüştür ki?!.. Bereket versin o tam cevaba hazırlanırken kapı açıldı
ve Bican Efendi başıyla ikisini de selamlayıp uzun mezara ve Can Kuyusu'na
doğru yürüyüp geçti. Kara Şahin'in kapıdan içeriye girmesini beklediği kişi
Topaç Yeye idi oysa. Bunu fırsat bilerek Yeye'yi sorar gibi Hafız Çelebi'nin
yüzüne baktı. Çelebi sanki başka bi-risiymiş gibi davrandı nedense. Biraz
dalgınca mıydı ne? Sanki birden ihtiyarlamış bu adam. Kendisini anlamazdan
geldiği, telaşla başını çevirmesinden belliydi. Sözü karıştırmak ister gibi bir
hali vardı:
"Ha, onu tanımıyorsun elbette.
Bican Efendi... Fele-menk'ten gelip lale bahçemize ziynet oldu. Benim en güzel
lalelerimde onun alın teri vardır. İşinde gücünde çalışır, didinir, laleler
yetiştirir. Yaz sonunda giderken de yetiştirdiği lalelerin resimlerini alır
götürür. Senin laleyi kollamak ve hakiki rengiyle açmasını sağlamak için
geceleri nöbet bile tuttuğu oldu. Dediğine göre açar açmaz tasvirini çıkarmak
için sabırsız-lanıyormuş. Kaplumbağaları besliyor, dolaptan su taşıyor,
fidanları sulayıp bahçeyi tertipliyor. Ama boşver bunları, hele sen
anlat."
Hafız Çelebi'nin sesinden yine az
evvelki konuya dair ima hissetmişti. Cevabı oradan oldu:
"Korkmayınız efendim, kötü yola
düşüp arsızlık, hırsızlık yapmadım. Velinimetim, vezirimiz İbrahim Paşa
hazretlerinin sarayında misafirim. Himayesi ne kadar sürer bilmiyorum, illa ki
fırsatını bulup başımdan geçenleri anlatmak, Nakşıgül'ün
243
intikamının alınması için yardımını
istemek arzusundayım. Samimi davrandığı neşeli bir vaktinde bütün olup biteni
anlatırsam bana inanacaktır. İnanırsa, zannederim Nakşıgül'ün katillerini bizzat
kendisi bile arayabilir. Bu tür çetrefil konulara özel ilgisi olduğu, adaleti
yerine getirmek üzere çalıştığı herkesçe malum. Yeter ki bana inansın. İnanırsa
bir vezir elbette adaletsizliğe göz yumacak değildir."
"Peki ama Şahin evladım,
-affedersin Selman Abdal- nasıl
oldu bu iş?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder